Bir Ateyizin İtirafları - Bölüm III - Neşeli Günler
Saykedelikleri duydunuz mu hiç? Psilocybin, dmt, ibogain, bufo diye türleri de var hani?
Peki saykedelik hikayesi dinlediniz mi hiç?
Merak ettiğim “Aman abi bir daha tövbe” ile Amsterdam hikayelerinden değil. Saykedelik terapilerinden, seremonilerinden bahsediyorum. “Bir saykedelik yaptım ve hayatım değişti” hikayelerinden bahsediyorum..
Ben mesela, ilk dinlediğim hikayeyi çok iyi hatırlıyorum.
2017’nin Temmuzu, yoldayım, Bodrum yolunda, tam da Bafa Gölü’nün oralarda. Kulağımda da senelerdir takip ettiğim bir podcast. Podcast’n bu seferki konuğu, öncekilerden bir tık farklı. Konuk kendi deyimiyle tam bir g*t.
Hikaye, onlarca yıldır alkol ve kokain bağımlısı olan, bir yandan karısını döven, bir yandan çocuklarına b*k gibi davranan bir herifçioğlunun, sadece tek bir saykedelik seremonisi sonrasında, nasıl bir dönüşüm geçirdiğinin hikayesi.
Hikayemizin kahramanı Gerry Powell abi, dediğim gibi g*tün önde gideni, dev bir g*t, amma velakin öyle olmak istemiyor, zaten aslında kim ister ki di mi?
Muhtemelen çocukken paso onu döven g*t babası yüzünden bu halde, başka travmalar da belki, önemli de değil. Önemli olan Glenn kardeşin ne denese işe yaramaması.
Hatta para bok olduğundan, bir terapist tutuyor maaşlı, nereye gitse terapistiyle gidiyor, 10 sene boyunca. Bara da, striptiz klübüne de, golfe de. Bu da ama bir boka yaramıyor, öfkesi de bağımlılıkları da depresyonu da aynen devam.
Sonunda dibe vuruyor. Artık ben öliyim ya dediği, ciddi ciddi intiharı düşündüğü sırada, bir arkadaşı onu bir Ayahuasca seremonisine davet ediyor. Denize düşen Glenn Ayahuasca’ya sarılıyor, kaybedecek neyim var ki diyor, gidiyor seremoniye.
Gidiyor gitmesine de dönen o değil, seremoniden çıkan bambaşka biri. Bazen dibe vurmak gerekiyor sanırım ha?
Neyse bu Glenn başka Glenn, birkaç seremoniye daha katılıyor, sonra atlıyor memleketi ABD’ye dönüyor, bolca dövdüğü eski karısı, uzun zamandır konuşmadığı çocuklarından özürler diliyor. Kuru lafla ekmek gemisi yürümez, yüz milyonlarca dolarlık malvarlığını bunlara bırakıyor ve ver elini Costa Rica.
Burada kendini saykedelik terapiye adıyor, Dünyanın ilk lisanslı ve ne yazık ki oldukça sosyetik saykedelik merkezini açıyor:
Ne güzel hikaye di mi? Tranformasyon, iyileşme hikayeleri hep böyle güzel zaten, hep güçlü. İnsanı yakalıyor bir tarafından ve beni de tabi. Bayılırım zaten gereksiz acıyı azaltan her türlü hikayeye. Hep böyle gönül telimi titretir benim.
Bu hikayenin de yeri ayrı, hiç unutmayacağım, Halikarnas Balıkçısı’yla göz göze geldiğim sırada da merak ediyorum, acaba diyorum ben de bir gün böyle bir şey deneyimleyecek miyim, bana da kısmet olur mu acep?
Olurmuş, uslu durursam ben de Şirinler’i görebilirmişim…
Şirinlerle tanışmam, bu harikulade Temmuz gününden, yaklaşık iki buçuk sene sonraya, 2019’un Kasım’ında ruh donduran bir güne denk gelir.
Bu Kasım gününe gelmeden ve fakat, bu iki buçuk senede çok şey olmuş, benim için de büyük insanlık için de.
Mesela şu çıkmış piyasaya:
Normalde yeme içme kültürüyle ilgili yazan New Yorker yazarı, tatlış entellektüel Michael Pollan’ın milleti biraz da şoke eden kitabı yani. Vedat Milör’ün Ayahuasca seremonisi anlattığını düşünün ona benzer bir şey...
Ha bu arada aynı isimle bunun bir de belgeselini yaptı Netflix, izlemediyseniz, hiç beklemeyin.
Glenn Abi’yle başlayan ilgim How to Change Your Mind ile zirve yapmış, tam bir kurabiye canavarına dönüşmüşüm. O ara kaç kişinin saykedelik transformasyon hikayesini dinledim, bu konuda kaç belgesel seyredip, kaç podcast dinledim haddi hesabı yok.
Bu şekilde geçen iki buçuk senenin sonunda, artık tamamiyle ikna olmuştum:
Dünyayı güzellik kurtaracak ve saykedeliklerle başlayacak her şey.
Tüm saykedelikler ve tüm kullanımları değil elbet. Saykedelik terapi benim gözağrım, sadece bireysel de olmayacak faydası, toplum olarak daha iyi bir yere getirecek. Biliyorum, çok iyi biliyorum.
“Nerden biliyon?” derseniz, şuna, Trip of Compassion’a göz atın derim. O zaman neden bahsettiğimi anlayacaksınız. [Spoiler alert başlangıcı:] Gözünüzün önünde mucizeler gerçekleşecek. Gözünüzün önünde, onlarca yıllık depresyonlar buharlaşacak. Bu kadar güzel bir şey olabilir mi ya Rab! [Spoiler alert sonu]
Saykedelikler, çok derdin dermanı olabiliyor.
Zihinsel ve ruhsal bir Por-Çöz, her türlü travmaya, kronik depresyona, PTSD’ye, ölüm kaygısına, bağımlılığa, alkolizme, hepsine birebir. Dünyanın bütün meşhurları bununla travmasını atıyor, taçsız kral Mike Tyson, rahmetli başkan Steve Jobs hatta İngiltere Prensi Harry…
Peki senin derdin neydi diye merak edebilirsiniz bu noktada. Taaa kalktın da beni Amsterdamlara terapiye ne diye gittin?
Ben neden kurtulmaya çalışıyorum? Benim bu mental Por-Çöz ile açmaya çalıştığım tıkanıklık neyin tıkanıklığı? Derdim ne yani kardeş?
İlginç gelecek sanırım ama, pek derdim yoktu giderken. Yani şikayet ettiğim şeyler var olmasına var ama, öyle önemli bir travmam, hayatımı zindan eden bir derdim yok. Hatta tam tersi, o dönem, hayatımın en pamuk, en güzel dönemlerden biri.
Bu dertsizlik hali ise, hani pek çaktırmasam da, öyle çok sık rastlanan bir durum değildi benim için o zamana kadar. Neredeyse kendimi bildim bileli, baya dertle tasayla boğuşmuşum. Hatta Amsterdam uçağında bir liste yapmıştım, neler yaşandı da bitti diye:
Obsesif - Kompulsif Bozukluk - OCD: Ufak bir çocukken musallat olmuştu ve az kalsın kendimi bu yüzden intihar edecektim, Harakiri’yle…
Anksiyete: Lise yıllarında tanıştık, 20 sene pek ayrılmadık.
Alkolizm ve onun arkadaş çevresi: Eh bu da anksiyetenin kankası sonuçta, dolayısıyla 20 sene beraberdik bunlarla da.
Panik atak: Bir Gün Herkes Panik Atağı Tadacaktır.
İnsomniya: Anksiyetenin bir diğer meyvesi, feleğin beni geçirdiği en boktan çemberlerden.
SSRI Withdrawal Syndrome: Bölüm sonu canavarı, Allah düşmanıma vermesin.
Stres kaynaklı kronik yorgunluk sendromu: Bir Toscana ve bir Portland seyahatimi hatırlamıyorum mesela, yorgunluktan uyuyup durmuşum.
Zona: Şimdi diğerlerinin yanında bunun lafı olmaz da bu da bir renk sonuçta.
Bir şekilde ama, ne olmuş ne bitmiş, bu kara tünellerin hepsi geride kalmış. 2019 Kasımına geldiğimizde, hayatımda belki de ilk dramasız, takıntısız, zonasız, antidepresansız, dertsiz-tasasız, paniksiz, mis gibi uykulu, bal-kaymak dönemimdeyim.
Bu yüzden de esas olarak sanırım meraktan buradayım diyebilirim.
Dünyaya, hayata, olanlara farklı bir noktadan bakmak nasıl olacak, merak ediyorum.
Algımın kapıları nasıl açılacak? Aldoux Huxley’e, The Doors’a ilham olmuş o kapılar nasıl kapılar acep? Oradan kimler girecek, kimleri göreceğim? Sevgili Tanrı teşrif edecek mi mesela?
Böyle şeyler var aklımda…
Mark, sevgili rehberim, koca gülümsemesiyle elimi sıktıktan ve hızlı bir hoş beşten sonra, laptopu çıkartıyor, bana bir sunum gösterecek. Seansın ilk aşaması başlıyor yani, ‘hazırlık’ aşaması. Hazırlık ve de niyet belirleme.
Bu bölüm pek önemli. Çünkü saykedelik terapinin sana iyi gelmesinin iki farzı var, ecnebiler buna ‘set and setting’ diyor.
İkinci kısım ‘setting’ yani, nasıl bir yer ve ortamda yaptığın.
Ruh halin ve niyetin ne olursa olsun, gidip bunu Bonjuk’ta veya Coachella’da yaparsan, sana istediğin verimi alamayacağını garanti edebilirim.
Nerede yaptığın kadar, bunu kimle yaptığın da önemli tabi ki, hatta daha önemli. Bu kadar mantarı mesela rehbersiz yersen, nice yemek masasında anlatacağın nur topu gibi bir ‘bad trip’ hikayen olur ola ola.
‘Set’ kısmı ise, ‘mindset’ yani, bu deneyime nasıl bir kafa yapısında geldiğinle ilgili.
Bunu zevk için veya eğlenmek veya bir denemiş olmak için değil, iyileşmek için, güzelleşmek için yapıyor olman önemli, bilinçli yapıyor olman lazım. Bilinçli ve niyetli. Bir niyet koy da öyle gel diyorlar hep.
Benim de işte dersimin en az çalıştığım yeri burası.
Öyle çok spesifik bir derdim ve dolayısıyla spesifik bir niyetim yok.
Bir yandan da niyetsiz adamı çarpar mı acaba Psilocybin tanrıları diye korkuyorum iyi mi? İçimden şeytan kaçırır gibi sayıklıyorum, sayın saykedelik tanrıları lütfen bana hayatta tam ne istiyorum onu gösterin, bana misyonumu göstersin, beni bana ver diyorum dinimiz amin.
O sırada bilmiyorum bu saykedelik tanrılarının sana ne istediğini değil, neye ihtiyacın olduğunu verdiğini. Bana tahmin bile edemeyeceğim şeyler yaşatıp, bir de üzerine anyayı Konya’yı göstereceğini.
Hazırlık kısmını geçiyoruz ve artık aksiyon başlıyor.
Üstünde Cosmic Connectors yazan paketi uzatıyor Mark. 15 gram psilocybe galindoii taşıyor bu paket, birazdan isminin hakkını da verecek meret.
Sonunda geliyor , günlerdir, haftalardır, aylardır ve hatta, senelerdir beklediğim an. Uzun zamandır nasıl geçeceğini düşünüyorum bugünün. Bir tık heyecanlanıyorsam iki tık da korkuyorum nicedir.
Tamam hayatımın çok güzel bir yerindeyim biliyorum, peki ya ama, hayatımın o kadar da güzel olmayan yerlerinden, zamanlarından iskeletler çıkarsa karşıma ne olacak? Ya eski travmalarım çıkarsa Pandora’dan? Ya o üç harfliler şişelerinden çıkar ve bir daha girmezse? O zaman ne yaparım ha? Durduk yere, arı kovanına çubuk mu sokuyorum acaba napıyorum?
Bir konudan feci tırsıyorum: Seneler önce geçirdiğim trafik kazası. Bu kaza sonucu ölümüne sebebiyet verdiğim kişinin veya o gecenin çıkagelme ihtimali, ödümü koparıyor.
Senelerdir kafamın içinde, uzaklarda bir köşede. Hani kaza sonrası cezaevinde yatmışım, sonra mahkemeyi de uzatmamış, tazminatı da bir an önce ödemişim, kefaret ödemişim yani bir nebze. Yine de işte içim içimi yiyor, işte tırsıyorum, ya rahmetli veya çocukları çıkar gelirse, ya derlerse hiç gelmedin, bizden özür dilemedin?
Ne yaparım? Mark beni nasıl kurtarır oradan?
İlk taksidi, ilk 15 gramı yerken bunlar halen var aklımda. Mark hoparlörü bırakıp yanıma, yan odaya geçiyor, oradan çalacak müziği. Önceden belirlemiştim zaten hangi listenin çalacağını, Michael Pollan’ın da kendi deneyiminde dinlediği liste, Spotify’da bulmuştum gelmeden.
Müzikle birlikte uzanıyorum yatağa, ak göt kara göt anını beklemeye başlıyorum.
Öncelikle şunu söyleyeyim, ilk bir iki saat boyunca, korktuğum hiçbir şey başıma gelmiyor. Hiçbir iskelet yok görünürde. İyiyim yani, sıcak ve yuvamda hissediyorum.
Bu kadar ama.
Ne rahmetli Anneannemi görüyorum, ne yeni kozmik bağlantılar yapıyorum. Kainatın hiçbir sırrı bana açıklanmıyor. Egom maşallah, o da tam olduğu yerde. Hadi bunları bıraktım, şu salak bitki bile bana göz kırpmıyor?
Michael Pollan’ın seansları aklımda hep, o doğayla çok acayip güzel bağlantılar kurmuş. Bu saykedeliklerin en güzel tarafı o zaten, doğayla kurulan bağ.
Benim de gözüm karşımdaki bitkide. Hadi diyorum ya, iki yaprak kıpırdat, iki polen patlat, göreyim canlı olduğunu, göreyim benle bağını. Yok ama, aptal bitki, öyle mal gibi duruyor durduğu yerde.
Kendimi telepatik telepatik bitkiye küfrederken bulunca, endişelerim biraz daha artıyor. Daha güzel bir insan olmaya çalışırken, tam tersi mi olacak yoksa? Dünya saykedelik literatürüne böyle mi geçicem? Gerisin geri transformasyon yaşayan, “Ehh işte”den, “Tam g*t”e dönen biri olarak?
Özürler dilerken bitki kardeşten, Mark giriyor odaya, nasıl olduğumu kontrol etmeye. İyiyim diyince de, daha derine inmek ister misin diyor, gönder gelsin diyorum.
Diyorum çünkü, kozmik bağlantılar kurmamış da olsam o zamana kadar, güzel ve iyi hissediyorum, iyi ve güvende hissediyorum, ikinci yarı çıkacaksa da iskeletler çıksın diyorum.
Dipte kalmalarından, onları hayatım boyunca taşımaktan daha iyidir, değil mi?
İşte böyle ikinci 15’lik taksidi de yiyorum ve ‘Heroic Dose’a ulaşıyorum.
Yiyene kadar niye böyle dediklerini anlamamıştım. Yiyince anlıyorum, anlıyorum da anlatmam, o biraz zor olabilir. Biraz zor ve de sıkıcı.
Anlatması zor çünkü, kelimelere dökmesi o yaşananları, imkansız diyebilirim. Kelimelerin kifayetsiz kaldıkları yer orası. Daha da kötüsü, sıkıcı olması. Başkasının saykedelik tribini dinlemek, rüyasını dinlemek gibi biraz. Ben bile hala birisi bana tribini anlatmaya kalktığında, “Zorunda mısın?” diyorum telepatik telepatik..
Gel gör ki, buraya kadar gelmişken, yaşadıklarımı anlatmamak da olmaz. O yüzden, sevgili okuyucu, izninizle, çok uzatmadan, biraz anlatmaya çalışıcam, o yatakta, kozmosla ve de o meymenet bitkiyle yaşadıklarımı…
Tüm yolculuğun ana teması, önümüzdeki yaklaşık 5-6 saatin fon müziği, orasını anlatmak görece basit: Koca bir sevgi denizi.
Saatler boyunca bir sevgi denizinde yüzüyorum, ancak bu şekilde anlatabilirim o halimi. Hatta yüzmek de değil, ben de denizin bir parçasıyım, bir damlası.
O denizde mesela önyargı yok, sonra sıfır kızgınlık, kırgınlık, haset, keşke, pişmanlık… Öyle bokumda boncuk bulmuş gibi bir gülümseme suratımda, tek hissettiğim, sevgi, şefkat ve anlayış. Hem kendime, hem geçmişime, hem hayatıma girmiş ve de girecek herkese karşı.
Biraz daha zaman geçip, biraz daha aşağılara ilerledikçe, derine doğru, bu halin sadece o güne özel bir durum olmadığını da öğreniyorum. Daha doğrusu, artık biliyorum! Antika Yunanlar bu bilme haline ‘gnosis’ demişler sanırım, öğrenmeden bilme halini anlatmak için yani.
İşte bu trip sırasında da o şekilde biliyorum birçok şeyi. Zaten biliyormuşum da unutmuşum gibi bir şey biraz da. Ve bu şekilde ilk bildiğim, veya ilk hatırladığım da, bu sevgi denizinin, aslında yaşamın, kainatın, tanrının, zihnin, bilincin, her bir bokun yani afedersin, kaynağı ve temeli veya belki de ta kendisi olduğu!
Yani sevgili okuyucu, her şeyin başı da sonu da, geldiğimiz yer de gideceğimiz yer de budur işte, sevgi…
Hayır, ne yazık ki klişelerimiz burada bitmiyor sevgili okuyucu, sırada, her şeyin bir enerji olduğu, her şeyin bir devr-i daimde olduğu var…Onun gnosisini de yaşıyorum.
Michael Pollan kitabında kanser hastalarıyla yapılan bir Psilocybin (benim yediğim b*k yani) deneyinden bahsetmişti. Hepsi ölümcül kanser olan bu hastalar, bir yandan da tahmin edersiniz ki, ölecekler diye ödleri boklarına karışmış durumda. Sonra, tek bir seans sonrasında, bambaşka insanlar oluyorlar. Kalan zamanlarını, çok daha güzel geçiriyorlar. Ölümün bir son olmadığını anlıyorlar çünkü.
İlk okuduğumda bunu, bir insan, ölümün bir son olmadığına nasıl ikna olabilir diye düşünmüştüm? Hani bu kanıtlanamaz bir şey ya sonuçta, en iyi ihtimalle agnostik olmak lazım di mi?
İşte şimdi anlıyorum ölümün bir son olmadığını. Rasyonel beynimin filtreleri kalkmış sonunda, oyunun tüm bölümleri ve katmanları açılmış, her şeyi şimdi görebiliyorum.
Bu devr-i daimi gözüme gözüme sokanlardan biri de, karşımdaki pencerenin pervazında oturan, az önce içimden küfrettiğim bitki kardeşimiz.
Odada benim göremediğim bir meltem, duymadığım bir müzik var sanki, dans ediyor yahu bacaksız sürekli. Yapraklarını döküyor sonra, yavaş yavaş, boynunu büküyor, kahverengi oluveriyor, büzüşüyor, anaa öldü yahu diyorum gözümün önünde, ev sahibine nasıl açıklıycam?
Sonra hooop, yavaş yavaş, geri dönüyor hayata. Yeniden yeşilleniyor yapraklar…Abbbooo diyorum, evet yahu, her şey devr-i daim içerisinde! Bildiğin reenkarne oldu bitkican!
Biraz daha derine iniyorum, oralarda bir yerlerde, bir fotoğraf geçiyor elime. Mark tembih etmişti gelmeden, çok sevdiğin insanların fotoğraflarını getir demişti. Ablam ve yeğenleri kapıp getirmiştim, kimi getiricem başka?
Fotoğrafı elime aldıktan birkaç saniye sonra, ablamın saçları grileşmeye başlıyor, sonra iyice beyazlıyor, aynı anda da yeğenlerim boy atmaya. Ablam yavaş yavaş fotoğraftan silinirken, yeğenlerim koca koca adamlar oluyorlar. Bildiğin Geleceğe Dönüş!
Anlayacağınız gidiyor kızcağız, gözümün önünde, nalları dikiyor. Bense ağlayacağıma, gülüyorum, yani biraz da ağlıyorum tabi ama, bu yaşlar, sevinç yaşları, hüzün değil. Artık biliyorum çünkü.
Ablamın açtığı kapıdan, başkaları da giriyor. Hatta biri giriyor biri çıkıyor: Anam babam, sevdiklerim, pek sevmediklerim, dostlarım, eski dostlarım, eski manitalar, kalbimi kıranlar, kalbini kırdıklarım.
Hepsiyle tek tek kucaklaşıyorum, hepsine ilk iki kelimem aynı: Canım benim. Başka da bir şey diyemiyorum zaten pek.
Canım benim, canım benim, canım benim…
Çok kişi geliyor gidiyor, hepsiyle de kaliteli zaman geçiriyorum. Davet listesini de ben yapmamışım bu arada, Psilocybin tanrısı oluşturmuş listeyi. Rahmetliyi koymamış ama, trafik kazasında hayatını kaybeden rahmetliyi veya onun çocukları.
Gelseler de sorun diil bu arada. Bu noktada, hiçbir şey sorun değil. Artık biliyorum ki gelseler de, kolları açık gelecekler, sarılmaya, hatta haklarını helal etmeye belki. Özrümü dinlemeye. Onlar da canım benim diyecekler, ben de onlara, biliyorum.
Şimdi anlıyorum, Glenn Abi’nin 40 senelik dertlerine bir seansta nasıl derman bulduğunu. Şimdi anlıyorum, Trip of Compassion’ın bahstız bedevilerinin, hayatı onlara zindan etmiş travmalarına nasıl şifa bulduklarını.
Dünyayı bu güzellik kurtaracak işte, artık tüm benliğimle biliyorum.
Sonrasında da bir sürü bir sürü şeyler daha oluyor, Disney prodüksiyonları, Winamp görselleri, Matrix dehlizleri amma velakin, tribin güzeli kısa anlatılanıymış…
Yaklaşık 6 saatin sonunda, yatak odasından, çıkıyorum, salona dönüyorum. Mark hemen yanıma geliyor, karşılıklı oturuyoruz.
“Eee” diyor, “nasıldı?”, başarılı geçmiş ameliyattan çıkan hastasına bakan doktor gibi.
Bu soruyla, post-integration bölümü başlıyor işte, bundan bir tane de haftaya yapıcaz. Bu bölümün konusu:
Yaşadıkların, gördüklerin, hissettiklerin sana ne ifade ediyor? Gördüğünü niye gördün sence?
“Hayatımın en güzel deneyimiydi” diyorum, salya sümük karışımımı kontrol etmeye çalışarak. Anlatıyom işte olanları, gördüklerimi, işte sevgi denizi falan. Mark pek iyi biliyor zaten, buraların kaptan-ı deryası o.
Düzenli olarak ağır travmalı eski askerleri, itfaiye erleriyle seans yapan biri. Eminim benim Disney prodüksiyonu tribim ona pek ilginç gelmiyor, olsun, koca bir gülümsemeyle dinliyor beni.
Birazdan ayrılıcaz ve ben ayrılmadan önce, “You’re doing God’s work maaan” diyorum, “Allahın adamısın” diyorum bir anlamda, başka ne diyeceğimi bilemediğimden.
Cidden de ne kadar önemli bir işlev yerine getiriyor düşünsenize? Sadece kişi olarak da değil, aynı zamanda bir toplum olarak da iyileşebilmemiz için!
Gülümsüyor bu dediğime, sarılıyoruz, çıkmadan evden dönüp bana, “Kendinle gurur duymalısın” diyor, “yaptığının çok cesaret isteyen bir şey”.
Ben o sırada bunu nasıl daha önce yapmadığıma şaşırıyorum, bulduğum cesarete değil ve esas cesur olan kişinin hikayesi, esas mucize, o sırada bilmiyorum, onun da eli kulağında.
Bugünün ertesinde ve sonraki günlerinde de, götümden gökkuşakları çıkmaya devam ediyor. Nasıl mutluyum, nasıl heyecanlıyım anlatmam zor fakat anlatıyorum tabi, durmadan hem de.
Ev sahiplerim, bana bu deneyim için kapılarını açan sevgili Begüm ve Chris çifti, bir noktadan sonra heralde şafak saymış olmalılar, ne zaman gidecek bu diye. Kendilerini hatırlarsınız belki ikinci bölümden, Bodrum’da evlenen çiftimiz. Zaten hikaye de, yine Bodrum’a bağlanacak bir şekilde ya.
İki gün geçiyor seanstan, ben yine evin içinde İnek Şaban gibi gezinirken ve Chris’e durmadan bir şeyler anlatırken, ping ediyor telefonum. Hiç ama hiç beklenmedik birinden hiç beklenmedik bir mesaj:
“Amsterdam’da mısın?”
Leyla’dan geliyor bu mesaj, eski bir dost ve eski bir manita hatta, kısa sürenlerden.
Son birkaç senedir yurtdışında yaşıyor, deli gibi çalışmaya yaşamak derseniz. Biz tanıştığımızda da böyleydi, work hard çok ama party hard yok. Bırak hardını, softu bile yok. İş var sadece, o iş de para için değil, zevk için de, zihninden kaçmak için.
“İşle kendimi oyalamazsam, dayanılmaz oluyor, üstüme üstüme geliyor” demişti bir keresinde.
Üstüne üstüne gelen daha 20’sini görmeden yaşadığı tecavüzün hatırası.
En yakın arkadaşı hariç, bunu yeryüzünde söylediği ikinci kişiyim. “Niye bana anlattı ki acaba?” diye düşünmüştüm, tamam aramızda romantik birşeyler, kısa sürecek bir aşk hikayesi var da yine de? Ancak şimdi bir fikrim var artık…
Olayı anlatmıştı, hemen sonrasında da geldiği yere, zihninin 7 kat altına gömmüştü gerisin geriye. Bir daha da konuşmamıştık. Bu konuyu konuşmak çünkü teklif dahi edilemez, oraya, o güne gitmek, bu kutuyu açmak, hele bir terapiste veya savcıya konuyu anlatmak, ı ıh, mümkün değil...
Ruhiye gibi o da kendisini kafasının içinde bir kışlaya kapatmış, kendini, kendi acısına asker etmiş anlayacağınız. İçin gidiyor, kendine yazık ediyorsun diyorsun, içinden, ona diyemiyorsun bir şey, kimsin ki sen? Güzelim kızcağız zaten o kışladan nasıl çıkabileceğini bilse çıkar di mi? Trip of Compassion sonrası, biraz daha anlar oldum bu durumu, terapiste, birine anlatabilecek olsa anlatır di mi?
Anlatamıyorsun işte, bazı olayları anlatamıyorsun, biliyorum, benim de başıma geldi Mümkün değil gidemiyorsun oraya, o güne. Bazen öyle iyi beceriyorsun ki bunu, unutuyorsun bazı bazı, günübirlik hafızandan çıkıyor.
Beraberliğimiz de kısa sürüyor zaten, zindana kapattığı ejderha peşimizi bırakmıyor. Yok olmuyor, denedi ama olmuyor. Ne yapacaksın, ne yapılabilir ki?
Saykedeliklerin ne dertlere derman olabileceğini yavaş yavaş kavramaya başladığımda, Leyla gelmişti tabi ilk aklıma. Öğrenmiştim artık, bu ejderhalarla baş etmek imkansız değil. Bu kadar zor olmak zorunda değil her şey.
Ne zaman Glenn Abi gibi bir hikaye dinlesem, “Ahhh” diyordum içimden, “bir seansta ne travmalar çözülüyor Ya Rab, keşke Leyla da bir denese..”.
Sonunda dayanamamıştım tabi, açılmak istemiştim kendisine. Eee bu konu doğrudan da söylenmez, ben de subliminal mesajlar göndermeye başlamıştım aklım sıra. İlk How to Change Your Mind’ı göndermiştim yurt dışındaki ofisine ilk. Sonra sanki çok alakasız, tesadüfi, dün şunu seyrettim diye bir saykedelik belgesel, sonra aa bak bu podcasti dinledim çok iyi falan diye Glenn Abi’nin hikayesi. Genelde kısa bir teşekkür, bazen o da yok. Bence anlamıştı zaten niyetimi, zehir gibi kız sonuçta.
Anlamamakta ısrar eden benim, kız gitmek istemiyor oraya, o kutuyu açmak istemiyor işte, bu kadar basit, sus ve otur yerine.
Ona son subliminal mesajım da işte Mark olmuştu. Demiştim böyle bir terapist buldum, gitmeyi düşünüyorum. Yine beklediğim cevabı alamayınca, pes etmiştim. Artık kızcağızı bunlarla rahatsız etmemeye karar vermiştim, bir daha saykedelik maykedelik konusu falan açmıycam demiştim içimden.
“Evet, Amsterdam’dayım” diyorum benim o sırada nasıl orada olduğumu bildiğine de şaşırıyorum ya, esas bir sonraki mesajı beni şoka uğratan.
“Ben de oradaydım iki hafta önce” diyor, “Mark’la seansa yapmaya gelmiştim.”
Sonrasında, hayatımın en uzun saniyeleri, en geçmek bilmez, ..yazıyor.. ibaresi. Leyla yazerken sonraki mesajını, ak g*t kara g*t mesajını, zihminde “nasıl yani??”ler fener alayı yapıyor?
“Nasıl yani? Ben hiç ilgilenmiyor, bakmıyor sanıyordum. Nasıl olur da atlayıp seansa gelmiş olabilir? Nasıl yani yaaa?”
Sonunda dört kelimelik ikinci mesaj geliyor:
“Hayatımın en korkunç deneyimiydi…”
Hay kahrolsun bağzı şeyler yaaaa!
Çok kompakt bir manik-depresif atağı geçiriyorum. Çöküyorum gerisin geriye az önce ayağa fırlamış olduğum kanapeye. Chris hala şaşkın, hala beni seyrediyor.
Leyla yazmaya devam ediyor, nasıl berbat bir gün geçirdiğini anlatıyor, nasıl saatlerce ağladığını anlatıyor. Mark’ın ancak o kendisine zarar vermeyeceğine emin olduğunda evden çıktığını anlatıyor. Berbat bir deneyim geçirmiş yani. Ben Pamuk Prenses’le sevgi denizinde çıplak yüzmüşüm, o Texas Chainsaw Massacre’da sona kalmış.
Tam ümidimi kaybetmişken ben, ufuktan koca bir ak g*t doğuveriyor:
“Sonunda bir şeylerin değiştiğini hissediyorum” diye devam ediyor, “sanki üzerimde dev bir kaya vardı ve ilk kez hareket etti sanki. Çok daha iyi hissediyorum şu anda. ”
“Sana ne kadar teşekkür etsem azdır Aşkın” geliyor sonunda.
Ben yeniden ayakta, bir yandan telefona bir yandan Chris’e canım benimler saçıyorum, ikisini de öpüyorum bol bol.
Bu eski dostu seneler sonra ilk görüşüm, bu Amsterdam seyahatimden yaklaşık iki sene sonrasına denk gelir. Günlerden bir sarı yaz gününe, güzelim bir Eylül gününe, şu birinci bölümde anlattığım Chris ve Begüm’ün Bodrum düğününe.
Benim için çok şeyi değiştirecek, kutlu, sarı bir güne.
Hani barda durmuş yahu ben buraya nasıl taşınmayı akıl etmedim yahu diye düşünürken, kafamı çeviriyorum ve bir de ne göreyim? Bara doğru biri geliyor, güzeller güzeli bir kız. Gözlerime inanamıyorum, tamam Leyla da Begüm’ün arkadaşı, yine de hiç beklemiyorum ininden çıkmış olmasını, taa o kadar yolu gelmesini. Parti sevmeyen, kalabalık sevmeyen, içki hiç sevmeyen insan.
Şöyle bir duruyoruz karşılıklı önce. Kollarını açıyor, sarılıyoruz. En son sarılmamızı hatırlıyorum. “Yapamıyorum Aşkın” demişti kollarımın içinden çıkarken, “bana sarıldığında bile o güne gidiyorum, yapamıyorum, kusura bakma” demişti.
Şimdiyse uzun uzun, rahat rahat sarılıyoruz.
“Çok teşekkürler” diyor kulağıma. Sonra dönüyor, dans pistinde onu bekleyen havuç kafa İngiliz erkek arkadaşının yanına, onunla da gülümsüyoruz uzaktan, şanslı pezevenk…
O gün zaten herkes gülümsüyor. Sadece o gün değil, o gün ne zaman aklıma gelse gülümsüyorum. Mark’la maceramız ne zaman hatırlasam, gülümsüyorum. Şu Stopify listesinden bir parçayı nerde duysam, gülümsüyorum. O bitkiyi, ki Allah taksiratını affetsin, onu bile hatırlayınca gülümsüyorum.
Dünyayı güzellik kurtaracak gerçekten de dostlar ve bu yaşadığım güzellikler, bu güzel dostlar, işte bunlar da imdadıma yetişecek, bir sonraki bölümde, en zor dönemlerimizden birinde, bu gülümseyen yüzler benim ve ailemle olacak…