Bir Ateyizin İtirafları - Bölüm IV - Ghosting
Türkiye’de ve 90’larda yetişmişseniz, hayatınızın en az iki noktada ruhsal medyumla kesismiş demektir. İlki meşhur Ghost filmi.
Filmi seyretmemiş olabilecek tıfıllar için kısaca hatırlatalım:
Genç ve bahtısz güzel Molly (Demi Moore), artık hayata atılmaya, evlenip yuva kurmaya hazırdır. Ancak ne yapsa etse, bir türlü ikiz alevini bulamaz, kısmeti karşısına çıkmaz, Bumble’a da daha çok henüz.
Artık tüm umutları tükenmek üzereyken, dur belki bir erkek bulurum diye seramik kursuna yazılır. Gerçekten de karşısına Sam (Patrick Swayze) çıkar. Daha doğrusu hem çıkar hem çıkmaz, çünkü Sam aşırı yakışıklığı olduğu kadar da görünmezdir, hayalettir, üç harflidir. Olaylar gelişir.
Biz oldukça 90’lar çocuklarının ikinci medyum deneyimi ise, meşhur “En Büyük Medyum Kim?” tartışması.
Tartışma dediğimiz de iki muhteşem karakterin, Medyum Memiş ve Medyum Keto’nun karşılaşması yani. Akranlarım o meşhur televizyon programını, Memiş’in Keto’ya şakkadanak çaktığı tokadı iyi hatırlayacaktır. Televizyon tarihine geçen 90’ların bile tarihine geçen bir an…
O andan sonra ne olduysa oluyor, o yılları müteakip, medyumlar televizyonlardan yavaş yavaş ellerini ayaklarını çekmeye başlıyorlar.
Biz de yavaş yavaş büyümeye. Okulumuza, işimize gücümüze, kendi dertlerimize bakmaya başlıyoruz. Unutup gidiyoruz bu olayları, mahalle arası üfürükçülerini, kurşuncularını, hacı hocaları unutuyoruz, mahalle araları bile kalmıyor sonra. Büyüyoruz ve renksizleşiyor dünya.
Ben de Medyum Memiş vakasından yaklaşık bir 30 sene sonrasına kadar, 2023’ün yazına kadar, ne bir ruhsal medyum biliyorum, ne bir ruhsal medyum hikayesi duyuyorum. Bu kategorinin varlığını bile unutuyorum. Hayat ama hatırlatacakmış, olmayacak işler gelecekmiş başa…
2023’ün 20 Ekim günü, tarihi hiç unutmuyorum. Böyle günler unutulur mu ki zaten? Annemin ölmesine 24 saatten az kalmış.
O sırada bilmiyorum tabi ne kadar kaldığını, bilemezsin ya hiç böyle şeyleri. Büyük sürpriz de olmayacak bu arada, bir haftada bu ikinci yoğun bakıma kaldırılışı, ikinci kez ambulans peşinden yollanmamız.
Bu ikinci takibin sonunda, babam eve dönmüş, yapacağı bir şey yok, dua etmekten başka. Ben kalmışım.
Tepecik Devlet Hastanesi’nin bahçesinde, anamın bundan tam 30 önce emekli olduğu hastanenin bahçesinde yani, bir eldeki telefona, bir etrafımdakilere bakıyorum. Aklım beklediğim aramada, gözlerim etraftaki bankları doldurmuş hasta ve hasta yakınlarında. Hangisi hasta hangisi yakını anlamak zor. Çocuklar dışında, yani birçok çocuk dışında en azından, herkes sigara içiyor çünkü.
Hastane bahçesinde sigara size de cami avlusuna işeme gibi gelmiyor mu biraz? Bu yüzden daha çok gözüme batıyor, daha çok garipsiyorum sanırım. Belki de bir “battı balık” teslimiyetidir.
Keşke tütünüm yanımda olsaydı diye düşünüyorum, ben de yakardım şimdi bir tane. Normalde, sadece içki içtiğimde canım istiyor, bir de bazen işte böyle acayip hallerde.
Hangi duygunun kafasını yaşıyorum farkında değilim: çaresizlik mi, üzüntü mü, anasınısatayımmoderntıbbın mı? Yorgunum bir de, yorgunluk, bitkinlik. Yorgun olduğum için de suçluluk duyuyorum biraz.
Suçluluk duyuyorum çünkü bildiğin bu iş bitsin istiyorum. Çok acı çekiyor kadın. Daha fazla çekmesin istiyorum, kendim de çekmiyim istiyorum, onu da saklayamam. O yüzden de bencilim ben diye dövüyorum kendimi. Ne kondüsyonsuzmuşsun arkadaş? Bir hafta dolmadı henüz, ananı diğer tarafa göndermeye hazırsın ha?
Sonunda Allahtan telefon çalıyor, arayan Esi.
Esi de aslında teyze kategorisinde, annemden sadece bir yaş küçük, 76 yaşında. Video görüşmeleri saymazsak, hayatımda hiç görmedim kendisini, muhtemelen de hiç görmeyeceğim. Her halükarda çok minnetarım tanımış olmaktan. Londra’da yaşıyor ve taa oralardan elimi tutuyor, Allah bin kere razı olsun.
Esi, bir ruhsal medyum. Anneniz yoğun bakımda dişiyle tırnağıyla hayata tutunmaya çalışırken konuşmak isteyeceğiniz insan tam yani. İnsan muhasebecisiyle veya avukatıyla konuşmak istemiyor bu zamanlarda.
Esi’yi nasıl tanıdım, o da ayrı bir hikaye, güzel hikaye ama.
Bir gün, o bir gün de hatta 2023 Haziranına denk gelir, Wim Hof eğitimi var, hem de Bodrum’da! Eğitimin ilk saatinde, gelenler kısaca kendilerini, Wim Hof tekniğini nereden duyduklarını vs anlatıyor.
Hemen yanımdaki çiftin kadın olanı, nasıl birbirinden zor hastalıklarla baş ettiğini, nasıl ölümün kıyısına kadar geldiğini, nasıl hayat tarzı değişiklikleri ve alternatif tıpla, şifa bulduğunu anlatıyor. Kısa hikayesi en sevdiğim başlıklarla dolu: kurumsalı bırakma, büyük şehri bırakma, modern tıbbın çözemediğini alternatif, holistik yollarla çözme, hayatın anlamını sorgulama, maddiyattan uzaklaşma...
İlk arada yanaşıyorum tabi kendisine, adı Nil bu arada, podcaste davet ediyorum.
Birkaç gün sonra buluşuyoruz, kayıt için değil, kahve için. Bana kayıttan önce, başından geçen bir hikayeyi anlatmak istemiş çünkü. Hikayeyi bir duy da, bunun podcastinde anlatılmasını ister misin, sen karar ver demiş.
Hikaye kısaca şu ve uyarayım, bu iki italik paragraf full spoiler arkadaşlar ona göre (hani hikayeyi baştan sonra dinlemek isteyenler için diyorum). Burayı atlayıp tekrar hastane bahçesine dönmek isterseniz de, biraz aşağı inin, podcast linki sonrasına gidin:
Nil gizemli ve bir o kadar da ağır bir hastalıktan muzdarip bir bayandır. Aralıklarla felç geçirmesine dahi neden olan bu hastalık için gitmediği doktor kalmamıştır ancak teşhis konulamamaktadır.
Bırakın teşhisi doktorlar bir noktada, kendisinde bir şey olmadığını iddia etmeye başlamışlardır. Bu iddialara, en yakınları da inanmaya başlamıştır. Bu da Nil için son darbe olur. Eşini Londra’da bırakıp, Türkiye’ye, Bodrum’a taşınmaya karar verir, havası en azından kendisine daha iyi gelmektedir, bunun son yolculuğu olduğunu bilmektedir...
Türkiye’ye dönüşünden iki gün önce Londra’ya yeni taşınan, seneler önce bir yoga inzivasında tanıştığı bir kızla öğle yemeğine çıkar Nilimiz. Londra’ya yeni taşınan yogacı kızımız, kendisine çevre yapmaya çalışmaktadır, ancak Nil yanlış zamanlama ne yazık ki der, ben iki gün sonra taşınıyorum.
İki gün sonra havaalanında Nil’in telefonu çalar, arayan bu yogacı kızımızdır. Birkaç kemküm, yani nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum, ehem öhömden sonra, yogacı kızımız sonunda ağzından baklayı çıkarır: “sana anneanndenden bir mesaj var” der ve Nil’e, 6 ay kadar önce rahmetli olmuş anneannesini mesajını iletir: ‘Hayata güven’
Olay şudur. Yogacı kızımız, Nil’le yediği öğle yemeği sonrasında, teyzesinin Londra’da yaşayan mimar bir arkadaşıyla buluşur. Bu Londralı tonton teyzemiz, yogacı kızımızı alır, “bir çalışmam var” diyerek, bir ruhani kiliseye götürür. Sahneye çıkar, ve ruhsal ressamlık yapmaya başlar.
Ruhsal ressamlık, şöyle işler: bir ruh gelir, ruhsal ressamın bedenine girer, bir portre çizdirir, bu portedeki kişi, seyircilerden birisinin rahmetli bir yakını olur genelde. Bir seyirci portredeki kişiyi tanırsa, ruhsal ressam tarafından bazı kanıtlar verilir: rahmetlinin ölüm şekli, bazen adı veya sadece seyircinin tanıyabileceği bazı anılar. Seyirci kanıtları tanır ve emin olursa gelen ruhun yakını olduğundan, ruh varsa bu kişiye ruhsal ressam/medyum aracılığıyla, mesajını verir.
Yogacı kızımızın bu olaydan hiçbir haberi yoktur, tonton teyzenin ruhsal ressam ve medyum olduğundan da tabi. Birazdan başına geleceklerden de…
Sahneye çıkan tonton teyze, yogacı kızımız, gözlerine inanamaz. Çünkü birkaç dakika sonra, Nil’in portesi durmaktadır karşısında. WTF’lardan bir demet alan yogacı kızımız, şaşkınlığını atınca, ürkek ürkek elini kaldırır. Ya der bu biraz önce yemek yediğim insan. Tonton teyze, rahmetli anneannesinin ruhu geldi, torununa bir mesajı var der ve mesajını iletir…
Mesajı alma ve WTF yaşama sırası Nil’dedir. Normalde böyle şeylere kattiyen inanmayan Nil’in dünyası tepe taklak olur. Sonunda ama mesajın doğruluğuna inanır, anneannesinin dediği gibi hayata güvenir veeeee…..
Veee bundan sonrası, podcast bölümümüzde…
İşte, Medyum Memiş’ten beri duyduğum ilk medyum hikayesi bu hikaye. Hikayenin kahramanı olan ruhsal ressam ve medyumun da, Esi olduğunu lebdemedenleblebiyi anlayan okuyucu anlamıştır eminim.
Bu hikayeden sonra tabi kimmiş ya bu Esi diye merak edip, websitesini karıştıyorum, onun Türkiye’de doğmuş büyümüş, sonra 12 ülkede çalışmış, 40 küsür yıldır Londra’da yaşayan baya kariyerli bir mimar ve kent tasarımcısı olduğunu öğreniyorum. Hiç de öyle filmlerdeki medyumlara, hayalet gören karakterlere benzemeyen bir karakter.
Sonra işte podcasti gönderiyorum, irtibatımız da bu şekilde başlıyor, mesafeli bir dostluk kuruluyor. Kırk yıl düşünsem tahmin edemeyeceğim bir dostluk.
Annemin hastalığı döneminde de işte 40 yıllık dostlarımı bırakıp, Esi’yi arar buluyorum kendimi. Bir şeyler soruyorum, bir şeyler rica ediyorum, ruhsal şifa ısmarlıyorum. Diğer tarafla arası iyi ya hani belki bir kıyak geçerler? Belki annem kayıp gitmez avuçlarımızdan? Belki bir şifa göndertir?
O gün ama, Tepecik Devlet Hastanesi’nin bahçesinde yani, bu kez şifa istemiyorum Esi’den, sanırım o bölümü geçtik artık.
Artık annemin son zamanları olduğunu biliyoruz, buradan dönemeyeceğini. Gitmeyip bir şekilde kalsa bile bu tarafta, bunun acı dolu bir kalış olacağını da, artık eski annem olamayacağını.
Niye aramak konuşmak istedim peki? Bilmiyorum, konuşmak istiyorum sadece, kafamın içinde aklımı yemek üzereyim çünkü. Annemden ümidi kesmiş olmak hele, çok kötü hissettiriyor.
Bunların hiçbirini demiyorum Esi’ye, bazen demenize gerek kalmaz zaten…
Sana anneme nasıl veda ettiğimi anlatmış mıydım diyor Esi, galiba ama, anlat diyorum dışımdan, içimden de, sen yeter ki konuş, ben dinliyim diyorum.
Annesinin senelerce süren hastalığının sonlarında, bir gün kötüleşip hastaneye kaldırıldığı haberi gelince, ertesi gün ilk İstanbul uçağına atlamasını anlatıyor. Uçakta nasıl annesiyle konuştuğunu, ona nasıl, annecim, gitmek istiyorsan, hazırsan, bu senin için daha iyi olacaksa, beni bekleme git dediğini anlatıyor.
Bu noktada Esi de başlıyor artık ağlamaya, Allahtan ağlayanın bol olduğu bir yerdeyim, az sonra sağımdan solumdan sigara uzatılırsa şaşırmıycam ve bir tane yakıcam.
Bu kısa göz yaşı arasından sonra, İstanbul’a indiğinde, annesinin o uçaktayken ölmüş olduğunu öğrendiğini anlatıyor. Bundan birkaç ay sonra, bir medyumla seansta, annesinin geldiğini, “bana uçakta verdiğin mesaj sayesinde rahatça diğer tarafa geçtim” dediğini de…
İnanmazsınız ama, tam da duymak istediğim şeyi anlatıyor …
Telefonu kapatır kapatmaz, bir uzun Malboro ile göz göze geliyoruz. Uzun Kırmızı Malbuş hala var mıymış ya? İçmeyeli 30 sene olmuştur heralde. Elimi bir kaldırıyorum önce ama sonra vazgeçiyorum, birkaç dakika sonra yoğun bakım görüşü başlayacak. Bu belki de onu son görüşüm, Malboro kokularıyla elveda demeyelim di mi? Pakedin sahibine bir Allah razı olsun ama almıyım diyip kalkıyorum, tekrar yoğun bakıma.
Yoğun bakım görüşleri çok kısa, epi topu 5 dakika izin veriyorlar veya vermiyorlar. Bu 5 dakikada, anneme mümkün mertebe elveda demem, bu arada da ablamın da aynı şeyi yapmasını sağlamam gerekiyor. Nasıl becerecem tüm bunları? İnsan nelere kadir olduğunu yaşamadıkça bilemiyor...
İçeri girince annemin kulağına kulaklığı takıyorum, öncelik ablamda. O da elinden geldiğince, yapabildiğince bir şeyler söylüyor. Annemin bir haftadır donuk, bir haftadır sabit gözleri, ilk kez şimdi biraz kıpırdıyor, yüzü, ifadesi yumuşuyor biraz. Ablamın dediklerini duyduğunu, anladığını, ona geçtiğini anlayabiliyorum.
Şimdi sıra bende.
Esi ne demişse, neredeyse aynı kelimelerle aynı şeyleri söylüyorum. Gitmek istiyorsan git, bu senin için daha iyi olacaksa git. O kadar iyi biliyorum ki aklı, veya artık kalan aklı, bizlerde ve özellikle pek sevgili kocasında. Babama da bakarım, ablamla bakarız babama, sen merak etme, sen rahat ol diyorum. Bir sen yeter ki git demediğim kalıyor kadına.
Ben konuşurken, annem gözlerini yumuyor, sanki dediklerimi daha iyi duymak ister gibi. Sonra, ağzında oksijen maskesi, başını hafifçe eğip kaldırıyor birkaç kez, dediklerimi anladığını anlıyorum aneyimin. Ne garip, daha bir hafta öncesine kadar sıradan bir halin, şu anda küçük bir mucize kategorisinde olması!
Anlayınca beni, sarılıyorum ona, bu kadar kablo arasında, sedye üzerinde sarılmak da zor iş ha. Kafama göğsüne koyuyorum, burası iyi, burada usulca kalıyorum bir süre daha. İyi ki o Malbuşu içmedim diye düşünüyorum.
Sonra kafamı kaldırmam gerektiği bildiriliyor, ziyaret sonuna gelmişiz.
Yoğun bakımdan çıkıyorum, arabama gidiyorum, eve dönüyorum, bir garip hallerde. Apartmana girmeden, telefonum çalıyor, görünmez numaradan aranmayalı da bir on sene olmuştur heralde. Bugün istisnai bir gün gerçekten.
Tahminim doğru çıkıyor, “Siz çıktıktan sonra annenizin nefes alışı durdu” diyor telefondaki kızcağız. Bu görevi kime veriyorlar acaba yoğun bakımda, merak ediyorum? En çömez doktora heralde…Yazık kıza..
“Biz ama solunum cihazın bağladık ve uyuttuk” da diyor. Hay bin balina!
Yahu annem gitmek istemiş, siz izin vermemişsiniz diyorum, içimden ama. Kız ne yapsın? Bıraksaydınız da gitseydi kadıncağız huzurla diyemiyorum.
Seneler önce bir gün Adana’da elemanın teki bir dama çıkıyor, atacam kendimi diye bağırmaya başlıyor. Tüm mahalleli toplanıyor, itfaiye geliyor, atlama şeysini açıyorlar, beklemeye başlıyorlar. Mevsimlerden yaz, hava sıcak. Güneşe kurşun sıkılan bir coğrafya burası biliyorsunuz. Saatler geçiyor ve ama adam ne atlıyor, ne de aşağı iniyor.
Akşama doğru artık mahallelinin sabrı taşıyor, hep bir ağızdan, hemşerileri Murat Kekilli’nin o aralar pek meşhur şarkısını, bir sürü insanın intihar etmeden önce dinlediği şarkısını söylemeye başlıyor:
“Bu Akşam Ölürüm, Beni Kimse Tutamaz”.
Damdaki genç, “hay ben sizin gibi komşuların” diye söylene söylene aşağı iniyor.
90’lar, internet öncesi dönem, Medyum Memiş zamanları yani, şehir efsanelerinin bol olduğu, nefis bir dönemdi. Bu tür hikayelerden çok vardı. Doğru mu değil mi hiçbir zaman bilemeyeceğimiz anonim edebiyat eserleri.
Yoğun bakımdan gelen telefon sonrasında, ben de anneme telepatik mesajlar gönderiyorum. Ona mesaj gönderdikçe de, bu hikaye geliyor aklıma. Kadın belki kalmak istiyor, ne yapıyorsun diyorum. Utanmasan dün yoğun bakımda kulağına takacaktın şarkıyı diyorum.
Bir gülüyorum bir ağlıyorum anlayacağınız.
Korkuyorum da, korkuyoruz ailecek bir yandan, Kenan Işık vakası olmasından korkuyoruz.
Neyse ki korktuğumuz başımıza gelmiyor, annem makinayla ve bu dünyayla son bağını 24 saat geçmeden koparıyor.
Sonradan Esi’den ve çeşitli rüyalara konukluğundan öğreneceğim, sağ salim diğer tarafa geçmiş, burada hiç olmadığı kadar mutlu ve de huzurlu.
Geçenlerde Bodrum’dan Çeşme’ye gidiyorduk, yolumuz vardı biraz yani, yukarıda okumuş olduğunuz hikayenin uzun versiyonunu anlattım ben de kuzenime. İçinde bir sürü başka sihirli işler içeren versiyonunu. Kızcağız “Çok özlüyorsun di mi?” diyebilmişti ancak Torbalı gişelere vardığımızda.
Yok demiştim, çok özlemiyorum, hatta pek özlemiyorum. Hatta gidişinden, daha doğrusu bu şekilde gitmiş olduğu için şükran doluyum da diyebilirim.
Bunu diyince tabi, kızcağızın yaşlı gözleri kaşları da alıp ters köprüye duruyor.
Öyle ama gerçekten, ne yapayım?
Annemi düşündüğümde, içimi dolduran özlem değil. Sevgi ve minnet hissediyorum bolca, baya hem de, özlem değil ama. Çünkü annem o kadar da badem gözlü değil. Benim için değil en azından.
İnsan kaybettiği bir şeyi özler sanırım, bizim ise zaten öyle pek sıkı fıkı bir ilişkimiz yoktu. Sıkı fıkıyı bırak, benim için biraz, hani nasıl diyim, katlanılması gereken bir karakterdi samimi olmak gerekirse.
Eski kafalı, kendini geliştirmemiş, kendi kendine sürekli birilerine ve bir şeylere takılan biri. Muhabbetlerimiz hep gündelik şeyler üzerine, hep küçük şeyler. Yılmaz Özdil okuyan CHPli teyze modeli az çok yani.
Hayatı boyunca hayattan korkan bir insan oldu hep, ben tam tersi olmaya çalıştım. Kurban psikolojisine sahipti, hiç oralara girmemeye çalıştım. Babama bağımlıydı, duygusal olarak, hayatımda kimseye bağımlı olmadan yaşamaya çalıştım, ki belki de bu, biraz başıma da iş açtı ya, neyse…
Buradan bakınca, annem bana kötü örnek olarak örnek oldu diye düşünüyorum bir süredir. Tamam biliyorum beni seviyor, hep sevdi, hem de öyle böyle de değil. Ama 46 yaşındayım anasını satayım, 6 değil, anne sevgisini de ne yapıcam yani bu yaşta di mi?
Annem sayesinde değil, tersine, anneme rağmen bu olduğum insan oldum diye düşünüyorum yani. Düşünüyordum daha doğrusu.
Sonra bir gün geldi, o hastane bahçesi gününden takriben bir beş hafta öncesi yani, bu kafamdakilerin hepsi uçtu gitti. Günlerin köpüğü, tüm bu yılların köpüğü, birikimi, kireci, annemi ayakta duramaz halde gördüğüm o anda, uçup gidiverdi. Hani uykudan uyanırsın ve anında rüyanı unutursun ya. Tıpkısının aynısı.
Kadıncağızı o halde gördüğüm andan gidişine kadar, onun için tek hissettiğim sevgi ve şefkat oldu. Başka hiçbir şey hissetmedim onun için, hani arada bir gıcık oldum tabi ama o kadar ve o kadarı kadı kızında da olurmuş.
Annesini böyle sevmeyi de özlüyor insan. Ben unutmuşum çoktan. Onu en bu şekilde çocukken mi sevmiştim acaba diye düşünmüştüm o günlerde? Böyle mi seviliyordu yahu anne?
Acayipmiş cidden, amasız, mamasız, “o da şöyle dedi”siz, al-versiz. Herhangi başka bir kişi veya olaydan bağımsız. Dertlerinden, geçmişinden, travmalarından, Giritten göçen dedelerinin travmalarından bile bağımsız. Hatta annemin kendisinden bile bağımsız.
Bu yüzden de sanırım, alışık olmayan g*tte don durmazmış, biraz yoruldum ya sonlara doğru, antremanlı değilim böyle sevmeye. Zor işmiş arkadaş.
Böyle düşünürken, önemli bir ampul anı gelmişti, yahu demiştim annem bizi hayatı boyunca böyle sevdi yahu! Hayatının neredeyse 50 senesi, bizi böyle sevmekle geçti. Vay anasını anacım demiştim.
Annemin hastalığından birkaç ay önceydi, bir arkadaşım, annem beni hiç koşulsuz sevmedi demişti. Çok kulağımı tırmalamıştı o laf, nasıl yahu, annelerin başka şekilde sevme hali mümkün mü? Yani biliyorum elbet, kör sağır değilim, duyuyorum böyle anneler. Çok duyuyorum mükemmelliyetçi anne babalar, yine de garip gelmişti ama.
Nasıl o hastalığı sırasında benim için tek önemli şey anamın sağlığına kavuşmasıysa, onun hayayı boyunca da önemli olan bir tek şey vardı, çocuklarının mutluluğu.
Size duyduğu sevgi, şefkat, ne yaparsan yap hep orada. Her türlü ahval ve şeraitte de, hep orada. Şart yok, kota yok, kota aşımı da yok haliyle, başvuru harcı yok, yapman gereken, başarman gereken hiçbir şey yok.
Üzülse de çatlasa da patlasa da, kaygıdan uykuları da kaçsa, ağzından çıkan hep aynı şey:
“Önemli olan senin mutluluğun oğlum.”
Ve bu laf benim için nasıl da hiçbir anlam ifade etmezdi biliyor musun?
Ananızın sizi böyle sevmesi, ve aslında babamın da, o hani pek göstermese de, onun da bir koşulu olmadı hiç bak ne yalan söyleyeyim, şimdi onların sizi böyle sevmesi, bir özgürlük yaratıyor. İstediğin boku yeme, yuvadan istediğin gibi uçma özgürlüğü.
Bu özgürlük de otonomi sağlıyor. Kendi kararlarını almanı, her ne kadar zor ve genelde oldukça kötü de olsa, kendi kararlarını almanı sağlıyor. Yalpalasan da, duvarlara toslasan da pat küt, sonuçta kendi yolunu bulmanı sağlıyor. Başkasının istediği yolu değil, kendi yolunu. Az buz şey değil bu ha, keşkesiz bir hayat yaşamak.
Sonra ama, burada da bitmiyor.
Yuvadan uçunca ne oluyor, kafanı başını türlü belalara sokuyorsun di mi?
Ben de nasibimi bolca aldım onlardan. O başımı soktuğum türlü belalardan, o çok gurur duyduğum feleklerden, kara tünellerden bir şekilde çıktım, bunu da ama hep kendime yordum. Peki, şu anda yerin 2 metre altında veya yine cezaevinde veya La Pais’de değilsem eğer, bunun telifi münhasıran benim mi?
Birkaç kere “Sen nasıl bağımlı olmadın ya?” diye soranlar oldu, eski dönemlerimi bilenler. Nasıl çok savruldum ama çok da açıklara düşmedim? Nasıl bir şekilde herşey tamamen boka sarmadan yolumu buldum? Hafif kibirle karışık cevaplar verirdim bunlara, “ben” ile başlayan ve biten. Artık cevabım biraz daha farklı:
Çünkü kendimi sevgiye layık biri olarak gördüm hep.
Çok derdim oldu kendimle, başarısızlık duygusu mesela, ama öz sevgi, hiçbir zaman ilk üçe girmedi. Hiçbir halde, kendimden en çok utanç duyduğum Bayrampaşa günlerinde de, 2014 buhranında intihar hülyalarıyla cebelleşirken dahi, sevilmeye layık birisi olmadığımı düşünmedim. Çok şey düşündüm, ama bunu düşünmedim. En boktan, en karanlık zamanımda bile, içimden bir ses, “iyisindir sen ya” dedi.
Bu ne kadar da değerli bir şey, şimdi anlıyorum.
Birçok şeyi ancak anladığım gibi, bunu da ancak anlıyorum. Hele ki bu spritüel alemlere girdikten sonra, garip ama, bunu daha da iyi anlıyorum. Her şeyin başı, kendini sevmekle başlıyor ve bu yoksa, işimiz bir kat daha zor.
Velhasıl sevgili kuzen, anca anlıyorum, 46.5 yıllık ana-oğul serüvenimizin son dakikalarında, anamın bana verebileceği en önemli şeyi zaten vermiş olduğunu.
Bugün geldiğim yere, ona rağmen değil, onsuz gelemeyeceğimi anca anlıyorum.
Meğersem annemin, ve aslında babamın da, bize verilebilecek en güzel hediyeyi vermiş olduğunu şimdi anlıyorum. Hayatım boyunca burun kıvırdığım, içimi içimi sıkıştıran aile fikrinin, yuvanın, ne kadar önemli olabileceğini anca anlıyorum...
İşte böyle kuzen, özlemek değil dediğim gibi, şükran daha çok. Şükran doluyum annem bu şekilde gittiği için. Kainat, veya tanrı veya işte biliyorsunuz her ne ise, ablama da bana da, giderayak annem, bize değerini hatırlattığı için.
Sonra kuzen, devam ettiğini de biliyorum. Her gün konuşuyorum onunla. O bu taraftayken birkaç haftada bir konuşurduk, o da mümkünse 45 saniyeyi geçmemek üzere. Şimdi, eskiye döndük biliyor musun, şimdi yine ona her şeyimi anlatmaya başladım. Her gün anlatıyorum, biliyorum dinliyor da.
Bak aney diyorum, eskiden her gün konuşmak isterdin, şimdi her gün konuşuyoruz.
Gülüyor, biliyorum. Yanımda olduğunu da biliyorum, beni hala ilk günkü gibi sevdiğini de. Aman şüpheye düşmeyeyim diye, işaretler de gönderiyor zaten..
Buradan bakınca kuzen, nasıl şükran dolmayasın ki?
Bir önceki bölümü okuduysanız, biliyorsunuz, Mark’la Amsterdam’daki terapi seansımı, kıçımdan nasıl gökkuşakları ve kelebekler çıkmış olduğunu. Ölümün bir son olmadığını, harika bir yerden geldiğimizi ve harika bir yere döneceğimizi bilmişim, öğrenmişim orada.
Sonra da karşıma After çıkmış, hani şu NDE kitabı, normalde elimi sürmeyeceğim kitabı, Amsterdam deneyimi saolsun, elimden bırakamamışım. NDE hikayeleriyle de iyice ikna olmuşum. Yok yok yahu devam ediyoruz, ölmek yok, yola devam.
Sonra bu da yetmemiş, Nil’le tanışmışım. Akıl almaz ve ama gerçek mi gerçek bir ölen anneanneden mesaj hikayesi anlatmış. Bu da beni Esi’yle tanıştırmış, böylece Ruhlar Dünyası 101 başlamış.
Bundan birkaç ay sonra ise, annem ölmüş.
Peki niye böyle oldu? Sapına kadar bir ateistken, hayat karşıma niye bu insanları çıkardı ve sonra da annemi aldı?
Peki şunu sorayım, bunlar olmasa, bu şükran halinde olacak mıydım?
Bunların hepsi bir tesadüf mü, yoksa tesadüf diye bir şey yok mu? Büyük bir planın parçaları mı bu olanlar, yoksa arada hiçbir birlik, hiçbir birliktelik yok mu?
Einstein demiş ya, hayatı yaşamanın iki yolu var, biri hiçbir şeyin mucize olmadığını düşünmek, diğeri her şeyin mucize olduğunu düşünmek.
Hayatımın büyük bölümünde ilk yoldan şaşmadım.
Hayat dediğin şey, öyle üstüne ağdalı yazılar yazılacak bir nane değil. Büyük bir hikaye falan yok ortada. İnsanoğlu evrimin, dünya da kozmik bir tesadüfün sonucu. Ne büyük bir plan var ne de büyük güzel bir resim, Büyük Sayılar Kanunu var, hepsi o…
Bir de işte ikinci yol var, yeni yeni yol aldığım yol.
Peki hangisi doğru? Veya, mutlak doğru diye bir şey var mı? Kendi gerçekliğimizi yaratan bizler değil miyiz biraz da?
Böyleyse eğer, ben de bu hakkımı kullanırken, renklisini seçiyorum hikayenin. Pleasantville’in renklisini seçiyorum, Einstein’ın tarafını. Önüme çıkan bu kapıların hiçbirinin bir tesadüf olmadığını seçiyorum, iyi ki çıkmışlar iyi ki geçmişim demeyi seçiyorum.
Haklı değil, mutlu olmayı seçiyorum yani.
Duygusal değil, pragmatik yaklaşıyorum. Böyle düşünmek çünkü, böyle bakmak dünyaya, beni daha iyi bir oğul, daha iyi bir kardeş, daha iyi bir dayı (o yeğenlere de gel de iyi dayı olma), daha iyi bir arkadaş, dost, komşu oluyorum. Hani belki de bir gün, iyi bir baba…
Bu ikinci yola methiyeler düzüyorum ama, burası da sırf gökkuşakları ve boynuzlu atlar değil. Buranın da kendi girdapları, labirentleri, kendi Tayyipler var.
Burası da, bir sonraki bölümde göreceğimiz üzere, bir egolar dünyası. Spritüel ama en az spritüel olmayanlar kadar şişik egolar ve bunu anlamam da, öncelikle kendimden…