Romanımla Sana Bir Ses. S01E02. Days of Mastika
Mastürbasyonu keşfim, evde bir bayram havasına yol açmıştı. Hele ki anamın değmeyin keyfine. Zil takıp oynayacak kadın az kalsın. Gidiyor geliyor ablama, “bak gördün mü, ben sana demedim mi?” diyor.
Şimdi muhafazakâr okuyucuların sabrını fazla zorlamak istemem ve daha fazla kafanızı da karıştırmak. Evdeki sevincin nedeni, keşfimden çok, keşfimin sonuçları esas olarak. O yaza kadar, dayak tehdidi olmadan banyo yaptığım pek görülmemiş. Tomas’lı kampingden döndüğümüzden beri ise, banyodan çıkmaz olmuşum ama tabi bilmiyorlar niye bizimkiler zırt pırt banyodayım, parmaklarım büzüş büzüş çıkıyorum.
Bu beklenmedik değişiklik de evde hayretle karşılanıyor ve annemi gururla dolduruyor. Oğlu sonunda müessir medeniyler hijyen seviyesine ulaştı.
O güne kadar çünkü, gününü tenis antrenmanında, kaykay sahasında ve mahalle maçlarında geçiren biri nasıl kokarsa öyle kokuyorum. Bundan da en çok ablam şikayetçi, hele benle arabaya katiyen binmek istemez. “Anne bu Körfez’den bile daha fena kokuyor” der, annem onu avutmaya çalışırdı: “Kızım, merak etme, kızlarla gezmeye başlasın bir, yapar o zaman kendi kendine banyosunu”.
Pamucak dönüşü, annem bazen günde birkaç kez girdiğim banyonun kapısında beni yakalamaya, “Kim o şanslı kız?” diye sıkıştırmaya başlamış. “Karen Wagner” diyemiyordum tabi, “Aman anne ya” deyip utanç içinde kaçıveriyorum. Annemin bu soruları bir 30 sene daha sürecek, ölüm döşeğine kadar, ama oralara sonra geliriz.
İşte annem kızlarla gezmeye başladığıma kanaat getirmiş, rahatlamış, bir oh çekmiş. Ama şimdi düşünüyorum da, bence rahatlayan sadece burnunun direği değil. Kalan şüphelerine de son vermiştim büyük ihtimalle çünkü kızlarla geziyor olmam ne demek, homoseksüel olmadığımın da ilk net kanıtı. Adana’dan beri taşıdığını bildiğim “Acaba?’ya bir son. Ahhh o insanı gibi sert Çukurova yılları.
Bu dramatik girişe bakmayın, Adana yıllarımız güzeldi aslen, genelde de mutlu anarız o günleri ailecek. Bolca arkadaş, bitmek bilmeyen yazlar, aynı anda apartmanlardan yankılanan “Haydi yemeğe!” sesleriyle yüz buruşturarak eve dönüş, bin bir çeşit yaramazlık, uzun tatiller, uzun masalar, uzun eşekler. İki full terelelli dönemini saymazsak, normal bir çocukluk bile diyebiliriz ve onlara da gelicez birazdan.
Adana’da Baraj Yolu’nda oturuyorduk, şehrin yeni gelişen bir bölgesi, hala etrafta bolca boş arazi ve bendeniz de bölgenin cemiyet hayatında pek aktiftim. Günlerimi tayyare böceklerinin götüne ip takıp gezdirmekle, çeşitli patlayıcılarla (torpil, mantar tabancası ve kız kaçıran) birilerinin gözünü çıkartmakla, bilye oynamakla geçiriyordum.
BMX’lerimizle ki benimki kontra-pedal, dağ-tepe dolaşır, sonra geberene kadar futbol oynar, halimiz kalırsa da Bezirganbaşı, Yakar Top, Birdirbir, Körebe, Yağ Satarım Bal Satarım, Uzun Eşşek, Topaç, Köşe Kapmaca. Arada Frigo, Bıcıbıcı, süt darı yer, turşu suyu içerdik ki 39 derecede ne kadar akıllıca tartışılır. Mahalledeki dev dut ağacından topladığımız yapraklarla evde ipek böceği besler, kozadan çıktıklarında ne yapacağımızı şaşırır, ninemizin ensesinden içeri atıp sıvışırdık.
Akşam oldu mu, pazarlıklar başlardı:
“ANNNEEEEEEE, MAÇ BİTSİN ÖYLE GELİYİM NOOOLUUUURRR!”
Sokak güzel ama işte öyle her istediğinizde çıkmak da yok. Hele ki sıcak aylarda.
Uzun süre dövünmeniz, pazarlık etmeniz gerekir ve o zaman çocukların pazarlık güçleri yok denecek kadar az. Biraz uzat, biraz “Ya anne ya” fazla kaçsın, “5 Parmak Tatlısı ister misin?” geliverir hemen. Orada durmazsan da beş parmağın kendisi.
1985 Haziran’ında bir pazar sabahı da herhangi bir yaz sabahı gibi başlamış. Kalkış, pijamayla mutfağa uçuş, “Anne kaçta inebilirim” ile anneyi karşılama, “insan bir günaydın der” ile annenin sizi yerine oturtması, babaya ölü köpek bakışıyla dönüş, sonuç alamama.
Sonra kahvaltı başlıyor, ben bir yandan yumurtanın kabuğunu kırıyorum, bir yandan da dışarı çıkmak için yeni ne argümanlar üretebilirim onu düşünüyorum. Ama işte, bilmiyorum ki o sırada o sabah herhangi bir yaz sabahı değil, çok kritik bir sabah. Ben ağzımdaki yumurtaları fışkırtarak fışkırta artık o sabah sokağa çıkabilmek için ne uyduracaksam henüz uyduraamadan, bana kahvaltı bitince sokağa çıkabileceğimi müjdeliyor.
Ne, nasıl yani, bu da nereden çıkmıştı? En ufak bir fikrim yoktu ve bunun herhangi bir önemi de. Son merdivenlerden de kayıp, Mekaplar’ım yere konduğunda, sulu yumurtanın parçaları hala dudağımın kenarında. 7. Kattan en hızlı iniş, yeni bir mahalle rekoru.
O sabahı bu yüzden işte çok iyi hatırlıyorum ama sokak kısmını, çok da net değil. Herhâlde yine bilyeyle başlamışızdır olimpiyatlara, bir sürü bilye yütülmüşümdür, biraz Kızkaçıran atmışızdır sağa sola, akşamüstü illaki maç yapılmıştır, olağan işler. Ama akşamı, akşamını çok iyi hatırlıyorum işte.
Sokakta geçen 10 saatin ardından eve girmişim, eğilmiş, ağzım yüzüm ellerim kir çamur ve sümük içinde, ayakkabılarımı çözerken, annem beni kapıda karşılamış, babamın beni oturma odasında beklediğini söylüyor. Annem niye bana iş görüşmesine gelmişim gibi davranıyor bilmiyorum. İlginç haberdi ve bir o kadar da heyecan verici, babamla bir şeyler yapacaktık düşünsene! Sabahtan beri sokaktayım ve üstüne bir de babamla oyun, dünyanın en güzeli bugün be yahu!
Oturma odasına uçuyorum bokumda boncuk bulmuş şekilde ve babamın karşısında zar zor fren yapıyorum. Babam, elindeki televizyon kumandasını usulca kanepeye bırakıyor, bana dönüp hiç beklemediğim yerden soruyor:
“Erkeksin değil mi?”.
Bu sorunun cevabını 8 sene önce Mersin Devlet’te almış diye biliyorum, sonra diyorum belli ki bir oyun oynuyoruz, mızıkçılık bilmişlik yapma ve “Evet baba” diye haykırıveriyorum.
“Güzel git tüfeğini getir şimdi.”
Oyun uzuyor, silahlar çıkıyor, nefis. 15 saniye sonra, plastik tüfeğim omzumda, aynı noktadayım.
“Asker selamı ver” diyor bu kez babam ve ufak bir bocalama, babama ilk kez asker selamı veriyorum sonuçta, önce bir sağ kalkıyor sonra sol sonra ikisi birden, sonra veriyorum ama.
Sonra bir soru daha: “Erkeksin değil mi?”
Hmm bu bölümü geçtik sanıyordum, aslında ben baştan kalmışım bu bölümde o sırada bilmiyorum, kafam karışıyor tabi ama sorun değil. En kötü oyun bile hiç oyundan iyi di mi? Bir kez daha evet diyorum ve babamın suratı yine aynı hali alıyor. Bence siz de bilirsiniz. Hani misafirliklerde babanız sizi taşısın diye uyur numarası yaparsınız ya, benimki yüzümün dibine kadar girer, uyuyup uyumadığımı incelerdi ve ben her seferinde iyice kıstım sandığım gözlerimden yakayı ele verirdim. O bakış var yine yüzünde işte.
Bunu birkaç kere daha tekrarlıyoruz, erkeklik sorgusunu yani. Her seferinde, daha da fazla bağırmamı istiyor ve sonunda “ERKEĞİM BABAAAA” diye yeri göğü inletip gülmeye başlıyorum.
Kumandayı alıp, televizyona dönüyor yeniden, “Mutfağa git şimdi” diyor, “Annen konuşacak”.
Aynı avanaklıkla mutfağa girince annem, birazdan akşam yemeğimiz olacak koca karpuzu dikkatlice tezgâhın üstüne koyuyor. Sonra bana dönüyor, eğiliyor, elleri omuzlarımda:
“Oğlum bak, ibne olma, anlıyor musun, ibnelik hiç iyi bir şey değil. Bundan sonra dikkat et olur u bak, senin iyiliğin için söylüyorum”.
Şimdi itiraf etmem lazım ki geldiğimiz bu noktada artık kafam hepten karışmış. Öncelikle annem evin şakacısı değil, o benim, sonra bu da öyle pek şaka gibi de değil. Ama yine de kikirdemem mi lazım o anda, tam bilemiyorum. Babam gibi, ben de annemin yüzünü incelemeye başlıyorum, gel gör ki yok anacım, dudak kenarlarında bir yukarı kıvrılma falan. Uzunları gözlerimin içine dikmiş, ilk andaki gibi aynı kaygıyla bakıyor. O sırada anca fark ediyorum durumun ciddiyetini…
Bir garip alemlere gidiyor kafam ve beraberinde de gözlerim, gözlerimi tezgâha çevirdiğimi çok iyi hatırlıyorum mesela ve çocukluğumu iyi hatırlamasam da o, tezgahtaki karpuzu da hatırlıyorum, kesme tahtasının üzerindeki bir kalıp beyaz peyniri, yani akşam yemeğimizi de. Peynirin kaç santim olduğunu, 4 kişiye eşit dilimler düşmesi için nerelerden kesilmesi gerektiğini, karpuzun acaba kaç kilo olduğunu hesaplamaya girişiyorum o halde.
Annem, omuzlarımdan sarsarak beni dünyamıza geri getiriyor:
“Oğlum, duyuyor musun ne dediğimi, ibne olmak yok diyorum sana di mi?”
Ne dedim açıkçası pek hatırlamıyorum. Herhâlde tamam falan deyip geçiştirmeye çalışmışımdır veya sadece başımı sallamış da olabilirim. Ama itiraz etmediğimden veya ısrar, eminim. “Hayır anne, lubunyayım ve gururluyum” dememişimdir yani, “ben buyum işte, beni olduğum gibi kabul et” de. 80’lerdeyiz ve sonuçta çocuk ibneliği son derece istisnai ve korkuyla yaklaşılan bir hal.
Hem sonra, neye itiraz ettiğini bilmeden de itiraz etmemeli di mi bir şeye?
Konu hakkındaki bilgilerim feci kısıtlı. Çok ama çok kötü bir şey olduğunu biliyordum o tamam, radyasyon veya anarşi veya ozon deliği gibi mesela. Ama bunlardan önemli bir farkı vardı ve birisine ibne dedin mi, ağzının ortasına yumruğu da yiyiverirdin. Bir “ibne” bir de “OÇ” en büyük küfürlerdi, kavgada söylenenlerden. Mesela şimdiye kadar kimseye ibne dememiştim, ama bir kez OÇ demiştim.
O yaz Rocky III’ü seyrettikten sonra ve henüz Eye of the Tiger bitmeden, aşağı fırlamıştım, yumruk atmamış olmama, bu konudaki bekaretimi bir son verme sevdasıyla. Çok da iyi bilmediğim, yakın çevremden olmayan bir çocuğa “OÇ”mi demiş, ilk yumruğumu yemiş, sonra ilk yumruğumu atmış ve erkekliğe bir adım daha yaklaşarak, gururla uyumuştum o gece.
Şimdiyse erkeklik konusunda işler karışıktı belli. İbne tam nasıl olunuyor bilmiyordum ama, tam olarak erkek olmayanlara deniyordu, o kadarını biliyordum. Kadınlara denmiyordu mesela. Ama nasıl olunurdu, nasıl kapılırdı, virüs gibi radyasyon gibi miydi mesela, oralarını hiç ama hiç bilmiyordum.
En bilmediğim de ne ara ve nasıl ibne olduğum. Son dönemde farklı ne yapmıştım da ibne olmuştum acep? Hadi bir şekilde nasıl olduğumu öğrensem de nasıl kurtulacaktım? Onu da bilemiyordum ve bu peynirin bize nasıl yeteceğini de.
“Böyle göbek atmak, milletin ortasında oynamak olacak iş değil oğlum.” diye devam edince annem, elleri omuzumda, bak işte o sırada biraz gizem kapısı aralanıyor.
“Yapma olur mu bak böyle şeyler. Belki oyun diye yapıyorsun ama sonra belli olmaz nerelere gider. Komşular konuşmaya başlamış bile.”
Annem devam ettikçe, konu gittikçe aydınlanıyor ve özeti ve ibneliğimin sebebi şu: Akapella.
Şimdi şöyle ki, tüm mahalleli çocuklar, senenin 6 ayını kavurucu güneşin altında oynayarak geçirdiğimiz için, küçük keçi boklarına dönüyoruz daha henüz yazın başında. Bu kavrukluk da bize müthiş bir sıcak toleransı sağlıyor, evrimsel bir avantaj. Yazın damlayan Alamancı çocuklarına dev fark atıyor mesela her türlü koşturma gerektiren oyunda özellikle ve hani arada da sebepsiz yere ama hafiften dövüyoruz (ben seyrediyorum, dövemiyorum ben) bunları sırf yürek hoplatan oyuncakları var diye.
Yine de yazın öyle saatler oluyordu ki, marsıklığımız da bıcıbıcı da Frigo da bana demez, işe yaramaz. Eve dönüp birkaç saat uyumak en mantıklısı belki bu saatlerde ama ya geri salınmazsan? Hiçbirimiz bu Allah yazdıysa bozsunu göze alamadığımızdan, o akrep sıcaklarını, ipek böceklerimizin anası, dev dut ağacının altında geçiriyoruz genelde, püfür püfür.
O ağacın altında saatlerce yan yana yatar, bir yandan yapraklarını seyreder, bir yandan da o hafta seyrettiğimiz filmleri gerçekte olmuş gibi birbirimize anlatırdık:
“Babamın ofisteki arkadaşı uçan kaykay getirmiş Amerika’dan, babam bana da ısmarlamış.”
“Dayım çıplak gösteren dürbün almış Almanya’dan bize getirecekmiş.”
“Bir siktir git” diyemezdik birbirimize, çünkü zaten “siktir git” demezdik, hatta pek öyle küfür de bilmezdik. Çok zorunda olmadıkça en fazla eşşoleşşek, sıpa, embesil falan, bildiklerimiz bunlar. İbne ve OÇ anca kavga sırasında dediğim gibi.
O ağacın altındaki saatler, günün kalanından farklı olurdu. Günün diğer saatlerinde aklımız fikrimiz kimin ensesinden kızkaçıran bırakacağımızken, orada bir garip olur, başımızda bir kavak yelleri, şarkılar söylemeye de başlardık mesela.
Sonra bir çember oluşturur, üstümüze başımıza vura vura müzik yapardık, bir tür Çukurova akapellası:
Oooooo Mastika Mastika
Ooooo sigarası Malbora
O zamanlar bir yandan da video furyası yılları. Yorgancıların, yufkacıların, radyo tamircilerinin yerlerini video kasetçilere bırakmaya başladığı, her orta sınıf eve Beta veya VHS (biz betacıydık, ezo) video oynatıcıların girdiği yıllar.
Bizim apartmanın altında da bir video dükkânı açılmıştı, ablamla benim için bir Alice Harikalar Diyarı. Bu dükkan sayesindedir ki Baraj Yolu’ndan, Adana’dan, Çukurova’dan ve hatta İzmir’den, İstanbul’dan öte dünyaların varlığından haberdar olmuştuk, hem de ne dünyalar. Beni yakında travmalardan travmalara sokacak dünyalar.
Ablamın esas derdi, Amerikan Koleji’nde de okuyor ya, Amerikan gençliği: Teen Wolf, The Breakfast Club, Pretty in Pink vs. kiralıyor.
Ben onun her kiraladığını zaten birkaç kez izliyorum ama benim de uzmanlığım casuslu, ninjalı, karateli, Yakuzalı ve dövüşlü her tür film. (bkz Rocky, İlk Kan, Kan Sporu).
Bu filmlerden birinde, neredeyse bir Serçe büyüklüğünde bir teyp etrafında çember olmuş liseli gençlere denk gelmiştim, arada bazıları öne fırlıyor, böyle çemberin içinde abudik gubidik danslar falan. Yerlere düşmeler, ayaklar havada dönmeler, bir garip. Babamla oynadığımız Kurtulmamaca’ya benzeyen işler. Yerlerin tozunu alan gencimiz ayağa kalkınca, bir sevinç dalgası kopuyor, genci kızlar öpücüklere boğuyor, herkes pek bir eğleniyor değmeyin keyiflerine, sonra bir genç daha atlıyor ortaya.
Artık, dut yemekten girdiğim şeker komasından mı, sıcak çarpmasından mı bilinmez, ben de Mastikalar, Malboralar’ın ortasına fırlayıp, dans etmeyi adet edinmiştim. Yalnız o Amerikalı abilerin danslardan habersizim elbet, bildiğim tek dans göbek dansı, hani şu yılbaşı geceleri TV’de çıkan ablalar gibi, ben de onu yapardım elimden geldiğince. Parmaklarımı şıklatır, göbeğimi, kalçamı sallardım. Herkes pek gülerdi, onlar güldükçe ben de daha çok kıvırır, şokkiri şokkiri döner dururdum çemberin içinde.
Sanırım konunun nereye gelmekte olduğunu vardığımı anlamışsınızdır.
İşte bu dönüşlerim, şokkirilerim, figürlerim söz olmuş mahallede, birtakım komşular görmüşler ve her iyi komşu gibi gidip bizimkilere ispitlemişler, demişler ki sizin oğlan şöyle böyle olma yolunda. Bizimkiler, öyle her duyduklarına inanacak, kuru gürültüye pabuç bırakacak insanlar değiller elbet, biri doktor, biri mühendis sonuçta. Şöyle böyleliğimi kendileri görmek istemişler.
O yüzden işte o Pazar sabahı, ben yalvarmadan daha beni sokağa salmışlar, sonra arkamdan onlar da çıkmış, arabaya atlayıp dut ağacına bakan bir yere çekmişler. Kaç saat o klimasız arabada zaman geçirdiler bilmiyorum. Sonunda ama bir noktada dut ağacına gelinmiş, çember de oluşturulmuş, sonra bir bakmışlar biricik oğullarının götü başı bir oynuyor! Korktukları başlarına gelmiş evet ama, annem doktor ya, biliyor erken teşhis hayat kurtarır, bir ihtimal demişler, konuşalım belki durdururuz hastalığın ilerlemesini!
O pazar akşamı sonra her beraber oturduk, karpuzumuzu ekmeğimizi peynirimizi yedik, peynir yetti. Ablam konuştu durdu, vır vır tüm gün neler yapmış onu anlattı durdu. Ben pek ağzımı açmadım, zaten neler yaptığımı yeterince biliyorlar o gün. Hem erkek dediğin öyle fazla konuşmazdı di mi?
Sonraki hafta da pek konuşmadım, pek bir şey de yapmadım, hatta sokaktan da çektim elimi ayağımı. Evde oturdum, Temel Reis okudum çoğunlukla, biraz da çizgi film. Nedense içimde bir korku var, dışarı çıkarsam konu yeniden açılır diye düşünüyorum, Allah saklasın bir çembere denk gelirim de giriveririm. Sessiz geçti o hafta yani, olaysız, bir asgari geçit töreni daha yapmadan, bizimkiler de konuyu unutmuş görünüyordu, ama fazla sürmeyecek.
Bir hafta sonra, yine bir pazar akşamı, televizyonda Uğur Dündar seyrediyoruz ailecek, proto-Arena programı. O zamanlar, televizyonda (yani TRT1’de) ne varsa seyretsen iyi ederdin yoksa okulda geride kalırdın. Çünkü seyrettiğimiz her şey ertesi gün sokağın, okulun en önemli konularından ve bu Uğur Dündar için de geçerli. Geniş katılımlı Uğur Dündar sempozyumları yapılır, herkes, kimse tam olarak ne bok olduğunu anlamamış da olsa, önceki akşam Uğur Dündar’ın yakaladığı kötü adamlarla ilgili fikirlerini beyan ederdi.
O günkü bölüm ama hepten kafa karıştırıcı. Bizim dosta güven düşmana korku salan dev gazetecimiz, o akşam yine polislerin peşinde mikrofonuyla koşuyor, polis bazı kapıları kırıyor, bağırışlar çağırışlar. Uğur Dündar da polislerin peşinden o evlere giriyor, bir yandan soluk soluğa bir şeyler anlatıyor, ben yine ne oluyor anlamıyorum.
Bazı kadınlar yerlerde sürükleniyor, dövülüyor, saçları başları çekiliyor. Kafam da işte burada iyi karışıyor çünkü o saçlar kısmı, çeken polisin elinde kalıyor, “ne biçim saçı var bu kadınların” diyorum. Hepsi çok makyajlı, çok küfrediyor bir de.
Bir gariplik var ama ne, tam anlamıyorum. Polis bunları niye dövüyor, onu da anlamıyorum.
“Beyoğlu Polis Amiri” geçiyor haberin içinde bolca, “Pürtelaş Sokak” geçiyor, ne komik isimmiş diyorum, “zina” ve “fuhuş” da geçiyor sonra ama bunlar ne anlamıyorum. Zinayı zaten herhâlde bu ilk duyuşum, ikincide, zaten başım büyük belaya girecek, hem de pek fena. Oraya yakında geleceğiz elbet, önce bu travmayı bitirelim.
Bu kafa karışıklığının ortasında, annem bana dönüyor: “Bak oğlum, bunlar gibi mi olmak istiyorsun” diyor. Konunun bir şöylelik böylelikle, ibnelikle alakası olduğunu o noktada anlıyorum ama o yerlerde sürüklenenlerle benim ne alakam var bakın onu da anlamıyorum. Çok ama çok şey anlamıyorum ama kesinlikle ama kesinlikle annecim, ben böyle yerlerde sürüklenmek istemiyorum. Lütfen Allahaşkına söyle nasıl olmama gerektiğini olmamak için ne gerekirse yaparım, bisikletimden vazgeçer, bir daha bıcıbıcı veya dondurma bile yemem.
Annem başka bir şey demiyor, herhangi bir açıklama da yapmadan, mesajını veriyor, uyarısını ekrana geri dönüyor. Bana yine esmer günler kaldı.
Acaba diyorum bu son hafta yine kafalarını mı karıştırmışım? Tüfeği getirip bir askeri geçit töreni daha mı yapsam?
Sonra vazgeçiyorum tüfekten de asker selamından da, odama dönüyorum ve Temel Reis’ime. Bu fırtına geçene kadar da Temel Reis’ten başımı kaldırmıyorum.
Allahtan ne annem ne babam bu konuyu o akşamdan sonra bir daha açmıyorlar, ben de bir daha zinhar göbek atmıyorum. Dut ağacına yaklaşmıyorum bile ve bu yüzden ipekböcekçiliğini de bırakıyorum. Yavaş yavaş konu tamamen unutuluyor ve bir sonraki yaza kadar, cinselliğimle ilgili başım bir daha belaya girmiyor. Yine de biliyorum, tahmin ediyorum yani, bir yerlerde, kafalarının içinde, en azından mastürbasyonu keşfe kadar, bir “acaba?” olacak hep, yatkınım belli, yakından izlenmeliyim.
İşin ilginci, o Uğur Dündar bölümünün ana kahramanlarından, meşhur Beyoğlu Polis Amiri Hortum Süleymanla da Beyoğlu’yla da ve 20 sene evim diyeceğim Cihangir’le de tanışmam bu şekilde oluyor. Hortum Süleyman’ın, o televizyondaki polis amirinin, Beyoğlu’nda yaşayan eşcinsellere hayatı zindan etmeye, onları karakola çekip hortumla dövmeye ilk başladığı yıllar bu muhtemelen. Ama burada durmayacak tabi, 90larda da tüm gaz devam edecek.
Bu arada dediğim gibi bu konu bir daha açılmıyor ama anneme o akşam içimden verdiğim sözü kısmen de olsa tutabiliyorum. Polisten çok dayak yiyeceğim ileride, Beyoğlu karakollarında da zaman geçireceğim, sonra yerlerde çok sürükleneceğim, saçlarım da çekilecek ama kimsenin elinde kalmayacak saçlarım ve bunların hiçbiri annemin korktuğu sebeplerden olmayacak.
Şu zina ve fuhuş ise, bakın işte bunlar hemen bırakmıyor peşimi, bir sonraki yaz, yine başım belada.