Gezi Direnişi tutuklusu Av. Can Atalay'a açık mektup
İnsanın anlam ve kabile arayışına dair boğaza bol yumru oturtacak bir yazı.
Sevgili Can kardeşim,
Sen farkında değilsin ama, sana aylardır bir şeyler yazıp duruyorum. Sonra siliyorum. Sonra yine yazıyorum. Zihnimdeki çöp kutusunda sana kaç yarım mektup var, sayısı belli değil.
Yazdıklarımı bir türlü beğenmiyorum çünkü, baktım ki, yazdıklarımı açıkçası kendimi iyi hissetmek için yapıyorum (aşağıda döneceğimiz bir konu bu). Mesela zor zamanların, nasıl da güzel insanlar yaratabildiğinden bahsedecektim sana: Uruguay eski devlet başkanı Pepe’nin veya Nelson Mandela’dan örnekler verecektim (ki ilkinin hikayesini, Hakan Altınay'’dan öğrendim, ne güzel adammış Pepe de Hakan da!).
Zaten halihazırda senin gibi güzel bir adamın, böyle bir deneyimden nasıl daha da güzel çıkacağına olan inancımı anlatacaktım. “Travma sonrası gelişim” gibi tabirler kullanacaktım belki (hatta Hakanla bu konuları konuşuyoruz her gelişimde).
Hatta, neredeyse “iyi ki girdin içeri kardeşim”e gelecekti konu. Sen de içinden “Çok beğeniyorsan sen gir o zaman” diyecektin büyük ihtimalle.
Sonuç olarak, pek samimi bir mektup olmayacaktı bence. Senin gibi, hayatını dürüstlük ve samimiyet üstüne kurmuş birine yapılacak iş değil hocam.
Senin oradan çok daha güzel bir adam olarak çıkacağından en ufak bir kuşkum yok, yanlış anlama. Ama ne zaman aklıma gelsen, “adam daha da güzel olacak ya ne güzel” diyip de yüzüme bir gülümseme yayılmıyor açıkçası. Seni düşündükçe boğazıma bir yumru oturuyor. Bu yumrunun sümüksel sonuçlarını da, görüşmemizde omzuna bırakmıştım hatırlarsan.
Peki, adama alttan alta “Dayan kardaş” mesajı vermeyeceksek (ki dayanmayı biz Can’dan öğrendik, ona öğretecek değiliz), o halde ne yazacaz? Can’a ne yazılır?
Bunları düşünürken sonra aklıma eski günler geldi. Hani Marmara Hukuk koridorlarında, ÖDP Kadıköy’ün balkonunda, Kadıköy sokaklarında (hatta Çiya Kebap’ta) koluma girip, “Aşkın konuşalım mı?” derdin ya. Acaba dedim, Can koluma girse yine bugün, neler konuşurduk. Onları düşündüm bir süre.
Biz o günlerde, senle hep büyük şeyleri konuşurduk hatırlasan:
İşçiler nasıl bilinçlenir?
Devrim nasıl olmalı?
Troçkistler niye anlamıyor?
Bir kebap daha söylesek mi?
Ama, mesela, insan doğasından bahsetmezdik hiç. İnsan neye ihtiyaç duyar, insan ne arayışında bu hayatta, insanı ne mutlu eder? İnsan özünde nasıl bir yaratıktır?
Gerçekten Hobbes’un dediği gibi, birbirinin kurdur mudur, yoksa Kropotkin mi haklı – aslında, özümüzde, iyiyiz (şartlar aksini gerektirmedikçe).
Sonra bu modern hayat, bu ihtiyaçlarımıza ne kadar cevap veriyor, onları da konuşmazdık. Bunlar hiçbir MYK toplantısında da, belediye meclisinde de, TKP kongresinde de konuşulmuyor bu arada. Ama, insanoğlunun en temel ihtiyaçlarını konuşmadan, sorunlarımıza nasıl çözüm bulacağız ki?
Kıssadan hisse, bu sefer de, ben senin koluna gireyim mi? Seneler sonra, bu kez yazarak biraz kafa patlatalım, ne dersin? Bu mektupla mesela, insanların, bana kalırsa en temel ihtiyaçlarından ikisi, kabile/aidiyet ve anlam arayışı konusunda biraz konuşalım, olur mu?
Bu arada, bunu da, senin cevapları da, yayınlamak, paylaşmak isterim, böylece kamusal bir tartışma çıkar belki ortaya, başkaları da katılır, ne dersin? (zamanım yok diyemezsin bak onu biliyorum).
Neyse ben başlayayım:
Kabile/aidiyet arayışı ve ihtiyacı
“Tribe” diye bir kitap var hiç duydun mu bilmiyorum. Yazarı Sebastian Junger, bir savaş muhabiri. Kariyerine Bosna savaşıyla başlıyor, birçok savaşı Amerikan ordusuyla birlikte izliyor. Kitap, insanların, savaşla ve zor zamanlarla olan ilişkisi üzerine.
Mesela Bosna savaşı sırasında henüz 17 yaşında olan Saraybosnalı bir kadınla (Nidžara Ahmetašević) konuşuyor. Evlerinin içine giren bir şarapnel parçası yüzünden bacağı ağır şekilde sakatlanıyor hatunun. Savaş şartları nedeniyle anestezi olmadan ameliyat ediliyor bacağı. Junger’ın da Nidzara’nın da o günlerin Saraybosna’sı ile anlattıkları, kan dondurucu. Bu kadar acı ve vahşet, hem de herkesin gözü önünde, nasıl olur, aklın almıyor. O zaman da aklımız almamıştı zaten, hatırlarsan.
Nidzara, yaşadığı mahalledeki beş apartmanı nasıl 60 ailelik bir kooperatife ve etraftaki boş alanları nasıl bostana dönüştürdüklerini anlatıyor. Nasıl herkesin her şeyi ama her şeyi, salatalığı, patlıcanı ve – klişe ama- acıyı, paylaştığını. 18 yaş doğumgünü için, komşularından birisinin ona bir adet yumurta hediye ettiğini anlatıyor. O kadar değerli bir hediye ki, bunu arkadaşlarıyla paylaşmak istiyor ama tek yumurtayı nasıl paylaşacağını bilemediği için, pancake yapmaya karar veriyor.
Gençlerin binalardan birinin altındaki sığınağı nasıl kendi ortamları yaptıklarını anlatıyor. Herkes yerde yatıyor. Beraber yemek yiyorlar, gülüyorlar, aşık oluyor ve savaştan bahsediyorlar. Kızlar tam zamanlı burada, erkekler, 10 günlük dönemler için cepheye gidip savaşıp, sonra bodruma dönüyorlar. “Erkekler kardeşlerimiz gibiydi” diyor Zidzara, “..onları ağlayarak beklemiyorduk. Hayır, biz iyi vakit geçiriyorduk. Dürüst olmak gerekirse, bir özgürlük haliydi bizimki. Paylaştığımız sevgi muazzamdı. Cepheden geldiklerinde, çoğu müzisyen olduğu için, bize küçük konserler verirlerdi..”
“İnsanlara o kadar yakın olmayı, o şekilde sevilmeyi özledim. Şimdi Bosna’da, kötü insanlar haline geldik, kimse bir diğerine güvenmiyor. Savaştan gerekli dersi çıkartamadık: etrafındaki insanlarla her şeyi paylaşman gerektiğini. Bunu anlatmanın en kolay yolu savaşın seni hayvan yaptığı. Hayvanlardık evet. İnanılmaz ama, yanında oturan, duran veya yatan insana yardım etmek, bu insan içgüdüsü işte.”
O kadar acıya rağmen, o günlerde, çok daha fazla güldüklerini de anlatıyor: “Eğer insanlar savaş vaktini özlüyorsa, bu şu anda yaşadığımız hayatın – ve barışın – ne kadar boktan olduğunu gösteriyor. Ve çok insan, savaşı özlüyor.”.
Ne garip di mi güzel kardeşim, savaşı özlemek?
İlk duyduğunda, “Nasıl bir insan savaşı özler ki?” diyorsun. Sanki, böyle bir lafı, ancak başkalarının acı çekmesinden zevk alan bir insan söyler diye düşünüyorsun. “Psikopat manyak” diyorsun içinden. Ama konu, aslında tam da “insan” olmakla alakalı. Kendinden, kendi, bencil, bitmek bilmez kaygılarından sıyrılıp, daha büyük bir şeyin, parçası olmakla alakalı belki de. Bir kabilenin parçası olmakla. Ve böylece, hayatının bir anlamı olmasıyla. Bu konuyu, sen hepimizden iyi bilirsin bence.
Ha bu arada, ne zaman, bir kabilenin parçası olmaktan bahsedilse, aklıma çok spesifik ve senin de çok iyi hatırlayacağın bir gün gelir: 06 Kasım 1996.
O gün, polisler seni saçından sürükleye sürükleye (evet okuyucu, Can’ın saçlar metalci saçıydı o zamanlar) ve beni farklı otobüslere götürürlerken, senin kafandan neler geçiyordu bilmiyorum. Gerçi tahmin edebiliyorum. Bizi merak ediyordun büyük ihtimalle.
Ama Can kardeşim, benim düşünebildiğim tek şey, bunun devrimci kariyerimin ilk ve son eylemi olduğuydu. “Başka bir eylem aman tövbe yarabbi, bu çekilecek nane değil” demiştim içimden hatırlıyorum, kalkanlarını havaya kaldırmış polislerin koridorundan geçerken.
Senelerdir devrimcilik yapma aşkıyla kavrulan biri için erken bir veda. Ama, sen de oradaydın, biliyorsun nasıl halı döver gibi dövdüklerini bizi. Ağzından köpükler çıkan polislerin vicdanına kalmanın nasıl bir his olduğunu biliyorsun. Hayatının bir insanın iki dudağının arasında olmasını, bizden çok sen iyi bilirsin Can kardeşim. O iki dudak yüzünden şu anda mektuplaşmıyor muyuz zaten?
Neyse, konuyu dağıtmayalım. Velhasıl, o kadar dayaktan gözaltı otobüsüne atıldığımda, dedim ya, çoktan istifa etmiştim bile devrimcilikten. “Bunu Can’a nasıl anlatıcam?” kalmıştı geriye ama bulacaktık artık bir yolunu.
Otobüsün içinde, coplar hala uçuşup duruyordu. Bir kısmımız, koridorda, yere çömeltilmiştik ve başını hafifçe kaldıran, kafasının cücüğüne copu yiyiveriyordu. Yerde, koridorda, ufak bir kan nehri oluşmuş, arka sıralara doğru akıyordu: İstanbul’un kaç kampüsünden, kaç öğrencinin kanı vardı orada acaba? Bugünü, sakat kalmadan atlatabilecek miydim? Kameralar yokken, daha mı kötü döverlerdi?
Sonra, arka koltutaki öğrencilerden biriyle göz göze geldim. Feci hırpalanmıştı. Yakası kan izleriyle doluydu. Bakıştık. İnsanların bakışlarından neler dediklerini çözebildiğimi pek söylememem. Ama o eleman her kimse biliyorum bana “geçecek kardeşim, bunların hepsi geçecek” diyordu. Gülümseyerek karşılık verdim ve gülümser gülümsemez de, gülümseyebildiğime şaşırdım. Daha 30 saniye önce, kendimden başka bir şeyi değil, sadece ve sadece oradan götümü nasıl kurtaracağımı düşünürken, bıraksalar şimdi şu elemana uzun uzun sarılacak, yanaklarından öpecek, yaralarını temizleyecektim.
Bizim otobüs önce Haseki Hastanesi’nde durdu, sizinki de durmuştur büyük ihtimalle. Hastanede, kırıklara alçı, köpek ısırıklarına pansuman, cop yaralarına dikiş attırdık. Sonra da götümüz başımız gaz bezi ve morluk içinde, Vatan Caddesi’ne götürüldük ve yerin 7 kat dibindeki nezarethanelere doğru inmeye başladık.
Hastanede tedavi görenler olarak, içeriye de son girenlerdik aynı zamanda. Son kata yaklaştıkça, sesler artmaya başlamıştı. “Faşizme karşı omuz omuza!”. Sanki kendileri de bizim gibi dayak yememiş gibi, yüzlerce öğrenci, kendi dertlerini bırakmış, bize tezahürat yapıyordu. Islıklar, alkışlar, sloganlar!
Diğer nezarethanelerin önünde yürürken, yürüyüşümün değiştiğini hatırlıyorum, sırtım dikleşmiş, göğsüm kabarmış ve boğazımın ortasına bir yumru gelip oturuvermişti. Ve o yumru senelerce de yerinden kalkmadı. “Can’a konuşma yapmak zorunda kalmıycam sanırım” diye düşünmüştüm, “kardeşlerimi yalnız bırakamam!”
Nidžara’nın anlattıklarını okuyunca, işte 06 Kasım geldi aklıma. Kendimi, ilk kez benden büyük bir şeyin parçası olarak gördüğüm zamandır sanırım. Bir kabilenin üyesi olarak gördüğüm. Gerçi, daha önce de bazı kabilelere girmiş, çıkmışlığım olmuştu. Hepimiz girip çıkmışızdır: yatılılık, takım arkadaşlığı, sınıf arkadaşlığı, mahalle arkadaşlığı (özellikle de komşu mahalleyle kavgalıysan).
Ama, bu sefer ki kabilem diğerlerinden farklıydı. Bu kez, kabilemizin bir amacı vardı. Ulvi, büyük hedeflerimiz vardı. Bir anlamı vardı bu kabilede olmanın. Dünyayı değiştirmek istiyorduk, savaşa, talana, fakirliğe son vermek istiyorduk. Ezilenlerin, emekçilerin, toplum dışına atılmışların acısına son vermek istiyorduk. Eşitlik ve özgürlük istiyorduk. Daha güzel bir dünya kurmak istiyorduk.
İşimiz gücümüz, aklımız fikrimiz buydu. Önce devrimciydik, sonra öğrenci, oğul veya sevgili. Bu arada arada sarhoş olup aşık da olmak istiyorduk – ve tahminimizden daha sık oluyorduk. Biz de, Nidzara’nın bodrum katı gibi bir bodrumda yaşıyorduk sanki – dünya biz devrimciler ve diğerleri olarak ikiye ayrılıyordu.
Aradan seneler geçmiş, bir gün, senin de tanığın eski bir yoldaşla, Moda kayalıklarında içiyorduk. Oldukça karanlık bir dönemdi. Nisan 99 seçimleri sonrasıydı. Üstüne üstlük, okuldan da ceza almış ve uzaklaştırılmıştık hatırlarsan.
Artık bu devrimci koşuşturmadan, sürekli takip ediliyor musun diye arkana bakmaktan, okuldan tek parça çıkıp çıkmayacağını bilmemenin stresinden bunalmış olduğum bir dönemimdi. Çoktan sorgulamaya da başlamıştım. Tüm bunlar ne için? Gerçekten devrim olacağına inanıyor muyum? Tüm bu yaptıklarımızın, tüm bu çektiklerimizin, bir işe yaradığına inanıyor muyum, inanıyor muyuz?
“Herkes, önce kendisi için komünisttir.” demişti kayalıklarda biralarımızı içerken ortak arkadaşımız, “insan önce kendini iyi hissetmek için komünist olur. Bencil bir hayat yaşamadığını kendine kanıtlamak için.”
Dedikleri, ne zamandır içimdeki kuşkuları da doğruluyordu: devrimci olduğumuz için, devrimci kabilenin, devrimci ailenin bir parçası değildik, hayır. Bir kabilenin, bir ailenin parçası olmak için devrimci, solcu, sosyalist olmuştuk. Başka bir yerde ve zamanda olsak, hatta yan mahallede doğsak, belki de, kendimizi, tamamen aynı saikler nedeniyle, Hizbullahçı bulacaktık. En azından, birçoğumuz için bu böyleydi sanırım.
İşin sihri bozulmuştu benim için anlayacağın.
ÖDP’nin iyi bir fikir olduğuna inanmıştım (ki bence hala iyi bir fikirdir). Koordinasyon’un da mesela. Bunların, ülkemizi, hayatımızı daha iyi, daha yaşanır, daha güzel yapacağına inanmıştım. Sonrasında ise, önce Koordinasyon, sonra da ÖDP patladı – onlarla birlikte de benim inancım. Yaptığının ne işe yarayacağını bilmemen, ona yabancılaşmanı sağlıyor, anlamını yitiriyor her şey. Marx’tan aklımda kalan tek şeyin bu “yabancılaşma” olgusu olmasını, sanırım tesadüf değil.
Yaptıklarıma olan inancımı yitirince, işin bir anlamı da kalmamıştı artık. Sadece geriye kabile kalmıştı. Kabile kötü bir şey değil, kabile güzel şey. Ama neyin etrafında toplandığın da önemli değil mi?
Takım taraftarlığı da bir kabile üyeliği sonuçta veya ne biliyim off-roadcular da. Kısacası, sadece “kendim için”, “kendimi iyi hissetmek için” komünist olmak bana yetmeyecekti. Ben de o günden sonra, her şeyden elimi ayağımı çektim (bir iki çatışma hariç). Bundan sonra da, bir daha, uzun süre, bir kabilenin parçası olmadım. En azından, anlamlı, güzel, büyük bir kabilenin…
Mayıs 2013’e, Gezi’ye kadar.
Ama bu kabile ihtiyacım, bu aidiyet ihtiyacım hiçbir zaman dinmedi güzel kardeşim. Çünkü, biz insanoğlunun en temel ihtiyacı belki de bu. Ancak, hiçbir siyasi akımın, buna dair bir merhem geliştirdiğini de düşünmüyorum. Haksızlık etmeyelim, kapitalizmin, bireysel ve tüketici bazlı, sürekli kendini bir şeyler satın alarak (veya o parayı kazanarak) iyi hissettirme temelli sistemine karşı, solun kollektif, yerel, dayanışmayı öne çıkarması, anlamlı. Ama, yeterli mi sence?
Öte yandan, işte, gittikçe daha izole, daha yalnız, daha anlamlı insan ilişkilerinden yoksun hayatlar yaşıyoruz. Biz büyürken bile neredeyse standart olan büyük aileler, mahalle hayatı yok artık.
Bu arada, kabileciliğin karanlık bir tarafı da var: diğer kabiledekilere karşı düşmanlık. Hatta, bu öyle noktalara varıyor ki, aslında aynı tarafta olduğunu zannettiğin insanlardan dayak yiyor buluyorsun kendini (bkz 1 Mayıs’larda Dev-Solculardan dayak yiyen anarşistler).
Seni oraya tıkan insanlarla, hükümettekiler veya onlar için kefen giyenlerle aynı tarafta olmadığımız kesin. Onur Yürüyüşü’nde inen kalkan copları veya Hrant’ın delik ayakkabısını görünce, o insanların çoğuyla aynı hisleri paylaşmadığımız da. Bu memleketin, nasıl daha yaşanır, daha güzel bir memleket olabileceğine dair pek aynı şekilde düşünmüyoruz bence. Ama, gerçekten o kadar da farklı mıyız, ondan işte emin değilim.
Sana anlatmış mıydım bilmiyorum, cezaevine girdiğimde, bir grup Hizbullahçı ile aynı blokta kalmıştım. Ne demişler, “Deli deliyi dakkada, hoca hocayı tekkede, ateist Hizbullahçı’yı Bayrampaşa’da bulur”.
Bu espriden daha soğuk bir Ramazan akşamı, bloğun koridorlarında volta atarken, Hizbullahçılardan Seyit Abi, beni koğuşlarına davet etmişti “Aşkın kardeş, gel buyur, çayımızı iç.”. Hava soğuk, çay sıcak, neredeyse tüm blok da orada toplaşmış, neden olmasın?
Çayımdan henüz iki yudum almıştık ki, hiç beklemediğim bir soruyla karşılaştım. Seyit Abi, bana dönüp, “Aşkın kardeş”, demişti, “seni teravihlerde göremiyoruz, hayırdır?”. Beklenmedik ve biraz da tehlikeli bir soruydu. Öte yandan, Seyit Abiyle o güne kadar olan sınırlı muhabbetimizden, aslında soruyu da iyi niyetiyle sorduğunu biliyordum. Ona göre, Müslüman bir erkek ancak sağlığında bir sorun varsa oruç tutmazdı. Yani, adam bana, biraz dolaylı şekilde, “Sağlığın yerinde mi?” diye soruyordu, biliyorum. Biliyordum da, yine de tehlikeli soruydu. Birkaç saniye düşünmüştüm. Doğruyu mu söylesem yoksa “grip oldum Seyit Abi” diyip konuyu kapatsam mı? Sonra devrimci gururum (ki o zamanlar hala vardı) galip geldi ve “İnanmıyorum ben Seyit Abi” diyiverdim. Sonrasında, hayatımın en uzun ve en tedirgin edici sessizliği.
Etrafındaki onlarca insan sana pembe bir flamingoymuşsun gibi bakarken, gevşek gevşek çayını içmek pek öyle kolay olmuyor güzel kardeşim. Seyit Abi’nin “Yok canım estağfurullah”ı haricinde, tek bir kelime de konuşulmamıştı benim bombadan beri. Ehh ben de, bana müsaade, koğuştan sıvışıp, havalandırmaya kaçmıştım. Kar mar dinlemeden, volta atmaya.
Bir daha o koğuşun kapısının önünden geçirtmezler beni heralde diye düşünürken, anaa, o da kim? Seyit Abi, üstünden hiç çıkartmadığı, eski püskü takım elbisesiyle havalandırmaya gelmiş: “Aşkın kardeş, yanında volta atabilir miyim?”.
Böylece başladık bir duvardan diğer duvara yürümeye. Seyit Abi, bana Diyarbakır Cezaevi’de yaşadıklarını anlattı: İdare görüş yasağı koymuş, aylarca anasını görememiş. Ama devrimci tutsakların (onun sözleri benim değil) açlık grevi sonuç vermiş. “Aylar sonra, anamın alnını öperken, siz devrimci kardeşlerime teşekkür ediyordum.” dedi. Hiç beklemiyordum valla. Allah’ın radikal İslamcısı sonuçta değil mi?
Sonra da “Sen de Aşkın kardeşim, devrimci bir kardeşimizsin galiba?” diye devam etmişti. Baktım devrimcilik geçer akçe, görmüş ve arttırmıştım: “Marksist’im Seyit Abi” (kendimi ilk ve son kez Marksist tanımlamam bugündür işte).
“Aşkın kardeş, aslında pek de farklı diiliz, siz de biz de, halkın iyiliğini istiyoruz. Ha, siz Allah’a inanmıyorsunuz sadece fark orada.”. demişti üstüne.
“Ama bizim şarkılarımız daha iyi” dememiştim. İçimden zevzeklik de, kinaye de, üstü kapalı dalga geçmek de gelmemişti. Çok garipti ama, bu adamı sevmeye mi başlamıştım yoksa?
Seyit Abiyle o akşam, tekmile kadar, uzun uzun konuşmuştuk. Niye bilmiyorum, anamdan bahsetmiştim, babamdan bahsetmiştim. Çocukluğumdan. Korkularımdan (ki çok korkuyordum). O da anlatmıştı, geçmişini, Hizbullah’a katılmasını. Birkaç ay sonra, tahliye olurken, sarılmıştık son kez. Üstünde aynı takım (galiba tek giysisi buydu). Elime bir mektup sıkıştırmıştı “Sonra okursun, şimdi okuma” diyerek. “Ha bir de” demişti, “bir kitap siparişim var çok zahmet olmayacaksa”: Gençliğin İmanını Nasıl Çaldılar?
Çaktırmadan gülmüştüm. Seyit Abi’nin ateistler konusunda kendini geliştirme isteği hoşuma gitmişti. Seyit Abi’nin mektubu hala duruyor bu arada Can kardeşim. Güzel sözler var içinde, iyi bir insan olduğum, iyi bir evlat olduğumu söyleyen. Ve her şeye rağmen, bu yoldan şaşmamam gerektiğinden.
Diğer kabileden, karşı kabileden, hatta o “telle adam boğan korkunç barbar kabile”den biriyle ilk ve neredeyse son karşılaşmam buydu. O “barbarın” bile, biraz kazıyınca, aslında senden benden farklı olmadığını ilk görüşüm.
İşte kardeşim, galiba esas soru şu: bu kadar zülm, bu kadar haksızlık, bunca acı karşısında, nasıl iyi kalabileceğiz? (Hakan Atalay'’ın son yazısı da ne güzel yav bu konuda).
Nasıl hınca ve öfkeye ve sonunda nefrete düşmeyeceğiz? Karşı kabilenin de aslında bizden farklı olmadığını görebileceğiz? Nasıl başarabileceğiz bunu? Kısaca nasıl Rakel Dink olabileceğiz sanırım, merak ettiğim o. Çünkü olmak zorundayız.
Ne de olsa “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiçbirimiz!”
Sen, hepimizden çok karşı kabilenin topraklarına geçtin. Sen neler gördün, neler yaşadın güzel kardeşim?
2) Anlam arayışı ve ihtiyacı
Dedim ya, solculuk yaparken, bir kabileye mensuptum. İyi de bir kabileydi, güzel insanlardı çoğu. Bir de, yani kabilemizin çok ulvi bir amacı vardı di mi? Daha güzel bir hayat yaratacaktık. Sonuç olarak, o zamanlar, hayatımın, yaptıklarımın ve çektiklerimin bir anlamı vardı. Ama işte sonra, zamanla, anlamsız gelmeye başlamıştı yaptıklarım. Gerisi de, domino taşı gibi devriliverdi zaten.
Kadıköy vapur iskelesi önünde “Sömürü düzenine son!” bildirisi dağıtırken (ve insanlar da uzattığın Uranyummuş gibi davranırken), kafanın arkasında “ne yapıyorsun lan sen hayatınla?” sesinin yükselmesi normal sanırım.
Etrafıma bakmış ve herkesin hayatına devam ettiğini görmüştüm. Herkes koşturuyor, çalışıyor, çabalıyor, lisansları (üstüne bir de yüksek lisansları) ve hatta askerlikleri bitiriyor.
Sonra bazısı yurtdışına gidiyor, veya kalıp işlere ve takım elbiselere (ve belki morgagea) giriyor, spotçular yerine, Ikea’dan ev düzmeye başlıyor. Tatiller Olympos’tan, ana baba yazlığından, Çeşme’ye Bodrum’a kayıyor. Bense, binmiştim bir alamete, gidiyordum (kişisel) kıyametime.
Bense, olduğum yerde sayıyordum. Böylece, eğer ki hepimizi kurtaramıyorsam, kendimi kurtarmaya karar vermiştim. Her şeyden, partiden, sizlerden uzaklaşıp, herkesin peşinde koştuğu şeylerin peşinde koşmaya başlamıştım: okul, iş, kariyer, statü, beğenilme, para, altdudak ve mümkünse Yunan adalarında tatil.
Kaç yıl oldu o zamandan beri? 22-23 yıl? Kendimi, görece “kurtardım” bu arada Can kardeşim. Çok zorlandım ama, peşinden koştuklarımın çoğunu azar azar da olsa elde ettim bir şekilde. Hatta o kadar zorlandım ki, bir dönem, beni hayattan geride tuttu diye, devrimcilik zamanlarıma bile ufak ufak sövmedim değil (insan, sorunu hep geçmişte, hep dışarıda arar ya). Neyse ama dedim ya, bir şekilde, yolumu buldum. Bulamadığım şey ise, Can kardeşim, anlam oldu hayatımda. Ve bu büyük dert biliyor musun güzel kardeşim:
“Ben ne yapıyorum? Bu hayatın anlamı ne? Benim bu hayattaki rolüm ne?”
Bu sorulara cevap bulmakla geçiyor sanırım hayatlarımız. Başlarda ama bu soruları pek sormuyorsun. Özellikle 20lerinde, bu iş güç para ve altdudak peşinde koşmak, bak işte o insanı baya bir oyalıyor. Peşinde koştuklarının seni mutlu edecek şeyler olduğuna o kadar eminsin ki, bir an durup düşünmüyorsun. Herkesin yaptığını sen de yapıyorsun sonuçta, sana söylenenleri yapıyorsun, ananın babanın tembihlediğini yapıyorsun, hocaların dediklerini yapıyorsun. Herkes de hatalı olamaz di mi?
Sonra 30lara geliyorsun, koşturmaya devam. Bu arada belki biraz daha azalmış açlığın, ama devam. Belki, artık hafta sonlarını (en azından Pazar günlerini) parkta, ormanda geçirmeye başlamışsın, biraz zorlasalar hatta Likya Yolu bile yürürsün (kampsız).
Sonra tatillerini Datça’ya kaydırmışsın Alaçatı’dan. Bu arada artık yalnız da değilsin. Bilet alırken, iki kişilik alıyorsun (çok yakında da, üç kişilik olacak o). Ama, nereye gidersen git, kiminle gidersen git, ne kadar uzaklaşırsan uzaklaş, seni bekleyen sorular aynı:
Bu hayat, bundan mı ibaret?
İşte hepimizin içindeki o koca boşluk, o anlamlandıramadığımız karanlık (her şeyi doğru yaptım, ama niye hala mutlu değilim?), bence şu sorulardan kaynaklanıyor güzel kardeşim:
Bu kadar koşturma ne diye, bunun kime ne faydası var? Bu hayata, fatura ödemek için çalışmak ve yazları Didim’de mangal yapmak için mi geldim?
Ha bu arada kardeşim, faturaların zaten pederden kalanlarla rahatça ödüyor veya yazlarını Didim yerine Tulum veya Patmos’ta da geçiriyor olabilirsin. Sonuç, fakir kadar zengin için de, çirkin kadar güzel için de, bu hayatın kaybedeni kadar kazananı için de aynı. Sorular değişmiyor. Kimse bir cevap veremiyor.
Sana bunları anlatıyorum, sen sanki bilmiyormusşun gibi, ama bence bilmiyor olabilirsin. Çünkü sen, etrafımda hayatı anlam dolu belki de tanıdığım tek insansın.
İnsanların hayatlarına dokunabilmek ne güzel bir şeydir di mi Can kardeşim? Gerçekten bir boka yarıyor olmak ne güzel şeydir di mi? Hiç tanımadığın insanlar için çabalamak. Hayır duası almak ne güzel şeydir.
Çok bir şey değiştiremesen de (ki ben değiştirdiğini biliyorum), sadece dara düşmüş, zora düşmüş, kimsenin umrunda bile olmayan insanların yanında olabilmek ne güzel şeydir kardeşim?
“Hayır Duası Haritası” yapsalar, Soma’dan Validebağ’a, Aladağ’dan, Çorlu’ya “Allah Can’dan razı olsun” diye yanıp söner eminim. Bu ne kadar değerli bir şey biliyorsun di mi kardeşim?
Bir canım arkadaşım, bir seferinde “Senin arkadaşın olmaktan gurur duyuyorum” demişti, yazdığım bir yazıya tepki olarak. Hayatımda beni bundan daha fazla duygulandıran bir söz duymamıştım.
Ben de, seninle yollarımızın kesişmiş olmasından, sana kardeşim diyebilmekten, seninle onca badire atlatmış olmaktan, coptan, satırdan beraber kaçmış olmaktan, altıma sıçtığımda ilk seni aramış olmaktan gurur duyuyorum kardeşim. Acaba bunu okuyan, dinleyen kaç kişi daha “ben de” diyordur, tahmin edebiliyor musun? (altına sıçma bana özel tabi).
İşin komiği ne ama biliyor musun Can kardeşim. Bu sadece kendi derdimle uğraşmaya başladığım son 20 kusür seneden beri, gerçekten tam, gerçekten mutlu hissettiğim yegane zamanlar, başkalarıyla acıyı ve mutluluğu paylaştığım anlar oldu.
Bu yüzden zaten, Hrant’ın cenazesinden bir döviz (“Kardeşimsin Hrant”), Gezi günlerinden bir kare, İstanbul Belediye Seçimleri gecesinden bir video, boğazımın ortasına bir yumru oturtmaya yetiyor, gözyaşlarına boğabiliyor beni. Ama bu gözyaşları, bildiklerimizden diil Can kardeşim, öfke veya hüzün değil, dayanışmanın o tarif edilemez güzelliği beni duygulandıran.
Gezi öncesi mesela, pek dertli bir dönemimdi. İşten atılmıştım. Gururum ve belki daha önemlisi, umudum kırılmıştı. Kafamın içindeki ses işi azığa almıştı:
Ne zaman adam olacaktım ben? Ne zaman düzgün bir maaşım olacaktı? Ne zaman şu partilemeyi azaltacaktım?. Ha bir de, ne zaman şu gıdıktan kurtulacaktım?
Ne komik di mi, işten atılmamdan birkaç gün sonra, yediği gazlardan öksürük krizine girmiş hiç tanımadığım birisine yardım ederken, iş ve güç dertlerim uzak bir anı gibiydi. Üstümdeki dar t-shirte rağmen, göbeğimi içime de çekmiyordum.
Taksim Meydanı’nda (normalde sokakta görsem kaldırım değiştireceğim) tiplerle omuza omuza, henüz o gün yazılmış şarkılar söylerken, bir sonraki kiramı nasıl ödeyeceğim de umrumda değildi. Etrafıma, meydandakilere, parktakilere bakınca, hissettiğim tek şey yuvama döndüğümdü. Hayatımın, çok uzun zaman sonra, bir anlamı vardı. Yeniden bir kabilem vardı.
Sonra o günler de geçti. Eski hayatlarımıza geri döndük. Çok insan, “bir işe yaramadığı” düşüncesinde. Ben, farklı düşünüyorum. Bu kadar farklı yerlerden gelen bunca insanın, böyle bir kaos ortamında, bu kadar güzel bir dünya yaratabileceğini kim bilebilirdi? Bu kadar güzel bir kabile yaratacağımızı, söyleseler inanır mıydın daha önce?
Hiç bu kadar mizah dolu bir direniş gördün mü buralarda daha önce (“Allahını seven defansa gelsin!”, “Kahrolsun Bağzı Şeyler”, “Misbah ne biçim isim lan?”). Bu yetmez mi? En zor şartlar altında dahi (veya Nidzara’nın dediği gibi, o şartlar sayesinde), ne kadar güzel insanlar olabileceğimizi öğrendik, bu yetmez mi?
Bu arada, anlam illa Gezi’de bulunacak şey değil, yanlış anlaşılmasın. Günübirlik hayatta da bulabileceğimiz ve açıkçası, bulmamız gereken bir şey.
Sadece iyi ve sevgi dolu bir baba, anne, sevgili, evlat, kardeş, dayı (bak bu konuda fena sayılmam şahsen), patron, arkadaş, komşu ve genel olarak, iyi bir insan olmak da pek doğru, pek anlamlı. Hatta, aslına bakarsan, belki de en önemli, en anlamlısının da bu olduğunu düşünüyorum. Yeterince iyi olamadığımız için (çünkü, bedensel, zihinsel ve duygusal– ve kesinlikle toplumsal olarak - “iyi” durumda değiliz), etrafta yeterince iyilik görmediğimiz için değil mi dünyanın bugün bu halde olması?
O halde, her şeye rağmen, iyi birisi kalmak, iyi birisi olmak, etrafına, eşine dostunun dara düştüğünde aradığı insan olmak bile, boyna bir madalya hak ettirmez mi?
Velhasıl Can kardeşim, herkes, bilinçli veya bilinçsiz, bir anlam arayışında. Ama bu, dediğim gibi, illa ulvi amaçlara, büyük fikirlerin peşinde koşarak bulunacak bir şey değil bence. İnsan sadece Hrant’ın cenazesinde sessizce yürürken, Gezi’deki gibi memleketi, Kaynaşlı’daki gibi göçük altında kalanları, İstanbul Belediye Seçimleri’ndeki gibi oylarını kurtarmaya çalışırken anlamlı bulmuyor hayatını.
Ama, ama işte o zamanlar, o zamanlar bambaşka değil mi?
Daha söyleyeceklerim, senle konuşacaklarım var (mesela maneviyat arayışı var ki, o başlı başına bir mektup eder.). Ama ilk mektup için, burada keseyim. Ne de olsa, bir mapusun bile dikkat menzili kısıtlıdır.
Başta da sorduğum gibi, eğer izin verirsen, paylaşayım bu mektuplaşmalarımızı. Bu yazışmalarımız “Atalay ve Karaduman mektupları” diye tarihe geçmeyecek büyük ihtimalle, ama olsun. Tarihe geçse de geçmese de, bu şekilde fikir alışverişi, Twitter’dan veya rakı masalarından daha verimli bir mecra. Bu arada, başka şansımız da yok gibi bir süre ha?
Kestane kebap, acele cevap.
Seni, Hakan’ı ve Tayfun’u, hasretle kucaklarım. Hepsine çok selam. Omuzlarımızda çıkacağınızı unutmayın e mi?
Son not: Bunu elle yazacaktım ama, ama hiyeroglif el yazım saolsun, mektubun büyük kısmını anlayamama riskini almak istemedim.
Kardeşin Aşkın