Sevgili Can kardeşim,
Sana tam yazıcam, tam bir şeyler karalıyorum sonra bırakıyorum. Sonra yine bir şeyler karalayıp, yine bırakıyorum. Bir bakmışsın, senin cevabının üzerinden bir seneden fazla geçmiş!
Ve bu arada neler oldu di mi? Neler neler…
Mesela acaba memleketin en çok konuşulan adamlarından biri olmandan başlayalım mı?
Hani biri zamanında “Marmara Hukuk’tan memleketin gündemine düşecek biri çıkacak” dese inanmazdım. Gel gör ki bir değil iki tane çıktı. İlki de huzur içinde uyusun inşallah ama bize ikincisi lazım...
Bu arada kaç kişiye nasip olmuş rejim krizine yol açmak di mi? Hani diyeceksin “aman kalsın kriz konusu olmak, siz bana özgürlüğümü verin” biliyorum ama yine de bir düşününce, neler oldu oğlum yahu?
Evet bu geçen zamanda niye yazamadım, güçlü bahanelerim var, güçlü ve üçlü:
İlki lojistik: Çok geç aldım cevabını.
İkincisi ise, zihinsel: Sana yazmak kolay iş değil Can’ım, güzel kardeşim ve uzun zamandır kafamdaki bahanem bu. Şimdi dışarıdan içeri yazıyorum ya, kafamın arkasında hep “Can’a ne yazsam iyi gelir?” var. Bu olunca da, bir türlü rahat rahat yazamıyorum, kasıyorum ve kasınca da kasık kasık çıkıyor böyle pek hesaplı, olmuyor yani. Sonra farkettim ama, bu işi aslında zorlaştıran benim.
Mesela rahat rahat geyik yapıcam belki, saçmalıycam, “dur şimdi saçmalamayalım adama” diyorum ama, esas bu düşünce saçmalığın daniskası diil mi? Saçmalasam ne olur ki?
Belki biraz da saçmalığa, yani başına gelen koca, gaddar, asık suratlı saçmalığın yanında, biraz da benimki gibi, şapşik saçmalıklara ihtiyacın vardır ha? Ne biliyorum ki?
Şunu biliyorum ama: Yazmam, yazmamamdan iyidir.
Bir keresinde bizim İnek Kemo (tanımazsın ama tanısan seversin, o seni tanıyor ve çok seviyor bu arada, memleketin kalanı gibi), “Ben benim yerimde olsam..” diye başlayan bir cümle kurmuş ve bizi gülmekten sandalyelerimizden düşürmüştü.
Aynını ben de kurucam: Ben benim yerimde olsam benden mektup isterdim sanırım.
Üçüncü ve son bahanem ise güzel kardeşim, geç cevabımla ilgili yani, sana esas bahsetmek istediğim konunun yazılmasının zorluğu. Sana anlatmak istediğim bir şeyler var ama nasıl anlatacam, nereden başlayacam bilemiyorum güzel kardeşim.
Yazmak istediğim, sana anlatmak istediğim şey, bu aralar üzerine baya düşündüğüm, maneviyat konuları. İlk mektubu da maneviyat arayışını konuşmak üzere sonlandırmıştım hatırlarsan.
Sonlandırmıştım öyle ama bir yandan da umuyordum bu maneviyat konularını yazmak zorunda kalmamayı. Zor işler bu işler, bu konularda fikirlerini toparlamak, kağıda dökmek zor, anlatması zor, bir de üstüne bir sürü de bilinmezi var sonuçta.
O yüzden hem istemiyorum pek yazmayı hem de biliyorum ki zaten zorunda kalmıycam. Ben cevap yazana kadar çıkacaksın zaten ve ben sana rakı masasında anlatıcam içimden geçenleri. Bu pek öyle olmadı ne yazık ki, Kahrolsun Bağzı Şeyler.
Sonra, hiç beklenmedik bir şey daha oldu. Biliyorsun annemi kaybettik, hiç beklenmedik şekilde.
Bu arada, annemin hastalığı ve sonucunda onu kaybetmemiz, onu yeniden bulmamızı, onun, özellikle bana ve ablama ne büyük bir hediye vermiş olduğunu onlarca sene sonra anlamamızı da sağladı. Bu anlamda, annem bu şekilde göçtüğü için, şükran doluyum. Bir anlamda anacığım, lost-and-found oldu, hem kayboldu hem de yeniden doğdu😊
Ha bu arada, notunu da aldım anamla ilgili, cansın. Seni pek severdi bilirsin, içerde olmana da pek dertlenirdi. Artık dertlerden ari bir yerde (bkz. aşağıda tanımlandığı şekliyle ‘sevgi denizinde’).
Neyse, annemi kaybedince ne oldu biliyor musun?
Hani Yahudiler sadece Yahudi şakası yapabilir ya, onun gibi, ben de artık bu ruhani konularda içimden geçeni biraz daha rahat söyleyebiliyorum, kimse bir şey diyemez oldu😊
Hani şöyle konularda misal:
Ruh var mı? Tanrı var mı? Ölümden sonra hayat var mı? Cennet ve cehennem (veya türevleri) var mı? Kainatın büyük bir planı ve onun içinde de senin küçücük hayatının bir yeri ve anlamı var mı?
Kısacası kardeşim, biz acep her şeyi ama her şeyi bir tarafımızdan mı anladık?
Bu soruları sormaya başladığımda ilk düşündüğüm, bu soruları ne kadar uzun zamandır sormadığımdı. En son belki çocukken, onu da iyi hatırlamıyorum.
Sonrasında bırak sormayı, sorulması teklif dahi edilemezdi. Öldükten sonra bir şey yoktu ve bununla ilgili olarak konuşulması bile abes, hatta düpedüz saçmalık.
Hele bu ruhlar muhlara inananlar, spritüel konularla ilgilenenler benim için tamamen aklını yitirmiş kişiler. Gerçi şimdi düşünüyorum da bu konuda haklıymışım sanırım, gerçekten de, bu konuları anlamak için, insanın biraz “aklından” kurtulması lazım, zihninden, egosundan uzaklaşabilmesi lazım ki, biraz anlayabilsin ama bu konuya biraz sonra yine geleceğiz.
Sonuç olarak kardeşim, gözün görmediği hiçbir şey yoktu benim için ve hayat dediğin şeyin de öyle çok bir anlamı falan.
İnsanoğlu evrimin rastgele bir sonucuydu, bizim dünyaya gelişimiz de yine bir başka tesadüfün (örn. Patlak bir prezervatif veya ekstra bir votka shot), ortada ne genel olarak hayatın ve ne de özel olarak senin hayatının herhangi bir anlamı veya misyonu yoktu.
Sonuç olarak gelmiştik bir şekilde ve de gidiyorduk işte, o kadar. Öyle çok da şey etmemek lazımdı.
Ha bu arada elbette ki bu tek şansımız ya, bir kez geliyoruz hayata ve zaman da pek hızlı akıyor, o yüzden de işte ölmeden alabildiğini alarak gitmek lazım. En güzel kadınlarla olmak, en güzel evlerde oturmak, en güzel yemekleri yiyip, en şahane destinasyonlarda selfie çekmek lazım di mi?
Her şeyin maddeden ibaret olduğu bir dünyada, her maddenin en iyisini istemek normal değil mi?
Neyse, sana nasıl düşündüğümü daha da anlatmama gerek yok, aynı cenahtanız sonuçta.
Dini reddetmişiz, insanlığın afyonu demişiz, ne bir yaradan var demişiz ne de kul. Bunları hala düşünüyorum, geldiğim nokta, bunların aksini iddia ettiğim bir nokta değil, ama birazdan bağlamaya çalışıcam ne dediğimi inşallah dinimiz amin.
Hepimizin tanrıyı (ve onun mütemmim cüz’ü olarak, manevi hemen her konuyu) red edişiyle ilgili özel hikayeleri ve travmaları da olabilir bu arada, benim şansıma da mesela bacak kadar veledken bir adet aklını zinayla bozmuş Kur’an Kursu imamı düşmüştü ki aman tanrım. Pek çektim onun kenarı tükrük dolu dudaklarıyla verdiği vaazlardan…
Bu imam arkadaş bu arada bizden farklı cenahtan elbet ama, bu diğer cenahların da bir farkı yok bu arada. Onların ağzından din, Allah, kitap düşmüyor belki ama, söylem olarak belki bir fark var arada gel gör ki, sadece söylemde bu fark. İnanan da inanmayan kadar aslında maneviyattan, iyilikten, güzellikten çok uzak.
Öyle olmasa zaten, bugün memleket burada, sen de orada olur muydun?
Şimdi ben nasıl oldu, ne oldu da “gözün görmediği ve bilimin açıklayamadığı hiçbir şey yoktur”dan, buraya geldim peki?
Anlatması pek kolay değil ve bunu ilk kez birisine anlatmaya çalışıcam bu mektupla.
Anlatması pek kolay bir olay diil bu çünkü, otobüs hattı gibi, önce şu durak sonra bu durak olmadı. Nasıl oldu ben de tam bilmiyorum.
2019 sonuna doğru yaşadığım çok aciyip mistik bir deneyimin kesinlikle etkisi oldu mesela, o zaman “haaa demek bundan böyle diyormuş bu kadim metinler” olmuştum. Ama o deneyimden burada fazla bahsetmesem daha iyi çünkü hem yazarak anlatması zor, hem de sana yüz yüze ve bir deniz kıyısında anlatmayı hayal ediyorum.
Sonra o kişisel deneyim hariç, hayat önüme bir sürü başka insanın bu konulardaki hikayelerini çıkarttı, onları dinledim/okudum ve onlar da pek etkili oldu fikrimin zikrimin değişmesinde.
Benim gibi sapına kadar ateist olan insanların başına gelen bazı olaylar var ki, böyle bazı mistik, bazı ruhani deneyimler, neye uğradıklarını şaşırıyorlar.
Yaşadıklarının sonunda tüm inanç sistemleri allak bullak oluyor. Benim de işte en çok ilgimi onlar çekti. Muhtemelen onların da ilk tepkisinin benimki gibi olmasından, onların da önce “bir bas git kardeşim bunların hepsi hurafe” demiş olmalarından kendimi daha yakın hissettim bu hikayelere.
En çok da, bilimadamlarının, doktorların hikayeleri ve bunlardan bir tanesinin ayrı bir yeri var.
En iyi hatırladığımdan başlayayım:
Bir buçuk iki sene önceydi seneydi heralde, havaalanında tesadüfen karşıma “After” diye bir kitap çıkıvermişti. Kitabın konusu, Anglo-Saksonların “near-death experience” dedikleri fenomen, Türkçe meali, “yakın ölüm deneyimi”.
Yani bazı insanların ölürken, hatta ölmüşken, veya komadayken ve ameliyat sırasında bilinci tamamen kapalıyken yaşadıkları bazı olağanüstü deneyimler.
Biliyorsun ‘bilim’e göre, bilinci yaratan beyin, yani beyin çalışmıyorsa, bilinç de yok. Dolayısıyla, bu amcamların herhangi bir anı, deneyim yaşaması mümkün değil çünkü, ya tamamen anestezi altındalar ya da bildiğin ölü. Ama işte, yaşıyorlar…
Genelde vücutlarından ayrılmalarıyla başlıyor hikayeleri, yerinde olmaması gereken bilinçleri tamamen yerinde ve mesela kendilerini ameliyat masasında görüyorlar, vücutlarını yani. O sırada doktorların, hemşirelerin yaptıklarını izliyorlar, konuşmalarını duyuyorlar ve sonra tüm gördükleri, duydukları doğru çıkıyor.
Cidden ameliyat sırasında o konuşmalar olmuş ama hastanın bunu bilme ihtimali yok ki? Adam anestezi altında ve hatta o sırada nalları dikmiş durumda, nasıl duysun bunları? Ama nasıl oluyorsa oluyor işte…
Sonra bu kişilerden bazıları, “öte” tarafa da geçiyor (kitabın adı da oradan geliyor zaten). Bu ikinci kısımda görülenler, biraz daha fantastik:
Bazı tünellerden geçmeler yok efendim hayatın film şeridi gibi akması, ölen sevdiklerini görmeler, “senin vaktin gelmedi geri dön” demeler, melekler vs, tam bir Disney prodüksiyonu yani.
Kitabımızın yazarı, Dr. Bruce Greyson, Amerikalı psikiyatrist bir abimiz ve o da bu hikayeleri, ilk duymaya başladığında, bundan yaklaşık 50 sene önce yani, “Ya bi bas git” demiş. O da anadan babadan bizim aldığımıza benzer bir eğitim almış, sonra bir sürü iyi okula gitmiş, hayatını pozitif bilimlere adamış, Aydınlanma Felsefesi’nden şaşmamış.
Şaşmamış ama bu tür yakın-ölüm-deneyimleri de karşısına çıkmaya devam etmiş. Etmiş çünkü abimiz çünkü hastanelerin acil servislerinde çalışmış psikiyatrist olarak uzun süre. Ölümden dönmüş, çok ağır ameliyatlar geçirmiş veya uyuşturucu komasına girmiş veya intihar etmiş ama kurtulmuş çok hastanın bilinci yerine geldiğinde ilk gördüğü insan olmuş: “Doktor, neler gördüğüme inanamayacaksın” diye başlamışlar anlatmaya hikayelerini.
Hikayelerin şöyle ortak noktaları var bu arada:
Bir çoğu mesela işte Tanrıyla tanışıyor (bildiğimiz o ak sakallı dede değilmiş kendisi bu arada, daha çok bir ışık, bir sevgi ışığı). Bu arada evet, diğer taraf full sevgiymiş kardeşim. Tüm varlıkların, kainatın ve yaratımın özü, accık klişe olacak ama sevgiymiş kardeşim.
Koca bir “sevgi denizi”nden ibaretmiş yani kainat (sevgi denizi benim tabirim, kendi mistik deneyimimde hissettiğim bir şey, bunu çıkınca anlatıcam sana deniz kıyısında canısı).
Sonra hayatlarını film şeridi gibi izlemiş çoğu ve bu sırada hayatları boyunca başkalarına çektirdikleri, yaşattıkları acıları da deneyimlemişler. İşte, cehennem dedikleri buymuş yani, sonsuz bir ateş zindanı değil. Şimdi bunu ilk duyduğumda, seni oraya tıkanlar ve içerde tıkılı kalman için elinden gelenleri yapanları düşünmüş ve “e yani yanmayacaklar mı sonsuza kadar?” demiştim.
Sonra ama, bu insanların, öte tarafta, sırf sana, ailene ve sevdiklerine yaşattıkları acıyı tadacaklarını düşününce (ki kendimden biliyorum ne yaşayacaklarını), o zaman biraz rahatladım. Baya ‘Korku Tüneli’ tadında bir film şeridi bekliyor bu abileri anlayacağın…
Bir başka ortak nokta bu yakın-ölüm-deneyimlerinde, ölmüş yakınlarını görmek. O ölmüş yakınları da “Senin vaktin gelmedi henüz” diyip bizimkileri geri göndermişler vücutlarına, bu dünyaya yani. Ve hemen hiçbiri, geri dönmek istememiş, diğer taraf sevgi denizi sonuçta, atla yüz ohh mis di mi?
Bizim bu Bruce Abi de bir noktadan sonra, bilim adamı gurununu bir kenara koyup, bu hikayeleri reddetmek yerine bir bakmaya karar vermiş. Demiş ki ben bir bilim adamıysam, karşıma çıkan fenomenleri araştırmalıyım.
Araştırmış etmiş ve amacı, insanların bu hikayelerine ‘bilimsel’ bir açıklama bulmak: Bunlar garip rüyalar mı? Halüsilasyon mu? Beynin oksijensiz kalmasından mı kaynaklı vs.? Vücut ve dolayısıyla beyin ölümüyle bilincin sona ereceğini, bu hikayelerin hepsinin aslında safsata olduğunu kanıtlamaya çalışmış uzun süre yani.
Ama işte tam tersi olmuş:
Hard-core ateist abimiz, sonunda pes etmiş ve diyor ki (1) evet, bu hikayeler samimi ve anlatılanlar doğru ve demek ki (2) insan bilinci, beyinden ve vücuttan bağımsız ve yani vücut/beyin ölünce de bilinç devam ediyor.
Sonuç olarak diyor ki, evet, evet, belli ki, ölümden sonra bir hayat var!
Sonra ama sadece Bruce Abi de değil, bir sürü başka dönek bilim adamını da bunu diyor. Öte tarafla ilgili bir sürü anektot, hikaye, ve hatta bilimsel araştırma ve deney okudum, dinledim. Ruhlarla, reenkarnasyonla, kainatla ve tanrıyla ve inanmazsın, meleklerle ilgili!
Velhasıl Cancağızım, sonuçta anladım ki Baran yine haklı, yine doğru diyormuş Cumali’ye:
"Korkma, sadece toprağa gideceksin. Sonra toprak olacaksın. Sonra sularla birlikte bir çiçeğin bedenine yürüyeceksin. Çiçeğin özüne bir arı konacak. Belki, belki o arı ben olacağım.”
Bu uzuuuuuun girişten sonra sevgili Can kardeşim, baklayı çıkartıyorum ki baklayı tahmin etmişsindir:
Ben de güzel kardeşim, evet inanıyorum ulan bu hayatın bir son olmadığına, vücutlarımızdan ayrı da var olabileceğimize, ruhlarımız olduğuna ve bunların devam ettiğine. Bunun için mesela “denize düşen yağmur damlası” benzetmesini kullanıyor bazı aşmış abi/ablalar:
Hayatımız yağmur damlasının gökten denize düşmesi aslında diyorlar. Denize düşünce, ölünce yani, aslında hiçbir şey bitmiyor, sadece “damla” olmamız bitiyor, denize, kaynağa karışıyoruz. Sonra da bir gün geliyor, yine damla olabiliyoruz! Bu vücutlar, bu hayat, bu Aşkın ve Can, ne bir ilk, ne bir son bizim için yani.
Sonra bu diğer tarafın (bkz. sevgi denizi) akıl almaz derecede güzel bir yer olduğuna da inanıyorum (hatta biliyorum).
Sonra bu hayata gelişimizin bir tesadüf olmadığına da inanıyorum, bizi koruyan ve kollayan ruhların olduğuna da (bunlara literatürde melek deniyor genelde ve seninkiler biraz acemi sanırım).
Hayatın anlamının ise güzel kardeşim, buradaki amacımızın, her şeye rağmen, iyi, güzel insanlar olabilmek, sevmek ve sevilmek, başkalarına faydalı olabilmekten ibaret olduğuna da inanıyorum. İşte bütün mesela bu dostum: İyiysen, güzelsen, seviyor ve seviliyorsan, öyleyse varsın! (sen mesela aşırı varsın bu anlamda).
Yukarıda yazdıklarım safsata veya saçmalık geliyor olabilir ama baştan saçmalamama izin ver demiştim hatırlarsan (ve biraz daha sabır, sonunda konu dönücek dolaşacak sana gelecek bak yeminlen).
Ama bunların hepsi hurafe de olsa veya zihnimizin bize oynadığı garip bir oyun, veya hani aslında inanmak istediğimden inanıyorsam da, ne fark eder ki? Önemli mi ha?
Hani filmlerde, bir komployu çözmek için, veya bir cinayeti mesela, “Günün sonunda bu işten kim fayda sağlayacak?” diye düşünür ya CIA ajanları veya Allahın belası aynasızlar.
Günün sonunda bu işten ben faydalanıyorum güzel kardeşim, böyle düşünmek beni iyi hissettiriyor. Daha iyi bir insan olabiliyorum bence. Hani nasıl diyim, kalbim, gönlüm yumuşuyor sanki.
Cidden bak gözünü kapat ve bunun bir son olmadığını düşün, bu hayatın bir son olmadığını. Sonra diğer tarafta harika bir şeyin seni beklediğini ve muhtemelen bir daha geleceğini buralara, bunları düşün. O zaman bir rahatlıyor be insan, hırsı, hıncı, keşkesi, ah ulanı azalıyor. “
Bir kere geldim, alabildiğimi alayım, yapabildiğimi yapayım” düşüncesi gücünü yitiriyor biraz.
O düşüncenin, hırsın, hıncın boşalttığı alana, başka şeyler dolabiliyor:
Mesela, elimden geldiğince kimseye zarar vermiyim, dönebildiğim kadar diğer yanağı döneyim de diyorsun. Varoluşsal krizlerin ve kaygıların azalıyor.
Belki de diyorsun, bu hayatta çektiğim dertler, acılar, zorluklar, bunlar boş yere değil. “B*k yoluna gitti Niyazi” diye bir şey yok yani belki de? Biraz daha öte tarafa bakınca, düşününce, hayatının çok büyük, anlamlı ve güzel bir planın parçası olduğunu görüyorsun...
Ve sen de bu noktada muhtemelen diyorsun ki, ben böyle planın içine edeyim…Beni, Osman Kavala’yı, Tayfun’u, Selo Başkan’ı ve diğerlerini içeri tıkan bu plan her ne ise, ben böyle plana tüküreyim diyorsun. Haklısın, bekara karı boşamak, özgür adama hippi hippi konuşmak kolay. “Bir kere geldik, onda da burnumuz boktan kurtulmadı, başımıza gelene bak” diyorsun, kim ne diyebilir?
Bilemiyorum güzel kardeşim, tek bildiğim, beni biraz daha rahatlattığı bu düşüncenin, hele ki, annemin ölümü sonrasında…
Hem annemle ilgili rahatlattı, hem de, beni daha iyi bir insan yaptı, dediğim gibi.
Bu ‘iyi insan’ olmadan kasıt ama öyle Lösev’e bağış yapmak, önüne gelen her dilenciye para vermek değil.
Öyle iyilik timsali olmak, aman kimseyi kırmamak, küçüklerine sevgi büyüklerine saygılı olmak falan değil (elbette bunların da zararı olmaz tabi).
Yani öyle pasif bir “ay herkese iyi olayım” veya “oturayım ve sabahtan akşama iyi olayım” gibi bir hal değil, daha aktif bir hal.
Yani sanırım şunu demek istiyorum:
Bence bu hayata, başkalarına iyilik yapmak, güzellik yapmak için geldik. Bu kolay değil. Bir çoğumuz, hayatın önüne çıkardığı feleklerden geçmekle, bir sürü dertler boğuşmaktan, kendi bokunda debelenmekten yani (ki hayatımın 40 senesi böyle geçti sanırım), başkalarına faydalı olmanın bir yolunu bulamadan göçüp gidiyor.
Bu faydalı olmanın çeşit çeşit yolları olabilir bu arada:
İyi bir baba, iyi bir oğul, iyi bir kardeş veya eş olarak, iyi bir anaokulu öğretmeni olarak, çeşit çeşit sıfatlarda ve sahalarda iyi olabilirsin. Bir faydan olabilir kendin ve kendi cebin dışında, başkalarına. Bu hayatı onlar için daha çekilir ve daha güzel kılabilirsin.
Veyahut, şanslı ve çok küçük bir azınlıktaysan bağzıları! gibi, bunu, binlerce, onbinlerce insanın derdine derman olarak, zor zamanında yanında olarak da yapabilirsin (bkz. sınırlı olmamakla birlikte, Çorlu, Soma, Aladağ, Amasra, Gezi Parkı ve Haydarpaşa kantini…).
Ben, belki hatırlarsın, Gülünün Solduğu Akşam’ı okuyunca karar vermiştim hukuk yazmaya, sırf Deniz Gezmiş hukuk okumuş diye, adamcağızın idamının üzerinden 20 küsür sene sonra.
Sen de, Gezi de, kimbilir ne tohumlar attınız, düşünebiliyor musun?
Kimbilir kaç kişi, sen hukuk okudun diye hukuka girecek (ve İcra İflas’tan üst üste çakınca, küfredecek)? Ne büyük bir iyilik ve güzelliğin parçasısın kardeşim buradan bakınca, görebiliyor musun?
Hepsi gelecek, hepsi geçecek, bu devran dönecek ve geriye kalacak, iyilik ve güzellik ve bizi biz eden amansız sevda (plus, sevgi denizi…).
Hadi bana şimdilik müsaade demeden önce, yukarıdaki bir konuya geri dönmek isterim.
Hatırlarsan, “Biz acaba her şey bir tarafımızdan mı anladık?” demiştim.
Şimdi, hayatı sırf maddeden ibaret görünce, evet, her şeyi doğru anlamamış olmamız çok doğal. Hani öte tarafa göçmeden, her şeyi tüm kompleksliği ve basitliğiyle anlayabileceğimizi de sanmıyorum ya, neyse. Anlamaya çalışmak ama anladım diyenden de öcü görmüş gibi kaçmak lazım sanırım.
Neyse, konuyu dağıtmayayım. Tüm bu yanlış anlamalara karşın, bana kalırsa çok doğru anlamış olduğumuz bir şey var, o da şunda özetlenmiş:
Kurtuluş yok, tek başına.
Ya hep beraber, ya hiçbirimiz.
Gerçekten de Can’cağızım, bu manevi konulara girdikçe, biraz daha iyi anlıyorum bu kelimelerin önemini. Manevi alemlerde de aynısını görüyorum var çünkü, ben yok, biz var. Aynı yerden geldiğini ve aynı yere döneceğini görünce,
“Sana nasıl davranılmasını istiyorsan sen de öyle davran” var mesela.
Bu kısmını bizim cenah iyi anlamış bak. Dayanışmanın, yere düşmüşün elinden tutmanın, zora düşenin yardımına koşmanın değerini iyi anlamış, bunu gelenek haline getirmişiz. Bu bu anlamıyla övünülecek bir şey.
Bu, aynı zamanda şu anlama da geliyor:
İyi insan olmak için, güzel insan olmak için, bir inanç sistemine dahil olmak (Müslüman olmak veya spritüel olmak vs.) bir zorunluluk değil kesinlikle.
Dünyayı tamamen maddeden görsen de, iyi, güzel insan olabilirsin elbet. Çünkü bana kalırsa zaten doğamız böyle, biz zaten böyle evrim geçirmişiz.
Şu sıralar pek inandırıcı gelmese de (veya son birkaç bin yıllık geçmişimize bakınca), aslında insan dediğin özünde iyidir, sen de iyi biliyorsun, biliyorum.
Sonra ama, işte yine biliyorsun ki, yerleşik düzen ve mülkiyet ve yönetenler ve yönetilenler çıkıyor, her şeyi olduğu gibi ‘Tanrı’yı da alıyorlar hükümdarlıkları altına, ‘maneviyatı sizden öğrenecek değiliz!’ diyorlar, kuralları biz koyarız, sonra geliyor dinler, inanışlar, mabedler ve ruhbanlar…
Biz de, yönetenlerin her türlü yönetme aracına karşı çıktığımız gibi, buna da karşı çıkıyoruz. Dinle birlikte, Tanrı’yı da reddediyoruz, sonra işte, maneviyata dair her şeyi lügatımızdan çıkartıyoruz.
Bunu yapan sadece bizim cenah değil tabi, dünyadaki büyük bir kesim, ‘okumuş’ kesim, ‘aydın’ kesim yapıyor bunu: Dinle birlikte, dinle alakalı gördüğü her şeyi de reddetmek yani.
Vur diyince öldürüyoruz sanki ha?
Son yıllarda ancak, manevi bir uyanış yaşanıyor, hiç beklenmeycek yerlerde hem de, akademide, bilim ve sanatta. Gün geçmiyor ki, bir bilim insanı göreyim, “Bir dakika biz galiba her şeyi bir yerimizden anladık” diyen.
Bizim cenah ise, sol ve/veya muhalif kesim diyelim, veya “başka bir hayat mümkün diyenler” diyelim bak bu daha güzel, bizimkiler zaten en zorunu başarmış.
En zoru, yani tüm bu ahval ve şerait içinde dahi, tüm bu gaddar ve barbar kapitalizm içinde dahi, dayanışmayı, düşeni yerden kaldırmayı başarmış. Cumartesi Anneleriyle de oturmuş, Gezi’deki ağaçlara sarılmış, Soma’lı ailelerin ellerini de tutmuş...
İşte diyorum ki, acaba, bu halde bile gönlünün peşinden giden bizim cenahın, bu gönül konularını düşünmesinin zamanı gelmedi mi? Tanrıyı bir daha konuşabilir miyiz diyorum yani? Gönlümüz biraz daha yumuşasa, sözümüz de daha çok kulağa girmez mi?
Çünkü bunları konuşunca biraz, biliyorum ki anlayacaz yoktur bir farkımız, hepimiz işte birer yağmur damlası. Böyle olunca da belki, biraz daha az bağırıcaz diğer tarafa, biraz daha az parmak sallıycaz.
Belki o zaman işte, olmaz ya olur ya, kim olursa olsun gelecek. Olmaz ya olur ya, o zaman, demografinin, geçmiş hayatların bizi kapattığı yüzdelerin içinde (en 48-52ydi sanırım) yaşamak zorunda kalmayacaz ha?
O güneşin sofrasına, hadi diyelim tanrının sofrasına, daha fazla dost çağırabilir miyiz dersin?
Tüm bu dediklerim, koca bir naiflikten ibaret olabilir. Bu kadar sert bir hayata, fazla yumuşak kaçıyor olabilir. Kulağa hoş, sokağa boş gelebilir. Büyük ihtimalle de böyle. En kötü, 15 dakikanı benimle geçirmiş olursun ha?
Gitmeden önce, hatırlarsan son görüşmelerimizden birinde, sana meditasyon tavsiye etmiştim, sen de “bilmiyorum ki” demiştin. Şimdi sana birkaç cümlede anlatmak isterim, nasıl yapacağını.
Anlatmak isterim çünkü bazı aşmış abi/ablalar, dünyanın bugün geldiği noktanın, insanın zihninde yaşaması, düşünceleriyle kendini özdeşleştirmesinin yol açtığını söylüyor. Dünyayı bilmiyorum ama, ben kendim o zihnimde neler çektiğimi biliyorum. Ve meditasyonun da, yani gözlerini kapatıp, zihnine yoğunlaşmanın, bunun nasıl panzehiri olduğunu da.
Yine, hasbelkader, mapusun kafasının ona nasıl ikinci bir zindan olduğunu da biliyorum: “Ne kadar kalacam? Anam-babam ne halde? Çıktığımda onları nasıl bulucam? Çıkınca kaç yaşında olucam? Beni hala htırlayan olacak mı?”
Ahh o dört duvardan da berbat bir zindan o zihin!
Bu yüzden, mektubuma ufak bir meditasyon tekniği ile son vermek isterim.
1. Gözlerini kapat, sırtını dik duruma getir.
2. Önce birkaç derin nefes al.
3. Nefesin normale dönsün ve bilincinde ortaya çıkanları fark et:
- Odadaki kokuları fark et (o öğlen yediğin fasulyenin yol açtığı kokular olabilir, veya Tayfun’un çoraplarından, artık her ne koku geliyorsa),
- Sesleri fark et (uzakta kapanan bir koğuş kapısı veya bir güvercin – umarım güvercinleri duyabiliyorsundur tabi- artık ne sesler çıkıyorsa)
- Vücudundaki duyumları fark et (nefes alış verişini veya basketten ağrıyan omzunu veya dişlerini sıkmaktan kanayan diş etlerinin sızısını mesela)
- Gördüklerini fark et (göz kapaklarının karanlığında çıkan garip şeyleri)
- Ve düşüncelerini fark et..(muhtemelen, gözünü kapattığın andan itibaren düşüncelere dalacaksın, artık kaç dakika oturacaksan meditasyonda, ama sorun değil, olayı bu zaten.)
4. Bu farkına varmaları, zorlamaya, yönetmeye çalışma. Neyin farkına varıyorsan, var. Aktif değil, pasif bir durum meditasyon. Bir şey yapmıyorsun, sadece izliyorsun.
5. Ve esas olayı işte, o kadar çok düşüncelerinin içinde kaybolacaksın ki, ne kadar düşüncelerinde, ve dolayısıyla kaygı ve korku içinde yaşadığını fark edeceksin.
6. Düşüncelerinde kaybolmak, meditasyon yapamadığın anlamına gelmiyor, tam tersine.
7. Her düşüncede kaybolduğunu fark ettiğinde, “Aaa, bak yine düşüncede kayboldum” de, başka bir farkındalığa geç (nefesine veya seslere veya vücudundaki duyumlara, her neyi fark ediyorsan o sırada).
Hepsi bu. Bunu ister 1 dakika, ister 1 saat yap.
Ama yap, e mi?
Bu işte seni her şeyi daha da boktanlaştıran o zihinden biraz kurtarabilecek tek şey.
Seni tüm sevgimle kucaklıyorum güzel kardeşim.
Gönüllerdesin elbette ve elbette bir gün, omuzlarda da olacaksın.
Kardeşin ve yoldaşın Aşkın.
💖💖💖