Romanımla Sana Bir Ses. S01E04. Kuşlar uçuyor, hayat kısa.
“Ölümümden Havva abla sorumlu değildir, kendi kararımla intihar ediyorum”.
Şimdi dönüp bakıyorum da bu dönemden kendimle ilgili gurur duyduğum tek konu belki de budur. İntihar mektubumdaki inceliğe bakar mısınız arkadaşlar?
Her şeyden, kendi hayatından vazgeçmiş bir çocuk için, ne kadar düşünceli di mi?
Düşüncem de şu, hani diyorum ki yani 9 yaşında bir çocuğun kendini öldürdüğüne inanmazlar, büyük ihtimal bir bit yeniği ararlar ve gözler evdeki gündelikçiye (bkz. Havva Abla) çevrilir diye, gitmeden mektup bırakmaya karar vermiştim.
Hayat ne garip şey anne, insanın hayatta kalmasını intihar mektubunun yol açması ne garip. Ne demişler, düfistanbulnyayı güzellik kurtaracak, bir intihar mektubuyla başlayacak her şey.
Ama önce dilerseniz yöntemden başlayalım: Niye Harakiri?
Başlangıç olarak zaten öyle çok intihar yöntemi bilmiyordum. Yüksek bir yerden atlamayı biliyorum da bu pek benim tarzım değil. Sonra balkon demirlerinin dibine gelince bile ödüm bokuma karışıveriyor ve hani mahalleliye de yazık. Sonra tren önüne atlama var, bazı Western’lerde görmüşüm bunu da, o biraz daha kısa ve acısız geliyor kulağa da memlekette tren yok ki! Bolca araba var ama çok riskli, ABS’ler henüz yok ama yine de kimse Baraj Yolu’nda o kadar hız yapmıyor.
Harakiri de öyle pek kolay gelmiyor kulağa, hele ki bir Samuray değilseniz ve bir kılıcınız yoksa. Yine de seçenekler arasında en iyisi, en erişilebiliri buydu.
Harakiri’yi de yine o dövüş/karate filmlerinden öğrenmiştim. İnsanın kılavuzu Van Damme ve Cahiliye Dönemi’nden bir imam olunca, kendinizi mutfağın ortasında elinde koca bir bıçakla bulmanız çok da şaşılacak şey değil.
Şimdi ama daha önemli soru, niye Harakiri değil de niye intihar?
Biliyorum, 9 yaşında “tamam, bu kadarı yeter” demek için biraz dramatik olmak lazım. Yani gereğinden biraz erken memelerle tanıştıysam ne vardı yani di mi? Hatta biraz beklesem, aslında hava bile atabileceğim bir durum.
Sonsuza kadar cehennem ateşinde yanacağını bilmek, evet bir yük kabul ediyorum ve kabullenmesi pek kolay değil de kavraması da öyle ama. Yani cehennem nedir, yanmak nedir, sonsuzluk nedir pek kafama yerleşmemiş. Kendimi öyle yanarken pek gözümün önüne getiremiyorum.
Sonra, öbür tarafı beklemeden burada biraz avans ceza ödeyeyim bari demişim, ama babamdan istediğim dayağı yiyememişim. Evet, doğru, hayal kırıklığı da bunun için de insan ölmek ister mi? Biraz fazla tepki göstermiyor muyum?
Pek değil.
Kur’an Kursu’nun ilk günüyle, Maradona gecesi civarına kadar, günüm yataktan kalkış, işte donda sarı leke kontrolleri, önleyici gusül abdestleriyle, namazla niyazla geçiyordu biliyorsunuz. Dünyanın en heyecanlı yaz tatili değil tamam ama iyi yanları da yok değil. Ezberim gelişiyordu mesela ve ayrıca düzenli egzersiz alışkanlığım da olmuştu.
Sonra yeni bir dil öğreniyordum ve sürekli banyolu ve temiz donlu geziyordum. Bu son ikisi özellikle, annem tarafından büyük şaşkınlık ve takdirle karşılanıyordu.
Maradona gecesinden, Harakiriye gelene kadar ise işler çok değişecek, her şey çığrından çıkacak, full terelelli kopacak ve benim kafamın içinde olacak her şey. Bu terelellinin Tıp’taki adının ağır obsesif kompulsif bozukluk olduğunu (ecnebicesinin kısaltılmış hali “OCD”), baya sonra, yaklaşık 6 ay, 3 şehir ve 14 psikiyatrist gezdikten sonra öğreneceğiz ama oraya daha var.
Bok fırtınası ilk çizgilerle başlamıştı. Çok insanın az çok aşina olacağı bir görev ve takıntı.
Kuralı biliyorsunuzdur: çizgilere basmayacaksın arkadaş. Net! Artık o çizgiyi oluşturan her ne ise, kaldırım taşı mı, karo mu, her ne ise, basılmayacak, buna göre yürünecek.
Yanlış hatırlamıyorsam, bir sonraki kural terlik kuralıydı ve yine basit: Terliklerimi giydiğimde, on parmağım birden, aynı anda, terliğin ucuna, cuk oturacak. Böyle, şak diye. Ne bir milim geri ne bir milim ileri ve bir parmak bile diğerlerinden önde veya gerideyse, çıkartıp yeniden giyeceksin. Kurallar böyle, yapacak bir şey yok ve bunlar daha iyi günlerim.
Sonra geldi mesela Floresan Kuralı, ve bu da basit: evdeki ışık düğmelerini, tam işaret parmağımın tam ortası değerek açmak zorundayım. Şimdi “Ee ne olucak, aç kapa” diyebilirsiniz ama bir ek kural var. Kural ihlali yaptım diyelim, önce ışığın açılmasını beklemem lazım ki 80lerde floresanların kaç dakikada açıldığını hatırlayanlar varsa sorunu anlayacaklardır.
Bu kural ve görevlere, ki henüz Taş Çağı’ndayız çok ilerleme kaydedecek bu kural ve görevler, kısa zamanda yenileri ekleniyor: el yıkama prosedürleri, çatal-bıçak dizilimleri, ayakkabı bağlama ritüelleri…
Sabah yataktan kalkmam, terliklerimi giyip, halıdaki çizgilere basmadan odanın ışığını açıp giyinmem on dakikamı almaya başlamış, daha bunun sarı leke kontrolü var, gusül abdesti var, namazı niyazı var, var da var…
Ben böyle, usul usul, kendimce delirirken yaz bitiyor, okullar açılıyor ve güzel günlerin de sonu geliyor
15 Eylül 1986 günü bildiğiniz üzere bir pazartesidir ve benim için de aynı zamanda ilkokul 4.’ün ilk günü.
Okulun ilk günü herkes her zamanki gibi daha önce ne yapmışsa aynını yapıyor o gün, 4 aydır görmedikleri arkadaşlarının hasretinde millet. Kimse Ant Töreni’nde yerinde duramıyor, kımıl kımıl, sonra sonunda müdürün konuşma bitiyor da bağıra çağıra sınıflara dalınıyor, sonra da öğretmen susturana kadar yaz hikayeleri anlatılıyor.
Bense sus pus, kimseye bir şey anlatamıyorum. Anlatamıyorum çünkü, henüz sınıfa ulaşamamışım. Niye? İlk kural yüzünden…
Okulun bahçesi kare taşlarla döşeli Allah kahretsin ki ve ben bahçe kapısından Ant Töreni için, bizim sıraya gelene kadar akla karayı seçmiştim çizgilere basmamak için. Sonra tören boyunca aynı karelerin içinden çıkmamışım, ama tören bitip de millet binaya koşturduğunda, dımdızlak kalıvermiştim bahçede. Tek tek kare taşlardan seke seke binaya yaklaşmışken, bir çizgiye basıvermiştim. Bu ne demek? Bahçe kapısına kadar geri dönüp (ve tabi ki çizgilere basmadan), bir daha denemek demek…
Velhasıl, sonunda okul binasına ulaştığımda, ilk ders bitmek üzere neredeyse. Kafamı kaldırıp, sınıf pencerelerinden beni izleyen arkadaşlarımla göz göze geldiğimi anı hatırlıyorum. Okulun delisi ilan edildiğim o anı.
Sonraki günlerde, normalde tüm okul peşimde, bahçenin tozunu attıran ben, teneffüslerde yerimden kalkmaz olmuşum. Arkadaşlarımla konuşamıyorum bile doğru düzgün, kafamda hep bir şeyler ve hep de yeni görev korkusu. Yenileri inmesin diye sıramda oturuyor, kimseyle konuşmuyorum ama bu da bir kaçış değil, yenileri geliyor. Yeni kurallar, görevler geliyor ve bunların konusu da genelde ezber: herkesin numarasını ezberle, tahtadaki tüm yazılanları ezberle (ki bu işe yaramıyor diildi), herkes ne kolu onu ezberle...
Bir gün yine kendimi müdürün odasında buluyorum. Bu aralar sık girdiğim bir oda çünkü, sadece okulun egzantriği değilim, bir de ağlama nöbetleri başlamış, ne yapsın öğretmenler de beni müdürün odasına gönderiyor. Müdür de beni önündeki koltuklardan birine oturtuyor ve o sigara içerken ve onu bunu imzalarken bekliyoruz beraber annemin gelmesini.
Annem sonunda pes ediyor ve beni geçici olarak okuldan almayı kabul ediyor. Ediyor etmesine de annemin de öğretmenlerin de kafa karışık. O zamana kadar dönemin birincisi, çete lideri, kızların gözdesi (en azından Deniz’in) bu Aşkın’a ne olmuştu da bu hale düşmüştü?
Kendi aralarında buldukları cevabın adı Sezai. O sene bizim sınıfta başlayan, yeni sınıf birincimiz, parlak mı parlak Sezai. Belli ki diyorlar, rekabete dayanamamışım, tahtımdan olmak zor gelmiş, kıskanmışım Sezai’yi...
“Ah oğlum, bu kadar dert edilecek şey mi bu?” demişti annem, ben parmak ucumla, bir balerin gibi karodan karoya atlayarak okulun bahçesini terk ederken. “Ne Sezai’si anne ya” dememiştim, neden olduğu önemli değildi, önemli olan okula bir daha gitmeyecek olmamdı.
Annem daha önce sormuştu, “Güzel oğlum” demişti, “Ne oldu sana, niye böylesin?” demişti. “Bir şey yok” demiştim, “bilmiyorum” demiştim. İlki yalan, ikincisi doğru. Gerçekten de, çok uzun süre bana olanların ve bundan sonra olacakların, çizgilerin, terliklerin, kuşların, saçların ve daha bir ton şeyin, sarı bıyıklı imamla, Ayşe Abla’yla, onla düşüp kalkmamızla bir alakası olduğunu anlamayacaktım. Anlamadığım için de anlatamayacaktım.
Şimdi ise, Sezai adında bir cevapları vardı ve bunu ellerinden alacak değildim. Artık okula gitmeyeceğim için, eve, evin bildik haline, bildik görevlere ve Temel Reisler’ime döneceğim için pek mesuttum, eve gelirken bastığım bir iki çizgi bile umrumda olmamıştı.
Ne yazık ki, Temel Reis baharı pek kısa sürdü, arkasından da geldi bok fırtınası, full terelelli.
Yavaş yavaş, bana bu görevleri veren, kuralları koyan sesin tonu değişmişti, biraz daha netleşmiş, daha sertleşmiş, biraz daha otoriterleşmiş. Bu sesin bir benzerini, seneler sonra Full Metal Jacket’da karşılaşacaktım: Gunnery Sergeant Hartman, hani şu psikopat eğitim çavuşu. Kafamın içindeki psikopat da, bana her geçen gün daha zor görevler vermeye başlamıştı, kompleks görevler. Kıro gibi çizgilere basmamaların, basit ezberlerin yerine, daha çetrefil ödevler
Bir gün televizyon seyrediyordum mesela ve Küçük Ağa vardı, son bölümüydü hatta. Bölüm bitti, jenerik başladı, Çetin Tekindor, Fikret Hakan, Aydan Şener…
İçime ufak bir hüzün çökmüştü jenerikle birlikte, genelde pazar akşamları peydah olanlardan. Eskiden, kafayı kırmadığım zamanlarda da pazar günleri nedense içime bir hüzün çökerdi. Ama bu sene o zirve yapmıştı. Ertesi gün okul günüydü, hafta sonu evde olmanın huzuru, koruması, tanıdıklığı bitiyordu, yine okul bahçesi kareleri başlıyordu. Dizinin sonuna doğru da aynı his gelip oturmuştu ve ama evet artık evdeydim, okula da gitmiyordum da ama bu kez kaçamadığım bir zihnim vardı ve dizi bitince de kafamın içine geri dönecektim.
O sırada, jenerikler akarken yani, Hartman çıktı meydana:
[JENERİKTEKİ İSİMLERİ EZBERLE]
Niye? Bilmiyorum ama, soramıyorum da. Çavuşun emrinden sual olunmaz, itaat kaçınılmaz.
Televizyonun dibine kadar girip, isimleri ezberlemeye çalışmıştım gözüm ekranda, annemlerinki bende. Gel gör ki büyük de prodüksiyonmuş kahretsin, isimler çok, isimler hızlı, daha ışık şefine gelemeden, havlu atıvermiştim…
Peki böyle olunca, bir görevi yerine getiremeyince ne oluyor? Nasıl hissettiğimi anlatmak ne kadar mümkün bilmiyorum.
Bir görev yerine getiremeyince sanki yer sarsılıyor, sanki garip sesler geliyor etraftan, Nuh Tufan’ı kopmak üzere sanki ama benim dışımda kimse duymuyor, sanki korkunç bir şey olacak ama bir tek ben farkındayım. Bir şeyler, kötü bir şeyler olacak duygusu.
İşin en kötüsü de telafisi olmaması. Bir kere beceremedin, sonsuza kadar, ilelebet bu böyle, düzeltme şansın yok. Bugün de öyle çünkü Küçük Ağa’nın son bölümü bu, bir daha yayınlanmayacak, Torrent’e daha en az 20 sene var.
Bu sonsuza kadar sıçmış olma hissi işte, bu düşünce beni bitiren, sanki yer yarılıyor, içine düşüyorum. Ve yani bizimkiler Mintax reklamında, ben nerelerdeyim ve onların yerinde olmak için neler vermem…
Nereden ve nasıl çıkacağı da belli olmuyor Hartman’ın ve mesela arabada gidiyoruz, ablam anneme bir şey söylüyor, “anne dondurma alacak mıyız?” gibi, son derece sıradan bir şey mesela veya babam öndeki arabaya kızıyor yine “sinyal versene adam” diyor örneğin. Ve ben ne denmiş duymuyorum, hani olur ya yani, etrafınızdaki her cümleyi, her sözü illa duymazsınız veya anında unutur. Benim de işte böyle şaşkınlığıma geliyor, babam bir şey söylüyor ve tam olarak anlamıyorum, zaten bana da söylenmemiş. Hartman çıkıyor hemen:
[BABAN NE SÖYLEDİ SOR]
Bu kez ama sormuyorum, direniyorum çünkü biliyorum ki aşırı saçma. Bir kez bizimkilerin garip bakışlarını üstüme çekmek de istemiyorum, bu sesin bana her dediğini yapmak da ve başlıyorum arka koltukta usul usul kıvranmaya. Kendi kendime yok sorma diyorum, geçer diyorum, unutursun diyorum. Hartman durur mu?
[HEMEN SOR. YARIM DAKİKA GEÇTİ. YOKSA BİRAZDAN O DA UNUTACAK, SONSUZA KADAR ÖĞRENEMEYECEKSİN.]
Ah işte, sonsuzluk kartını oynuyor yine.
“Baba” diyorum, “biraz önce ne demiştin, hani göbeği dönerken?” ayaklarımı yere vuruyorum baterist gibi bir yandan, göğsümde oturan katır iyice bir yayılıyor. Babam bana dönüyor, yüzünde son dönem çok gördüğüm Fesuphanallah bakışı, “Millet deliye hasret biz akıllıya” diyor ve ben bu lafı çok severdim, babam her dediğinde kıkır kıkır gülerdim…
Sonra babam sorumun cevabını veriyor veya vermiyor, çok da önemli değil. Verirse, bir tık rahatlıyorum, çavuş yine çıkana kadar. Vermezse, o zaman, sonsuza kadar babamın o göbeği dönerken ne dediğini öğrenemeyecek olmamın derdiyle yanıyorum, gözüm kapalı, olur da çavuş tabela, plaka ezberletir diye.
Günler genelde böyle geçiyor artık. Hartman’la, Kur’an’la, dualarla, prodüksiyon amirleriyle, çizgilerle, terliklerle, elektrik düğmeleriyle.
Annemle balkondayız bir gün, yardım ediyorum anneme. Saçları kısa, çoğu zaman kısaydı annemin saçları zaten. Rengi de koyu, kızıla çalan bir kahverengi. İnce dudaklarında ince bir ruj. Vatkalı bir bluz üzerinde (zaten o zamanlar eşofmanlar bile vatkalı), büyük ihtimalle işten yeni gelmiş üstünü değiştiremeden, ev işlerine girişmiş. Çok titizdi ve bir yandan da zaten yorgun geliyor eve hastaneden, eve gelince onu bekleyen işleri görünce tepesi atardı, biz de çil yavrusu gibi dağılırdık. Ama o zamanlar kaçamıyorum, sokak kapısından adımımı atamıyorum.
O günü işte, dün gibi hatırlıyorum, çünkü kafamın içinde bir fotoğrafı duruyor. Çok garip ama, çok garip, bugünün, bu anın fotoğrafını buldum evde seneler sonra, bir ayakkabı kutusunda. O zamanlar fotoğraf her dakika çekilen şey değil, önemli bir tatilde önemli bir kalenin önünde veya sünnette falan çekiliyor. Hele ki ananız balkonda çamaşır asarken foto çekilmez yani günah. Ama çekmişiz, hatta ben çekmişim muhtemelen. Nasıl olabilir acaba? Acaba, kuş fotosu mu çekmeye çalışıyordum?
Neyse, balkondayız ve anneme ıslak çamaşırları uzatıyorum, o asarken kafamı kaldırıyorum ve ve bir kuş sürüsü görüyorum ve kuş sürüsüyle birlikte Hartman çıkıyor sahneye
[SÜRÜDEKİ KUŞLARIN SAYISINI VE ŞEKLİNİ EZBERLE]
Hemen sürünün zihinsel bir fotosunu çekmeye, sürüyü ezberlemeye çalışıyorum. ‘Niye ya manyak mısın?’ için vaktimiz yok, anında ezberlemeye girişiyorum ama o an yetmiyor tabi, kuşlar benim keyfimi bekleyecek değil, sayamıyorum kuşları, başaramıyorum, saniyeler içinde apartmanın üstünde sonsuza kadar kayboluyorlar. Hayat kısa, kuşlar uçuyor. Uçuyorlar ve sonsuza kadar kayboluyorlar.
Öylece kalakalıyorum, aval aval, cezamı bekler gibi ve annemin “oğlum versene babanın donlarını” demesiyle ancak kendime geliyorum.
Donlar da, çoraplar da bitiyor ve balkondan oturma odasına giriyorum ve aklımda hep aynı soru: Şimdi ben ne yapıcam ha? Bu golü nasıl çıkartıcaz?
Takdir edersiniz ki, işim zor. Sonuçta 9 yaşında bir çocuk olarak, zamanı geri almaya uğraşıyorum. Zamanı geri alayım da o kuşlar uçsun ve ben vaktinde çıkıp, zihinsel fotolarını çekeyim, ezberleyeyim sayısını, uçtukları şekli.
Sonra, 9 yaşında olduğum aklıma geliyor ve bir ampul yanıveriyor. Çocuğum yahu ben hala diyorum Hartman öyle görmese de, insanlar çocuk sever. Sonra, masallardan biliyorum, ölüm döşeğindeki insanların son istekleri yerine getiriliyor. Bu ikisini birleştiriyorum ve dahiyane bir fikir buluyorum:
“Ya” diyorum, “ölüm orucuna yatsam ve ne istediğimi sorarlarsa?”.
Şimdi sevgili okur, yanan ampulün detaylarına girmeden, öncelikle “ölüm orucunu nereden biliyorsun oğlum sen o yaşta?” sorunuzu cevaplamak isterim, ama korkarım pek beceremiycem.
80ler Türkiye’sindeyiz, o sırada ölüm oruçları varsa bile (ki büyük ihtimalle vardı Diyarbakır Cezaevi’nde mesela), bizim – hele benim – bundan haberdar olmamız pek mümkün gözükmüyor. TRT’den başka kanalın olmadığı, TRT2’nin yayına başlamasının (nedense sürekli Anadolu’dan Görünüm izlerdim) davul zurnayla kutlandığı yıllar o yıllar.
Ayrıca bizim ev de ileride derecede apolitik, bir kere bile sol solcu komünist anarşist kelimesinin söylenmemiş bizim evde. Sonra sokaktan duydum desem, o da değil.
Konsepti ben geliştirdim desem, hani, kafam o kadar basıyor mu bilmiyorum. 9 yaşında ölüm orucunu icat etmiş olmak da hani, ne biliyim, öyle hayat boyu beni gururla dolduracak bir durum da değil ya.
Velhasıl, bir şekilde, hiçbir şey yemeyerek ölünebileceğini biliyorum ve şöyle bir plan geliştiriyorum:
Bir şey yememeye başlayayım, gittikçe zayıf düşeyim, yatağa bağlanayım. Ailem derbeder, mahalleli derbeder. Sonra öte tarafa göçmeme yakın, bana son isteğimi sorsunlar, ben de diyim ki, işte 1986’nın Ekim ayının, şu günü, dünyada herkes ne yaptıysa onu yapsın, herkes, o günü tamamen aynı şekilde geçirsin.
O zaman işte, herkes aynı şekilde yaşarsa o günü, o kuşlar da bir kez daha, aynı şekilde bizim apartmanın üstünden uçar. Yani doğru di mi? Öyle olması lazım yani di mi? Sonuçta kaos teorisi diye bir şey var ve gerçi benim bunu öğrenmeme bir 10 sene daha…
Neyse, bu şekilde, ben de bir nevi zamanı geri almış olurum ve balkona bu kez zamanında çıkar, şak diye çekerim fotoyu, hem bu kez gerçek foto da çekebilirim, zihinsel değil illa. Tabi, bunun için dünya genelinde bir kampanya gerekiyor ve biliyorum kolay iş değil. Ama oluyor böyle şeyler, daha yeni konserler olmuş, Etiyopya’daki kuraklıkla ilgili (bkz 1985 Live Aid konseri) mesela. Beni kurtarmak için de yapılır işte bir ufak kampanya di mi?
Şimdi bu noktada, ‘Ne ölüm orucu ne dünya genelinde kampanya ne kaos teorisi?’ diyebilirsiniz. Kafayı ekmek peynirle yemiş olduğumu düşünebilirsiniz ki, bu hemfikir olduğumuzu gösterir.
Bunların hiçbirinin olmayacağını ben de biliyorum ama izin verin o kadar kendimi kandırayım. Olabilecek olması, sadece teorik olarak bile olabilecek olması yeterli, rahatlatıyor biraz, tırnaklarım biraz uzayabiliyor.
İstersem yatarım oruca, son istek, “’Küçük Ağa’nın son bölümün kasedini göndersin TRT yetkilileri’ derim, çat diye gelir” diye düşünüyorum ve bir ohhh çekiyorum, göğsümden kalkıyor biraz katır, olanca gücüyle bir daha oturana kadar.
Sonra, Hartman cebinden yeni bir numara çıkarıyor…
Yine bu aralar bir akşam klozeti inceliyorum. Bu görev de yeni peydah olanlardan, ablamın klozete düşen saçlarını ezberlemek yani, sayısını, her biri nereden giriyor, nereden çıkıyor. Yine bir zihinsel foto çekmem lazım, gözlerimi kapadığımda saçları tıpatıp görebiliyor olmam.
O klozete kaç dakika baktığımı hatırlamıyorum ve fakat fotoyu çekmeden, ezberlemeden saçları, sifonu çekiş anımı çok iyi hatırlıyorum. Bu Hartman’a ilk kez karşı çıkışım ve aklımda annemin “Korkularının üzerine git oğlum, onlarla yaşamaktan yeğdir” sözleri. Bu sözlerle bir bismillah çekip üstüne de sifonu çekmiştim. Evimiz için küçük, küçük Aşkın için çok büyük bir sifon.
Sifonu çekişimi ve çekmemle birlikte, dünyaların başıma yıkılmasını da çok iyi hatırlıyorum. Çeker çekmez pişman olmuştum. Ne yapmıştım ben? Ne yapmıştım ben ha? O saçları nasıl ezberlemeden göndermiştim kanalizasyona? Sonsuzluğa…
Öyle kalakalmıştım klozet suyuna baka baka ve bir yandan babam “bu kadar bokun üstünde oturulur mu?” diye bağırıyor dışarıdan. Paniğime panik katıyor. Açamam ama o kapıyı, halletmem gerekiyor önce ve Hartman’la pazarlığa girişiyorum:
Ben: Şimdi, o saçlar bir daha öyle düşmeyecek diyorsun ama, niye düşmesin ki? Bir kere düştüyse, bir daha da tam o sayıda ve şekilde düşebilir sonuçta.
Hartman: Ama aynı su olmaz.
...kısa bir kriz arası. Bir süre banyo fayanslarına kafayı toslama.
Ben: Ama aynı su da olabilir. Yani, su sonuçta, kanalizasyona karışacak, sonra da oradan bir şekilde yine buharlaşıp bulut olacak ve sonra yağmurla yeniden yer yüzüne dönüp, bir baraj gölünde birikecek. Yani, teorik de olsa, klozetteki suyu oluşturan tüm minerallerin, önce ayrı ayrı buharlaşıp, yağmurla aşağı indikten sonra, bir araya gelip yine bu bir avuç suyu oluşturması mümkün.
Hartman: Ama saçlar aynı saçlar olmayacak.
...kısa bir kriz arası. Bir süre banyo fayanslarına kafayı toslama.
Ben: Ama ama, saçlar için de aynısı geçerli değil mi? Saçlar sonuçta organik materyal değil mi? Yani işte o saçları oluşturan mineraller, yapı taşları vs., bir şekilde kanalizasyondan toprağa karışacak, yine bir kabakta, marulda kendini bulacak, o kabak marul bizim soframıza gelecek ve ablam o kabak marulu yiyince, hooop, tamamen aynı organik maddeden aynı saçlar yine çıkacak.
Hartman: Ama zaman, aynı zaman olmayacak.
Oyun, set ve maç ve bir de şah ve mat.
Bunu, ölüm orucu da kurtarmaz. Geriye Harakiri’den başka seçenek kalmıyor.
İşte sevgili okuyucu, mutfakta yere oturmuş, elimde kafam kadar bir ekmek bıçağı, Harakiri yapmaya çalışırken bu haldeyim. Günlerim bu şekilde geçiyor, Hartman’la, sonsuzlukla, Zihni Sinir Projeleriyle. Harika bir çocukluk sayılmaz ha? Şimdi siz de artık o kadar da dramatik davranmadığıma hak vermiş olmalısınız. Hartman’dan kaçacak yer yoktu ve tek umudum, ekmek bıçağı.
Hadi bismillah diyip bıçağı birkaç kez karnıma doğru sallıyorum. Daha doğrusu sallamaya çalışıyorum da beceremiyorum, tam karnıma değdiği noktada sanki bir güç (yaşama sevinci? acı paniği?) kolumu durduruveriyor.
Baktım öyle cart diye saplayamıycam, yavaş yavaş sokmayı deniyorum, hani tornavida gibi. I ıh, yine olmuyor. Baktım bu şekilde zor bu iş, biraz daha araştırma yapmaya karar veriyorum, bıçağı yerine koyuyorum ve namaza geri dönüyorum ve fakat, mektubu da çekmecede unutuyorum.
Keçileri tümden kaçırmış olmamın aile gündemimize oturması da işte bu sayede oluyor, annemin o kısacık mektubumu bulmasıyla. Konunun okul birinciliğini kaptırmamdan daha derin bir konu olduğu da bu sayede anlaşılıyor sanırım. Kadıncağızın paniğini hatırlıyorum, bana bakışını, gözbebeklerinin titremesini, sorularını:
Oğlum, noldu sana? Ne oldu, kafandan neler geçiyor? Oğlum, güzel oğlum, niye böyle bir şeye kalkıştın?
Ben yine aval aval, etrafa bakıyorum, peynir ve karpuz yok ama, artık gözüme ne çarptıysa, ona bakıyorum uzun uzun. “Bilmiyorum anne” demişimdir herhâlde, “iyi hissetmiyorum” belki bir de öyle bir şeyler. Okuldan alındığımda ne demişsem artık. Belki biraz Hartman’dan bahsetmişimdir, ama Ayşe abladan bahsetmedim, o konudan haberdar olmalarına bir 10 sene var.
Mektubun bulunması iyi geliyor ama, hayatım renkleniyor biraz, bol bol psikolog, pedagog, psikiyatrist, her türlü deli doktoruyla tanışıyorum. Adana’dakiler bitiyor, sıra Mersindekilere geliyor. Onlar da bitiyor, üçüncü tur için İzmir. Böylece hayatımda ilk kez ilk uçağa biniyorum, bir DC-9.
Bu arada uçak var ama teşhis yok.
Teşhis konamıyor çünkü çok da bir şey anlatmıyorum. “Ayşe ablayla düşük kalktım sonra, imam konuştu, ardından çizgiler başladı ve sonunda da Hartman” demiyorum. Demiyordum çünkü bunların arasındaki ilişkiyi ben de kuramıyorum. Ne anlattığımı hatırlamıyorum, bol bol Diner’s Club dergisine baktığımı hatırlıyorum ama o bekleme salonlarında o kadar.
İzmir turundan da sonuç alamayınca, en son Ankara’nın yolunu tutuyoruz.
Psikiyatrist Atalay Yörükoğlu’nun muayenesini hatırlıyorum, çünkü oyuncak dolu. Ben Kuzey Kalesi’nden Kızılderililer’i püskürtürken konuşuyoruz. Bana günlük yaşamımda neler yaptığımı, ev hallerini soruyor, ben de anlatıyorum: ilim-irfan çalışmalarımı, don kontrollerimi, çizgileri, florasanları, kuş sürülerini, Küçük Ağa’yı, saçları, Temel Reis, evdeki kavgaları.
Elimde taze koparttığım Barbie kafaları, muayehaneden, bekleme odasına, Nokta dergilerine geçerken, annem içeri giriyor bu kez, sonucu almaya.
Bir saat kadar sonra, sokakta, muayehanenin önünde binada taksiyi bekliyoruz bizi otogara götürecek olan. Annem epey sinirli, Atalay Amca’ya (nur içinde yatsın) evdeki kavgaları anlattım diye, zılgıtı yiyiveriyorum.
Aynı gün Adana’ya nur topu gibi bir teşhis (obzezif kompulsif bozukluk), bir torba ilaç ve yüzlerce araba plakasıyla dönüyoruz.
Adana’ya döndükten sonrası, öncesinden farklıydı, biraz daha ferah. İlaçlardan mı, anne babamın gösterdiği şefkatten mi bilmiyorum? Belki de zihnim ve/veya Yüce Rabbim, işlediğim günahlarıma karşılık yeterince eziyet çektiğime karar vermişti, emin değilim. Gittikçe daha çok rahatladım sadece ve hatta İlkokul 4’ün sonuna doğru, okula geri dönebildim (O yüzden çarpım tablom hala zayıftır).
Senenin sınıf birincisi ise, tabi ki meydanı boş bulan Sezai denyosu.
O yazın sonunda, 1987 Eylül’ünde İzmir’e taşındık, köklere dönüş.
Hartman İzmir’de de birkaç kere daha beni klozete esir etti ama o kadar, sonrasında çok uzun süre, tam olarak 37 yaşıma kadar, bir daha ortaya da çıkmadı. Bu dönem bizim ailede de ben orta yaş krizine girene kadar hemen hiç konuşulmadı.
Bu dönemi nasıl çok az sıyrıkla atlattım, merak etmişimdir. Nasıl oldu da, böyle oldu, nasıl oldu da Harakiri geçmişim rakı masalarına meze oldu, tam bilemedim?
Sonra düşündüm, belki de rakı masası mezesi yaptığım için böyle oldu. Bu hikâyeleri, bu başıma gelenleri o kadar masada anlattım, o kadar insan güldürdüm (ve eve gidip çocuklarına sarılmalarını sağladım) ki, bu belki iyi geldi bana.
Böylelikle anlatarak unutmadım, unutmayarak da benimsedim sanırım, dışlamadım, bir parçam haline getirdim, hatta o günleri atlattığımla, bulduğum icatlarla gurur bile duydum. Hala da böyle düşünüyorum, yani zihinsel olarak, bu konuyu bolca anlatarak, irini akıttım sanki ve hayatımın kalanını olumsuz etkilememesini sağladığımı düşünüyorum.
Hepsi bir yana, o Pazar akşamı huzursuzluğunu, o kötü bir şeyler olacak hissini hayatım boyunca taşıdım, hala da biraz taşıyorum. O his, başımı çeşitli belalara soktu, biri bitti, diğeri başladı hatta.
Ama onlara sonra geliriz.
Adana hikayeleriyle birlikte, mastürbasyonu keşfimin, anneme göreyse “kızlarla konuşmaya başlamamamın” evde yol açtığı bahar havasını biraz daha anlamlandırabilmişsinizdir umarım.
Şimdi yine o günlere gidiyoruz, kızlara gidiyoruz, İzmir’e, 92 yazına, Summer of Tutti Frutti’ye gidiyoruz.