Size hikayemi, çocukluktan başlayarak anlatmak isterim.
Bunun çeşitli sebepleri var elbet, çocukluktan başlamak istememin yani ve ilki, benim için en önemlisi en azından, en komik hikayelerin çocukluk hikayeleri olması. En komikleri bunlar çünkü, bir şeye gülebilmenin ilk şartı üzerinden yeterince zaman geçmiş olması biliyorsunuz.
Ve yine biliyorsunuz, içinden geçerken komik gelmiyor asla, “Ahh bir gün oturup bunlara nasıl da gülücem” demiyorsunuz ama işte sonra, gülüyorsunuz, en trajiklerine bile ve hatta en çok onlara.
İkinci neden ise sevgili Romalılar, çocukluktan başlamamın bir diğer nedeni yani, sizinle bağ kurma isteğim. Bunun için de çocukluk hikayelerinden iyisi var mı? En çok çocukluk hikayelerine “aha, ben de” diyoruz sanırım, “aynısı benim de başımdan geçti!”. Çünkü siz de muhtemelen benim kadar salak ve avanak bir çocuktunuz, bir Avni veya Fırat’tınız muhtemelen, benzer maceralar ve travmalar.
Yani “demek başkalarının başına da gelmiş” duygusu, “yalnız değilim” hissini size de yaşatmak isterim. Bu düşünce, defalarca beni kaç kez kör kuyulardan çıkardı, oralara sonra geleceğiz.
Çocukluktan başlamamın son nedeni ise a dostlar (artık size böyle seslenebilirim sanırım), tam bir daire, bir çember çizmek istemem ve inanın, bu satırları yazarken o çemberi çizip çizemeyeceğime dair en ufak bir fikrim yok. Çemberden kastımsa, yuvadan başlayıp yeniden yuvaya dönen bir hikâye yazmak, yani bir devr-i daim yapma, başladığın yere ama bambaşka biri olarak dönme hikayesi, kısacası, bir tür Kahramanın Yolculuğu hikayesi yazmak derdim.
Rahmetli Joseph Campell’ın deyimiyle Kahramanın Yolculuğu, tüm esaslı hikayelerin dayandığı hikâye yani, hikayelerin hikayesi, anası da.
Yıldız Savaşları, Yüzüklerin Efendisi, işte ne biliyim Matrix, daha öncesine gidersek Alice Harikalar Diyarı da ve Memo’yu bulmaları bile, hani şu alık balık, o da bir Kahramanın Yolculuğu hikayesi aslen 3D gözlükleri çıkarıp, bir iki adım geriye atıp baktığınızda.
Kahramanın Yolculuğu için ise, evet bildiniz, bir kahraman gerekiyor ve bu kahramanın bir maceraya atılması lazım, uçması lazım yuvadan. Şartlar yüzünden ama öyle çok maceracı, meraklı olduğundan değil ve pek kendine de güvenmeyen, biraz titrek bir tip olmalı ve ahh işte belki de burada en çok benim hikayeme benziyor ama oraya sonra geleceğiz.
Atılıyor maceraya ve sonra işte çıkıyor karşısına ejderhalar, büyücüler, labirentler ve bir şekilde hepsini dövüyor, atlatıyor zorlukları. Anaaa ama bir bakıyorsun bitmemiş zorluklar ve kendini dipsiz kuyularda merdivensiz buluyor ve fakat buluyor da bir yolunu ve oradan da çıkıyor. Tam sırtını dayıyorsun, elini yeniden patlamış mısıra daldırıyorsun ki hay allayım yine bir karanlık tünel, bir ruhun karanlık gecesi daha ve neyse, en sonunda, sağ salim çıkıyor kahramanımız.
Son bölümde ise sevgili okur, eve, yuvaya dönüyor kahramanımız hem de o “bir daha dönersem namerdim” dediği, tabanı kıçına vura vura kaçmış olduığu yuvaya. Gidenle dönen bir değil elbet, bizimki de değişmiş, dönüşmüş. Onu mutlu edeceğini sandığı her şeyin bir illüzyon, tüm ihtiyacının ise zaten en baştan beri onda olduğunu fark ederek.
Hikayemi ilk yazmaya başladığımda, öykünüyorum böyle bir yolculuğa, bende de çünkü hani macera var, kör zindanlar da kahrolsun bağzı şeyler de var, diyorum böyle bir tamamlanma, bir daire yapabilir miyim ama, yuvaya dönüş, ondan pek emin değilim işte. Öyle bir dönüşüm yaşamamışım o yüzden de sen kim Kahramanın Yolculuğu kim diyorum içimden velhasıl sonra, sonra olanlar oluyor, oraya da sonra geleceğiz, en sonda geleceğiz oraya...
Şimdi, ilk başa gidelim ha?
1977 yılının mayıs ayında doğmuşum, Mersin Devlet Hastanesi’nde. Sabah 10 der tam doğum saatine annem, bense bu işte bir iş olduğunu düşünmüşümdür hep. Yoksa tüm yıldız haritaları yanılıyor olamaz di mi?
Sezaryenmişim, aynı ablam gibi. O da aynı hastanede, benden iki buçuk sene önce doğmuş. Uzun yıllar boyunca, ortak noktalarımız bunlar olarak kalacak benim için, aynı ana-babadan, aynı hastanede doğmak. Bunlar haricinde, birbiriyle beş benzemez ve muhtemelen hayatlarını birbirinden kopuk geçirecek iki insanız. İlk büyük ıskam budur sanırım hayatta.
Ablam neredeyse doğumunu bile hatırlayacak utanmasa ama ben o konuda baya gerideyim, ondan birçok konuda olduğu gibi. Mersin’le ilgili, hiçbir şey hatırlamıyorum mesela ki hani tamam bu anlaşılır. Zaten el kadarken, Antalya’ya göçmüşüz.
Bu arada ben uzun süre el kadar kalmışım. Rakiplerim ufak ufak ayaklanmaya başladığı sıralarda, annem beni hala diziyle karnı arasına koyup uyutabiliyormuş rahatça. Baya ergonomikmişim yani, eko-paket. Ah ama bahtsız annem çok üzülürmüş beni büyütemeyecek diye. Neyse sonra bir şekilde büyüyorum büyümesine ama, annemin de hayatının en büyük kaygı kaynağı olmaya devam ediyorum, pişmiş tavuklarla karşılaştırılıyor bu yüzden hep.
Antalya bölümü ile ilgili de hiçbir şey hatırlamıyorum, gözümü Adana’da açtım diyebilirim. Gözümü ve hatta gönlümü de Adana’da açtım evet. Açıkçası kadınlarla başımın bu kadar erken yaşta derde girmesini beklemiyordum, ama onu da sırası gelince anlatmalıyım sanırım.
Bu arada bizimkilerin Akdeniz turu, deniz ve güneş tutkusundan değil. Bizimkiler yanık tenden çok geçim derdinde. Babam nerede iş bulabildiyse, biz de oraya göçmüşüz. Biz büyürken ve inanın benim büyümem çok zaman aldı, aile hayatımızın ana rengini, babamın işleri veya işsizliğine belirleyecek. Onun aileyi geçindirme çabası ve bu sırada olan diğer (ikincil önemdeki) olaylar, kaygılar, korkular, aşklar ve köpekler.
Bizimkiler bronzlaşma sevdasında değil dediğim gibi ve zaten babam Beyaz Gölgeler başlayana kadar hayatımda gördüğüm en esmer insan. Esmerliğinin üstüne, bir de kopkoyu bir et parçası kaplıyor sol yanağını, bir antrikot büyüklüğünde. Afrika kıtasına ilginç derecede benziyor bu et parçası velhasıl, gariptir, gri takıma siyah gömlek nasıl yakışırsa, babama da bir şekilde yakışıyor.
Seneler sonra babaannem bir hikâye anlatmıştı, soyadımız büyük büyük babamdan geliyormuş, babamın dedesi yani, Çanakkale Savaşı’nda topçu eriymiş ve bir gelmiş cepheden tamamen is içinde, kapkara. Soyadı kanunu çıkında da “ehh” demişler, “bizimki hazır”.
Babamın karalığı da ve dolayısıyla benimki de Çanakkale’den mi yadigâr acep diye düşünürdüm işte çocukken. Sonra, biraz daha büyüyünce ama bu hikâyeyi bir çeşit, Kodesten Çıkma kartı olarak görmeye başlayacağım, hani Monopoly’de vardır ya. İleride, polisle-savcıyla başım belaya girdiğinde belki bu hikâyeyi anlatırım da başımı beladan kurtarırım diye düşüneceğim ama yine de gireceğim o kodese. Neyse oralara sonra geleceğiz, şimdi babam ve yanık tenine devam.
Yanık tenli ve üstüne bir de yeşil gözlü babam, Alain Delon’la Cüneyt Arkın’ın karışımı gibi ve hayır, bu benim tanımlamam değildi. Ben ikisinin de kim olduğunu bilmiyorum, video furyası başlayınca öğrencem ve bu furyayla sadece bu yakışıklı abileri değil, aynı zamanda kadın anatomisini ve intihar yollarını da ki buralara da ileride geleceğiz.
Bu yanık tenli, yeşil gözlü, yere bakan yürek yakan ancak yaktığı yüreklerin katiyen farkında olmayan gencimiz ile anamı tanışmaları, anamın en sevdiği hikayelerden. Onu tavlayanın kendisi olduğunu anlatır, muzip muzip gülerdi: “Herkes onun peşindeydi, tüm kampüs, hele tüm hemşire okulu.”. Hayat boyu en gurur duyduğu olay bu olmuştu bana kalırsa, gözlerini en çok ışıldatan.
Bu arada anamın bahsettiği kampüs, Ege Üniversitesi kampüsü, 1960ların sonu, anam Tıp Fakültesi’nde, babamsa Ziraat.
İkisi de İzmirli, ama farklı yakalardan. Anam Eski İzmirli, babam Karşıyakalı ve onların ana babaları ve onların ana babaları da ya İzmir’den ya da komşu kasabalardan. Sanırım bu kadar eski İzmirli olup da Giritlilik, İstanköylülük, Selaniklilik, Rumluk, Ermenilik, Levantenlik, Sabetaycılık, bir şekilde gevurluluk bulaşmamış nadir ailelerdenizdir.
Babamın babası, büyük dedem, Yamanlar’ın arkalarından bir köyden, baba annem de komşu köyden. Bu ikilinin biri babam ve diğer ikisi halam olmak üzere üç çocukları oluyor, ölenleri bilemiyorum. Karşıyaka küçük bir kasabadan büyüyüp de koca bir şehir olana ve etrafındaki her şeyi yutana kadar köy hayatı yaşıyorlar, sonrasında ise, şehirde köy hayatı.
Yaşadıkları köy yavaş yavaş şehrin içinde kalınca, dedem bir parkta kahyalıkla bekçilik karışımı bir iş buluyor ve İnciraltı’na taşınıyorlar. Burada geçen birkaç senenin ardından, Bornova Pınarbaşı’nda bir çiftlikte kâhya olarak çalışıyor ve babam ve kardeşleri birkaç sene de bu çiftlikte bir barakada yaşıyor. Bu çiftliğin, bundan yaklaşık 40 sene sonra benim lisem, Bornova Anadolu Lisesi olacağını bilemezmiş tabi. Sanırım 70’lerin sonunda, dedem tarlasına kendi elleriyle birkaç katlı bir ev yapmış ve buraya, bu yeni kurulan mahalleye, Dedebaşı’na taşınmışlar. Ablamla büyük dedem ve babaannemi burada tanıdık ve burada öldüler.
Annemin ailesi dediğim gibi Eski İzmirli, Eşrefpaşalı. Kendinden 7 yaş büyük bir abisiyle birlikte 4 kişilik bir aile. O zamanlar için iki çocuk için büyük yaş farkı ve ben çok çok seneler sonra, o seneler sonra, anneannemin iki çocuk kaybetmiş olduğunu öğreneceğim, hem de bir aile dizilimine katılmadan hemen önce!
Anneannem aslen Manisa’nın bir köyünden. El Kadarken, Manisa’nın önde gelen ailelerinden birine, evlatlık vermişler kimlere gitmiş ama bilmiyoruz. İlkokulun ilk senelerinden birinde, bir gün ayağı kaymış düşmüş, “evlatlık düştü” diye dalga geçmişler. Evlatlık olduğunu böyle öğrenmiş, o günden sonra bir daha da bir okula ayak basmamış. Sanırım dünyaya da o gün küsmüş. Yüzünün güldüğü bir fotosunu bulamadım henüz.
Annemin babası, yani minik dedem, o işte biraz eksantrik. Cezaevinde baytarmış, yani eczacı. İşi de daha önce çırak olarak çalıştığı başka bir baytardan kapmış. Aileyi de bu şekilde geçindirmiş, arada da mahalleliye kendi yaptığı karışımları satarak.
Onun babası, yani diğer büyük büyük babam, Bayraktar Molla İbrahim’miş. Size bu isim tanıdık gelmediyse anlarım, çünkü tanıdık değil. Ama o zamanlar popüler bir tipmiş anladığım, Kurtuluş Savaşı sırasında, düşmana karşı çetesiyle savaşanlardan. Bundan önce ama, Ruslara savaşta esir düşmüş, tahminim Sarıkamış sonrasında. Bir şekilde esir kampından kaçıp İzmir’e dönmüş, muhtemelen bolca yürüyerek. Kaç on bin adım acaba?
İzmir işgali sırasında Yunan askerleri, minik dedem minik bir çocukken, onu birkaç kez kaçırıp, bir kuyunun başına götürmüşler, boğazına bıçak dayayıp, sorguya çekmişler, baban nerede demişler, bir daha ne zaman sizi görmeye gelecek diye sormuşlar. Onu her seferinde, oradaki bekçi kurtarmış askerlerin elinden.
Sonra Mustafa Kemal İzmir’e girmiş, Yunan askerleri ise topuklamış. Geriye kalmış oranın Rumları ve Türk askeri ve çeteler: Bizimkiler başlamış hendekler kazmaya ve bunları Rumlarla doldurmaya. Minik dedem hala minik bir çocuk, olanları izliyor, bir asker eline bıçak vermiş, bakma öyle, sende al bunu kes diye: Bir bakmış, bu diye gösterdiği, onu kurtaran Rum bekçi. Hikâyenin sonunu bilmiyoruz ama…
Bizim aileyle ilgili bildiğim neredeyse tüm hikayeler bu kadar. Öyle pek hikâye anlatılan bir ev değildi bizimki, bildiğim, anamın da babamın da kendi ana babaları gibi, zor zamanlarda büyüdükleri, çok yokluk çekmiş olmaları. Hatta bizimkilerin belki de tek ortak noktası.
Ben ama o günleri anlatmalarını pek severdim, ikisinin de gözünde gurur, heyecan ve özlem belirirdi çünkü nasıl sevmeyesin. Annem de sazı alır, karşılıklı anlatırlardı; 3 sene boyunca giyilen pabuçlar, sobada pişen kestaneler, mum ışığında ödevler.
Babam “Güzel günlerdi” derdi her seferinde, üstüne de bir “şükür yarabbi” mırıldanır. “Bunun nesi güzel olabilir yahu?” diye düşünürdüm, özellikle de kafayı beş parasız kalıp, sokağa düşeceğim takıntısıyla geçirdiğim o ortaokul, lise yıllarında. Ama o kısmı da yeri gelince anlatırım.
Bu hikayeler haricinde, babam pek anlatmazdı. Ne eski günlerden ne de geleceklerden. Öyle büyük lafların, öğütlerin, ulvi hikayelerin insanı değildi. “Hayat şöyledir” veya “insanoğlu böyledir” gibi laflar ettiğine şahit olmadım. Karşısına oturtup, bir hayat dersi verdiğine de. Sözlerle olmasa da “bir şekilde geldik, bir şekilde gidiyoruz işte” derdi, hep o vardı üzerinde. Ona göre hayat, başına gelen ve çok da öyle üstüne düşünülecek bir şey değildi ve yani durum bu olunca bunla ilgili konuşmak da pek anlamlı değildi ha?
Babamın ketumluğu ama sadece ulvi hususlara münhasır değildi. Genelde pek konuşmazdı. Pratik ve elle tutulur bir amacı konu edinmedikçe, “İngiliz anahtarını getir” veya “tuzu az olmuş” veya “susun be maçı dinliyorum” demeyeceksen mesela, ağzını açmasan iyi olurdu.
Çocukken bir akşam, babamın üniversite arkadaşlarının düzenlediği yemekteyiz. Biz çocuk masasında, zeytinyağlı barbunu çatal-kaşıktan mancınıklarımızla kızların kafasına oturtmakla meşgulüz. Büyükler, yandaki uzun dumanın altında. Masadan yükselen kahkahalara dönüp baktığımı hatırlıyorum. Masanın tam ortasında oturan babamı, el kol hareketleriyle bir şeyler anlatırken seyrettiğimi bir süre. Hem kendi gülüyor hem de etrafındaki herkes, hikayesi de bir türlü bitemiyor bu yüzden. “Bu adam da kim?” diye düşündüğümü hatırlıyorum, o antrikot olmasa tanıyamıycam neredeyse ve bu adam babamsa, evdeki kim?
Mesela yine çocukken bir gün, dedemlerin evinde çekmeceleri karıştırırken, babamın bir çocukluk fotosuyla karşılaşıyorum. Babamın babam olmadan önceki halini neredeyse ilk kez görüyorum. Siyah beyaz fotoğrafta, bir masanın arkasında durmuş, gözler Gulyabani görmüş gibi. Masanın üzerinde kalın dantelli bir örtü, örtünün üstünde kocaman bir gümüş tepsi, içinde de bir dolu kap-kacak. Çeyizi miydi bu yoksa? Dedem öğlen uykusundan uyanınca bunun sünnet fotosu olduğunu öğreniyorum ve böylece dehşet dolu bakışların nedenini de.
Nasıl bir çocuktu? Haylaz mıydı? Dayak yer miydi? Dedem nasıl bir adamdı? Nelerden korkardı? Evde durumlar nasıldı? O fotoğrafa uzun uzun bakmıştım böyle. Babamın üstü başını, elinαi masaya koyuşunu, gözlerini, saçlarını, gömlek cebindeki karaltıyı…
Babam denen gizemi çözme çabam, sanırım o zamanlar başladı, biraz ekmek kırıntılarıyla, 35 sene sonra, hala çok ilerleme yok, gizemi çözemedim ama daha iyi anladım sanırım artık.
Annemle ilgili ise elimizde kırıntıdan fazlası var, çünkü kendisi, karşıt ekolün temsilcisiydi. Babam ne kadar ketumsa, annem o derece açık bir kitap. Çocukken giydiği patiğin renginden, dayımın ona 1958 senesinde yaptığı şakaya, ortaokulunun (İzmir Kız Lisesi) ilk gününden, Tıp Fakültesi’nde derslere nasıl hazırlandığına kadar her detayına hakimdik annemin. Kendisiyle ve geçmişiyle ilgili kenarda köşede kalmış en küçük bir ayrıntı yoktu. Çünkü annem detay demekti. Hele, özellikle de günlük, gündelik detaylar.
Allah saklasın bir cinayete kurban gitse, dedektiflere annemin cinayet günü neler yaptığını dakika dakika anlatabilirdik. Kurban babamsa, o zaman işimiz zor.
Bu iki birbirine benzemez insan, birbirlerini pek çekemezlerdi ve bu pek çocuklardan saklanması gereken bir hal de değildi. 80ler, 90lardayız sonuçta, travma dediğin anca mobiletten düşmeye mahsus veya balıklama atlanmazdan atlamaya.
“Bütün mutlu aileler birbirlerine benzerler, her mutsuz ailenin ise kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.”
Böyle başlayınca Anna Karenina, Tolstoy’cum sen 80-90lar Türkiye’sinden pek haberdar değilsin galiba demiştim içimden. Sizce de ama, mutsuz aileler hep aynı şekilde mutsuz değil mi?
Neyse sizi bilmem ama bizimkinin mutsuzluğu baya sıradandı açıkçası. Bize o zaman yaşadıklarımız çok özel gelse de.
Pek sıradan bir aileydik, kendi halinde: Babam işinde gücünde, annem hem işinde hem ev işinde, ablam kitaplarında, kasetlerinde ve dergilerinde. Bense, mahallede birisinin kafasını yarmadığım veya göbek atmadığın sürece Mevla’ya emanettim ve bu da hiç fena bir şey değildi aslını istersen.
Bizi diğerlerinden belki bir tık farklı kılan, bir eksantrik yönümüz vardı, karavancılığımız. “Aa karavanınız mı var?” derdi her duyan ve “Evet, ne yazık ki.” derdim, çok şaşırırlardı.
Yazlığı olan diğer mutsuz ailelere çok özenirdim. Okullar kapanır kapanmaz, millet Didim’e, Foça’ya, Mordoğan’a, Kuşadası’na, Çeşme’ye, Dikili’ye ve hatta ruhdonduran suyuyla Erdek’teki yazlık sitelerine dağılır ve burada ikinci hayatları başlardı.
Yeniden doğabilirdin buralarda, kozandan çıkabilirdin. Okulda eziksen mesela, burada popüler olabilirdin. Kimse, hala altına işediğini bilmezdi buralarda, henüz kimseyle öpüşmemiş olduğunu da. Gece yarısına kadar dışarıda olabilir, torpil patlatabilir, altdudak alabilirdin.
En güzel yanı da, ahhh işte en ihtiyacım olan yani, ailenden kaçabilirdin.
Biz işte, ablamla ben yani, kaçamazdık. Kışın bile, daha rahattık, ne zaman gerginlik çıksa, kaçabileceğimiz yerler vardı; kaykay sahası, tenis kortu veya en kötü, odan. Oysaki karavanda bizimkilerin aklından geçenleri bile duyabiliyorduk, bırakın kaçmayı, ve işte bu bizim gibi bir aile için, fazla yakınlık.
İzmir’e taşındıktan sonra, Pamucak Kamping’i kampingimiz olarak seçmişti babam. “Orası da neresi?” diyeceksiniz haklı olarak.
Pamucak, Selçuk’la Kuşadası arasında, upuzun, nerdeyse el değmemiş, olabildiğince çirkin bir sahile sahip, en sevdiği bitki yosun, en sevdiği hayvan sivrisinek olan bir beldemiz.
Kampinge giden yolda, o zaman bize bitmek bilmez gelen o araba yolculuklarında, ablamı dikizlemeye başlardım Adnan Menderes havalimanını geçtikten sonra. Kafasında bandanası, dizinde tozluklar, kot ceketinde emvai çeşit yama ve kocaman daire şeklindeki küpeleriyle, nereden baktığınıza göre, Lastik Kız Yasemin Evcim veya Axl Rose’a benzerdi.
Bu kilometrelerde işte usulca walkmaninden kasedi çıkarır (Guns’n Roses, Skid Row, Poison, INXS vs) anneme kapı tarafından usulca uzatırdı ablam. Walkmani de kasetleri de posterleri de ve odasında her bir bok da aşırı değerliydi ve tabi ki bana da hepsi kesinlikle yasaktı. Tabi ki onu dinlemezdim ve tabi ki sonra ağzıma sıçardı. O zamanlar o kasetler her şeyiydi ve sürekli “Stop” yerine Record’a basan, o güzelim Blue Jean Top 10 şarkısının ortasına “aaasittir sıçtık” diye konuk olan kardeşinden yılmıştı, haklıydı.
Ablamın suç ortağı anam, babama karşı bizim Truva Atımız, casuslar kraliçemiz. Kraliçemizin en büyük silahı da acurlar, elmalar, çilekler. Babamın anama karşı en büyük zaafı buydu işte, anamın soyulmuş, dilimlenmiş meyveleri. Ne kadar kızmış ne kadar kafası atmış ne kadar konuşmamaya and içmiş olursa olsun, co-pilottan uzanan çilekleri, armutları ağzına atmadan edemezdi adamcağız. Babamın Kriptonitiydi anamın meyveleri, ama öyle herhangi meyve değil, illa kesilmiş, dilimlenmiş olacak, çilekler bile. O yüzden aevden çıkarken anahtardan önce silahını koyardı anam çantasına, meyve bıçağını.
Anam ablamın kapı tarafından uzattığı kasedi aynı usullukla alıp, bir süre acur kabuklarının gölgesinde bekletirdi. Sonra da gelirdi solukların tutulduğu an:
Anamın görevi, tabi eğer kabul edersen, babamın meşguliyetinden faydalanıp, gıcık olduğu bir arabayı sollarken mesela ki genelde arabalara çok çeşitli sebeplerden gıcık olurdu, kaseti teybe takıvermekti. Babam, o gıcık olduğu arabayı sollarken gıcık arabanın gıcık şoförü gaza bastı diye hepten sinire keser, o sinirle daha da gaza basar, sonunda ait olduğumuz şeride geçtiğimizde, bakıyoruz tırnaklarımızın içi Doğan döşemesi grisi.
Anam artık tabi ustalaşmış, babam şeridine geçtiği kamyona el kol yaparken kasedi teybe takıveriyor ve babam fark etmiyor tabi, hala arkadaki adama içinden ve dışından küfretmekle, dikizden onu gözetmekte.
Şanslı günümüzdeysek ki, bu şekilde albümün bir yüzünü baştan sona dinleyebilirdik. Ama bunun nadir bir durum olduğunu söylememe gerek yok herhâlde, yani adam elbet bir noktada, genelde ilk şarkının ilk gitar solosunda, “pur sam şugır on miiii” sözlerine uyanır, “Nasıl dinliyorsunuz bu saçmalıkları anlamıyorum!” diye dellenir, arka cama çakıverirdi Def Leppard’ı, White Lion’ı, Bon Jovi’yi, Guns’n’Roses’ı.
Babamın dayanamadığı aslında Glam Rock değildi. Genel olarak müziğe pek tahammülü yoktu veya herhangi bir güzel sanata. Ha bir de muhabbete. Özellikle de aile içi muhabbete. Yolculuk sırasında eğer maç yoksa, radyo kapanmalı, herkes kendi işine dönmeli ve bir zahmet çenesini kapatmalıydı. Ölüm sessizliği babamın bu hayattaki yegâne zevkiydi ve bunun için kendine yanlış eş seçmişti.
Ablam, arka camda patlamış Maxwell 120’ini yavru bir serçe gibi okşar, çatlaklarına, çiziklerini kontrol ederdi. “Hayatımın sonuna kadar bunu dinliycem ben” diye and içerdi küçük sesiyle konuşarak. “Küçük sesle konuşmak” bu arada ablamla ilk öğrendiğimiz şeylerden biriydi sanırım ve ben de küçük sesimle ablamın bu “İlelebet Rockçı” andına eşlik ederdim. Çok yaşlanınca, taaaa otuzlarımda bile yani, Manowar dinliycem, Metallica dinliycem, W.A.S.P dinliycem diye and içerdim küçücük sesimle. Bu da ikinci ıskam sanırım.
Antlar bittikten bir süre sonra babamın şakaklarının yanıp sönmesi kesilir, arabamız tekrar ölüm sessizliğine dönerdi. Ablamla ben de kafalarımızı tekrar cama yaslardık ve tekrar hayallere. Onun bandanalı kafasından muhtemelen o sene kimlerle çıkacağı geçerdi ve ne zaman bu evden kurtulabileceği, ben de ablam gibi cool olduğumu hayal ederdim. Evden kurtulmayı hayal etmeme daha var o zamanlar.
Hayal etmekten başka kaçış imkânımız da yoktu. Ablam ergenliğiyle ölüm sessizliği arasında, annem ablamın ergenliği ve babamın siniri arasında ve babam da geçim derdiyle devalüasyon arasında sıkışıp kalmıştı, kimseye pek nefes alacak alan kalmamış, hayaller dışında.
Başımda kavak yelleri, yanımızdan fışır fışır akan Germencik ovası tarlalarında kendimi izlemeye başlardım ben de ve benim de kafamda kendi walkmanim, içinde ancak ablamın gözünün önünde dinlememe izin olan kasetler.
Tarlaların ortasındaki sahnedeyim, kovboy çizmelerimle, deri pantolonum ve yeleğimle ve elbet ki uzun saçlarımla Skid Row’dan “18 and Life”ı söylüyorum. Axl gibi, mikrofonun ayaklarına bandanalar asılı, kıçımı bir o yana bir bu yana sallıyorum ve salladıkça Germencik ayağa kalkıyor, buğdaylar kafayı dikiyor.
“18 and Life” en sevdiğim şarkılardan ve nasıl olmasın. İki müzik kaynağımın ikisi de, ablam ve Pop Saati programı sunucusu Erhan Konuk, bu şarkıyı cool buluyorlar yani ne demek, cool. Sonra kendimi iyi de hissettiriyor şarkı, “18 yaşındasın ve bütün hayatın önünde” diyor ya Sebastian abi, bayılıyorum buna, ben de 18 yaşıma gelip de hayatıma başlamak için sabırsızlanıyorum. Bilmiyorum tabi o zamanlar 18 yaşıma geldiğimde hiç bu kadar da heyecanlı olmayacağım ve belki de en boktan senelerden birini yaşayacağım. Yine o zaman bilmediğim ve çok uzun süre daha öğrenemeyeceğim ve anlayamayacağım iki şey daha var ve bunlar sırasıyla İngilizce dili ve 18 and Life’ın konusu. Sebastian Abi’nin şarkıda 18 yaşında ömür boyu hapis cezası (bkz. Life) alan birisinden bahsettiğini anlamama bir 30 sene var.
Konserimiz tabi tek şarkılık değil, yolumuz var henüz ve 18 and Life’tan sonra sahneye getirilen bar sandalyesine oturup, ikinci favori şarkımı söylüyorum bu kez, Poison’dan “Every Rose Has Its Thorn”.
Buğday tarlalarını doldurmuş on binler, ellerinde çakmaklarla eşlik ediyorlar bana ve kucağımdaki gitara. Ben de pek içten söylüyorum ha, ahh o sözler yok mu o sözler, “Her gülün zamanı gelecektir!” yani, beni nasıl da duygulandırır. Her dinleyişimde gözlerim yaşarır (ki bunun çok sık olan bir durum olduğunu göreceksiniz ilerde), o zaman kendime biraz daha inanmaya başlarım, bir gün büyüyeceğime, gitar çalacağıma, sigara içip cool olucağıma ve kızlarla öpüşeceğime inancım artar. Her gül gibi, benim de zamanım, benim de sıram gelecektir elbet di mi? Şimdi düşünüyorum da o zamanlar, şarkıda “Turn” değil de “Thorn” dediğini anlamamışım Allahtan ve ha bu arada bir 20 sene daha anlamayamayacağım. Almanca okumanın, İngilizcenin seçmeli ders olmasının sorunları bunlar ve ilki başıma çok yakında çok daha beklenmedik problemler çıkaracak, henüz farkında değilim, ama oraya birkaç on kilometre kaldı, biraz daha sabır.
Bu Germencik Ovası konserlerinin olmazsa olmazı tabi elbette ki Sweet Child O’Mine’dır ve bunu söylerken ben, Slash’la yan yana, göt göte, artık bazı Amerikalı ablalar da memelerini bana doğru açmışlardır.
Genelde yine tam buralarda, arabadaki ilk ölüm sessizliği turu bitmiş, ön koltukta bir iki rutin muhabbet başlamış, muhtemelen annem babama son ölüm sessizliği turunda kafasında biriktirdiği soruları (Örn. “Selçuk’ta kasaba uğrıycaz di mi?, “Beyaz peyniri strece sardın da koydun di mi?, “Bu işaretler ne demek İsmet?”, “43 nerenin plakası”) arka arkaya soruvermiş, babam da bir noktada delirmiş, bağırmasını bağırmış, annem sinirden birkaç gözyaşı dökmüş ve akabinde yine küslük ve ikinci ölüm sessizliği turu.
Kamping yolu kavgaları, ablamla en korktuğumuz kavgalardan, hele kampinge az kalmışsa. Karavancılık demek çünkü takım çalışması demek: karavan için mükemmel noktayı bulmak, park etmek, dengesini tutturmak, sonra hadi bunlar oldu, karavanın içini ve çevresini temizlemek, tentesini açmak, arabadan eşyaları ve yiyecekleri taşımak, karavanın elektriğini bağlamak, karavan içindeki eşyaları dışarı çıkarmak, temizlemek ve yerlerine yerleştirmek vs. Tüm bunları takımın en önemli iki oyuncusu birbiriyle konuşmuyorken yapamazdınız.
Annem de bunu biliyor olmalı, kampinge yaklaşırken, gururunu göz yaşlarıyla şöyle bir yutup, bir barış acuru uzatır babama, ve biz soluklarımızı tutarız ve ahhh ama o bile bir işe yaramaz babamın burnundan çıkan alevleri bastırmaya ve dostlar işte o zaman, işte o zaman sıçtık:
“Aşkın, babana sor, beyaz peyniri nereye koymuş, göremiyorum buzlukta?”
Annemin yaklaşık 2 metre yanında duran babama dönüp:
“Baba, annem beyaz peyniri nereye koydun diye soruyor”
“İyice baksın içine”
“Anne, iyice bakacakmışsın içine.”
Bizimkilerin hayattaki en önemli hedefleri, ablamın da benim de (en az) bir yabancı dili sular seller gibi konuşmamızdı. Ne çektilerse, iyi yabancı dil bilmediklerinden çekmiş ana babaların evlatlarıydık ne de olsa. Bizimkiler de travmalarını bize yaşatacak değillerdi, hani yani en azından, yabancı dil travmasını. Yabancı dilsizlikten, aileler izin vermedi diye evlenemedikleri sevdiceklerinden bahseder gibi bahsederlerdi: Ahh bir yabancı dilleri olsaydı aaaah, nasıl da mutlu mesut olurlardı ama haa!
Babamın misafirliklerde “Ah ben bizim kız gibi İngilizce bilseydim neler olurdu” dediğini çok duymuştum. Diğer babalar analar da başlarıyla onaylarlar, sonra da çocuklarının konuşma becerilerini yarıştırırlardı:
“Benim oğlan geçen bir turiste Çeşme’ye nasıl gidileceğiniz anlattı”, “Bizimki, İngilizce tabelaları yüksek sesle okuyor”…
Yabancı dilden kasıt, bittabi, İngilizce ama artık bir tek bunu bilmek de yeterli değil, ikinci dil olmazsa olmaz. Bu misafirliklerdeki tek fikir ayrılığı da işte İngilizcenin yanına hangi dilin olması konacağı hususunda olurdu: Japonlar çok iyi arabalar ve walkman yapıyorlardı demek ki yakında dünyayı ele geçireceklerdi. Rusya ve Çin de dışarıya açılmaya başlamıştı ve yakında bunlarla çok acayip ticaretimiz olacaktı. Peki İspanyolcanın dünyanın en çok konuşulan dili olduğunu biliyor muyduk?
O mükemmel ablam tabi ki aşırı iyi İngilizce biliyordu. Ben İngilizce bilmememe rağmen bunu biliyordum çünkü; İzmir Amerikan Koleji’ne gidiyordu, Amerika’ya dayımı ziyarete gitmişti, günlüklerini İngilizce tutuyordu (böylece bir bok anlamıyordum) ve dinlediği her şarkının sözlerini söyleyebiliyordu.
Yanında, kırk yılda bir İngilizce bir kelime etmeye kalksam, gözlerini devirir sonra da Blue Jean’ine geri dönerdi. Ne demek olduğunu bilmediğim, öğrendiğimde de anlam veremediğim iki kelime.
Ben de boş durmuyor ve yabancı dil öğreniyordum bu arada, hem de Bornova Anadolu Lisesi’nde. B.AL’ı kazandığımı da, 1988 yazında, bir kamping dönüşü ve o zamanlar adet olduğu üzere gazeteden öğrenmiştik.
Annem arabada giderken, 21 rakamlı ve 6 puntolu ÖSYM numaramı ve numaramın karşısındaki 8 rakamlı ve 6 puntolu okul kodunu zar zor bulmuş ve babama dönüp, “Bornova Anadolu Lisesi Almanca Bölümü”, demişti, küçük sesiyle ve ben bile ne dediğini zar zor duymuştum.
Sonrasında araba ufak bir sevinç dalgası. Birkaç saniye sonra, annemden ufak bir çığlık “pardon, yanlış okumuşum, İngilizce bölümüymüş!”. Ardından arka arkaya “Aferim oğlum”lar, “Bir an ödüm koptular”, “Aman dedim”ler, “Bir an ingilizce öğrenemeyeceksin sandım”lar. sonrasında annem bir kez kontrol edip de sonunda Almanca ’da karar kılınca, İzmir’e kadar uzun bir ölüm sessizliği.
Sadece Almanca bölümünü kazanarak bizimkilerin gelecek planlarını mahvetmemiştim, üstüne bir de vasat bir öğrenciydim. Bizimkilere göre sonum fenaydı; “Kafa zaten çok basmıyor, bir de Almancayı iyi konuşamazsa” diye korkuyorlar ve o sırada arka koltukta olduğumu unutuyorlardı.
Bu korkuyla birlikte bizimkiler kampingdeki turistleri farklı gözle görmeye başladılar, Alman dili ve edebiyatı misyoneri gözüyle. Ne zaman karavanımızın önünden bir Alman kampingci geçerken selam verse, ki genelde veriyordu bu nazik insanlar, vah haline. Anacığım zavallı adamcağızın karavanını beller, sonra beni kolumdan tutup karavanlarının önüne götürüp bırakıverirdi. Kendisi bir kelime yabancı dil konuşamazdı ve fakat bunun oğlunun konuşmasını engellemesine de izin veremezdi. Annem tek kelime etmeden beni orada bıraktıktan sonra, bir aile dolusu sarı kafa bana, ben onlara bakardım bir süre. Bu vesileyle çok Norveçli, Hollandalı, İspanyol ve Fransız ailenin karavanlarına misafir oldum, nice Lego’larını yürüttüm.
Babamın taktiği ise farklıydı. “Aşkın git şu mavi çadırdakilerden 12’lik İngiliz anahtarı iste” derdi mesela, “sonra da git çocuklarıyla oyna”. Kriko, deniz yatağı pompası, güneş yağı istettirdiği de. O sırada karavanda neye ihtiyacımız varsa artık. Garipsenecek bir durum yoktu, kampingciler de denizciler gibiydi, adı konmamış bir küresel kardeşlik organizasyonunun üyeleriydik.
Babam bir taşla iki kuş insanıydı sonuçta hem Almancamı geliştirmemi hem de karavandaki eksiklikleri gidermek isterdi. Bense babamın istediği şeyin Almancasını genelde bilmez ama itiraf da etmezdim, babam verdiği kararları değiştiren insanlardan değildi asla. “Baba bilmiyorum baba kargaburun” desem de hiç fayda etmezdi. Utana sıkıla, bu hiç tanımadığım insanların önlerine çıkar, el kol hareketlerimle porçöz anlatmaya çalışırdım.
Sarımsak değirmeni vesilesiyle 89’un yazında (gerçek) bir Alman aileyle tanışmıştık. Benle yaşıt çocukları yoktu ama ablam kızları Karen Walter’la (ahhh Karen aaah) kankito oluvermişti. Yaz ve dolayısıyla kamping dostluğu bitince de mektuplaşma başlamıştı.
O sene Almancam 6 gelince bizimkiler kararını vermişti: Ablama bir sonraki mektubunda Walterlar’a, beni önümüzdeki yaz misafir alıp alamayacaklarını sordurtmuşlardı. Walter Ailesi, sadece mayo ile gördükleri bu ailenin bu isteğini geri çevirecek bir aile değildi elbet.
Böylece 90 yazında kendimi Passau denen bir köyünde bulmuştum, rakım 312, nüfus seyrek. Baya da kalmıştım, hele o bitmek bilmeyen yazları düşünürsek, 2 ay kadar ama Almancan ilerledi mi derseniz, tek gördüğüm inek ve kaz olunca, pek değil. Çok güzel anılarla dönmüştüm ama Allah için, ve en özeli, en unutulmazı, Karen’i donuyla (eflatun) görmemdi.
O yaşlarda bir kız donu, hem de Alman bir kızın donunu görmüş olmanın önemini o zamanların ön-ergenlerine anlatmaya gerek yok. O zamanlar, akranlarım ikiye ayrılıyor, mastürbasyon bilenler ve dolayısıyla sabah akşam yapanlar ile bilmeyenler ve sabah akşam öğrenmeye çalışanlar.
İnsanoğlu önüne bir dert engel çıkınca, kafayı ona takıyor, onun arkasındakileri göremiyor, bir atlatsa onu, sonrası tamam sanıyor ama o iş öyle değil ve ben bunu küçük yaşlarda çözdüm. Bu mastürbasyon öğrenimi için de geçerli çünkü hani bir şekilde öğrendin ve ohh dedin tamam, yaşasın mutlu yarınlar ama dert orada bitmiyor elbet. Araba kullanmayı öğrendin de ama sonra araba lazım, ona benzin lazım, gibi. O yüzden siz de babanızın kaset veya dergi zulasını bulan mutlu azınlığa ait değilseniz, bir Karen donunun ne kadar önemli olduğunu bilirsiniz.
İşte 90 yazına geldiğimizde ben hala cahiliye dönemindeyim, bir türlü nasıl yapıldığını öğrenememişim neredeyse sınıfımın tüm erkekleri erkekliklerine ikinci adımlarını atmışlar oysa ki. Ben mesela ilkokulda sınıfta okumayı söken ve rozet takan son elemanım ve şimdi de yerimde sayıyorum ve konuya verilen isimler de aklımı karıştırmaktan öteye gitmiyor. Sabah akşam bunla yatıp bunla kalkıyorum anlayacağınız.
O yaz, Alman kırsalından döndükten sonra bir akşam Pamucak Kamping’de, akşam yemeği bitmiş, mangal kora dönmüş, babam televizyon antenine bir maç denk getirmeye uğraşıyor, ben de Ömer Abi’lerin yanına ışınlanmışım.
Ömer Abi, yazları kampingde çalışan bir grup lise öğrencisinden biri ve üstüne üstlük o da B.A.L’lı. Kendisi ve ekibi yabancı dil konuşabildiklerinden, kampingin elit çalışan grubunu oluşturuyorlar. Görevleri, yabancı kampingcilere yardımcı olmak, yer yordam göstermek ve kızlarına asılıp oğullarının sigaralarını söğüşlemek.
Yanlarına vardığımda, ayaklarının dibindeki siyah çekirdek tepecikleri yükselmiş, birkaçı bira içiyor ve hepsi sigara, bu sigara konusuna da merakım var ama daha ona var ve ondan önce çözmem gereken başka şeyler.
Bu akşam saatlerinde Ömer Abi ve ekibinin işleri azalıyor, kampingcilerimiz yemeklerini yemiş, mangalları söndürmüş, bira kasaları boş şişelerle dolmuş, esnemeler başlamış çoktan. Kimsenin çadırını kurmak, kampingi anlatmak, patlak lastiğine yardım etmek gerekmiyor artık bu saatte. Bu saatte, babalarının yemek sonrası sersemliğinden yararlanan, Kuzey Avrupa memleketlerinin memeleri hafif hafif çıkmaya başlamış genç kızları, kampingi turlamaya başlıyor ve Ömer Abiler için de günün en güzel saatleri.
O akşam, Ömer Abiler, önlerinden geçerken kikirdeyen ve iyice birbirlerine yanaşan kızlara (nereden geldiklerini unutmadan) laf atarken, yanımıza genç bir kampingci yanaşıyor. Kısa boylu, uzun sarı saçlı ve olacak iş değil ya benden bile cılız.
“Hallo” falan diyor Alman dilinde ancak bizimkiler o gün gelen İtalyan ailenin kızlarıyla meşgul olduklarından, oralı değiller ve ben atlıyorum, kaçırmıyorum Almanca geliştirme fırsatını ve “Hallo, Wie geht’s?” diye devam ediyorum ve sonrasında da kampinge ilgili soruları cevaplıyorum.
Sonra biraz daha hoşbeş, adı Tomas’mış ve evet Alman tahmin edersiniz ki, üniversite öğrencisi ve çadırıyla Avrupa’yı turlamakta. Eee iyi güzelmiş diyorum ve o zamanlar tanıştığım genç ve cool Almanlara sorduğum ikinci soruya geçiyorum hemen ve şöyle bir gülüyor ve “tabi” diyor, “hangi küfürleri öğrenmek istersin?”.
Şunun şurasında Orta 2’nin başlamasına ne kadar kalmış ve ben tahtaya yeni öğrendiğim Almanca küfürleri yazarak elde edeceğim statüyü düşünüp seviniyorum bile ve Tomas da benim sevinmeme seviniyor ve bana bolca küfür öğretiyor.
Kampingde yürümeye başlıyoruz ben bir yandan öğrettiği her küfrü Karen’in donunun yanına park ediyorum ve artık bir noktada dayanamayıp, okulda kimsenin bilmediği ve herkesin merak ettiği soruyu soruyorum, mastürbasyonun Almancasını. Hani belki Türkçesinde bulamadığım ipucunu Almancasında bulurum.
“Fünf-zu-eins” (tür. Beşe bir) diyor, “Elinde beş parmak var ya, mantıklı di mi?”.
“Aha” diyorum içimden ve dışımdan, şimdi yerine oturdu her şey.
“Bizimkinden çok daha mantıklı Almancası” diyorum, sizde ne diyor, söylüyorum, o da bir anlam veremiyor. Kelimenin kökenine dair plaj boyunca fikir yürütüyoruz ve kafamızdaki çeşitli senaryolarla, Pamucak sahilinin en ucundaki kayalıklara gelip oturuyoruz.
Tepedeki aya bakarken, mutlu ve gururluyum. Bir atılganlık sayesinde, bak ne kadar yol kat ettin diye düşünüyorum. Senelerin gizem kapısı aralamışım sonunda, çok önemli ipuçlarına kavuşmuşum ve bir sürü küfür de öğrenmişim. Okullar açılınca feci esicem amanın.
Acaba diyorum acaba Tomas’ı bizimkilerle mi tanıştırsam ha? Belki sonraki yazı Köln’de Tomas’la geçiririm, sabahtan akşama kadar küfrederiz ha?
Yüzümde gülümseme, Tomas’a dönüyorum ve onun da keyfi yerinde belli, sarı suratına bir gülümseme yayılmış, gözleri de iyice kısık.
Bu yeni arkadaşıma bu şekilde bakıyorum bir süre ama sonra, sonra mehtap ışığında, Tomas’ın sağ elinin içinden çıkan bir şey fark ediyorum ve pipisiyle göz göze geldiğim an “Das ist fünf-zu-eins” diyor, küçük sesiyle.
Pipiden anında gözümü kaçırıyorum yok kesinlikle onla daha fazla muhattap olmak istemiyorum ama o kadar, aya dönüyorum yeniden ve kalakalıyorum öyle, bilemiyorum ne yapacağımı. Yani ne yaparsın ki? Şimdi düşünüyorum da yakala oradan büyükçe bir yengeç falan di mi? Ama o sırada yengeç falan yok, tek düşündüğüm, kendi salaklığım.
Mastürbasyonun Almancasını sorarken, “nasıl yapılır?” diye mi sormuştum yoksa? Bu kadar mı salaktım? Almancam bu kadar mı kötüydü? Annemler haklı mıydı?
Çok istiyordum oradan uzamak bir saniye bile kalmak istemiyorum ama hani rüyanda kaçamazsın ya, onun gibi kıpırdayamıyordum da. Çok garip ve sonunda gözlerimi kapatıyorum sanki duyduğum seslere konsantre olmak için ama kesinlikle o sesleri de duymak istemiyorum tek isteğim bir an önce her şeyin bitmesi.
Uzaktan, babamın adımı seslendiğini duyduğumda, ne kadar zaman geçmiş bilmiyorum, birkaç dakika, birkaç on dakika? Babam birkaç saattir etrafta olmayınca ve Ömer Abiler de bilmiyoruz diyince kıllanmış olmalı beni aramaya çıkmış. Onun sesini duyunca ancak, penisler dünyasından kendi dünyamıza dönüyorum ve “Mein Vater” diye bir şeyler mırıldanıp olduğum yerden fırlayıveriyorum.
Karavana doğru giderken, babamın senelerdir tutmadığım eline yapışıveriyorum. Söylene söylene yürürken, maçın içine ettim büyük ihtimal çünkü, duruyor “ne oldu oğlum niye elin titriyor böyle?”.
Bir şey diyemiyorum, bakıyorum öyle babama ve çünkü neden bilmiyorum ama biliyorum ki bir şey dememeliyim, olanları anlatmamalı ve kesinlikle Köln’e gitmemeliyim. Fazla bir şey sormuyor, elimi iyice sıkıyor ve karavana doğru yürüyoruz.
Bu babamla son el ele tutuşmamız oluyor, bundan 33 sene sonra, annemizi kaybedene kadar.
Bence hikayenin öznesi en son cümle.🙏.Net.Yaziyla,şiirle,sarkiyla dökülenlerimiz hep buralardan hep geliyo mu zaten .Yolculuk tıkınmalarini kriptonite bağlaman🫠.Ve gözümde canlanan atışmaları sizinkilerin 😊Aşkın bence kitap kokusunu hakediyoruz bunları okurken. Ben sararmış sayfa bağımlısıyım.Orada modernlesemedim hala .tebrikssss🥰