Romanımla Sana Bir Ses. S03.E05. En G*t Aşkın
Karanlık Mağara’daki ganimeti bulduğum anı çok iyi hatırlıyorum, o imkansız denen iş teklifini aldığım anı:
Ana babam da tesadüfen İstanbul’da o sırada, evdeyiz, telefon çalıyor, işte Aşkın Bey, size teklif yapmak istiyoruz falan feşmekan, rakamı söylüyor, ben rakamı yanlış anlıyorum, ben zaten beni işe almak istemelerine inanamadığımdan kafam hala orada. İşe alıcaz ama para vermicez deseler de gidicem zaten ve “Evet, tabi ki eveeeet!” diyerek yüzüğü takmak istiyorum hemen ama, dur diyorum, artık o zamana kadar öğrenmişim üç beş, teklif dediğin öyle hemen kabul edilmez, bir hafta süre istenir.
Ben süre isteyince telefondaki asistan bir kez daha tekrarlıyor teklifi ve diyor o zaman bekliyoruz cevabınızı haftaya kadar. O sırada anlıyorum önerdikleri rakamın Dolar olduğunu, ben TL sanmışım! O sırada bir “Alllaaah ulan!” koyuvermiş olabilirim, yani telefonun ahizesini elimle kapatmaya çalışana kadar aradan kaçmış olabilir, bu cep telefonlarındaki ahize de o kadar küçük ki.
Neyse bir şekilde telefonu kapatıyorum, sonra ailecek evin ortasında sıçramaya başlıyoruz, hayatımda ilk kez evin kirasının iki katından fazla maaşım olacak.
Sonunda, sonunda, 2012 baharında senelerin azabı sona eriyor anlayacağınız!
Sonunda, henüz birkaç ay önce bile hayal edemeyeceğim bir işe giriyorum. Sonunda, ama sonunda ve çeşitli hesaplamalara göre yolun yarısında, sonunda şeytanın bacağını kırabiliyorum. Hem de iki yerinden birden – sadece çok iyi bir büroya kapağı atmayı başarmıyorum, hem de uluslararası bir büro, hem de birleşme ve devralma bölümü! Hani şu bizim İrem’in bürosuyla kafa kafaya bir büro…
İnanılmaz di mi? Ben de inanamıyorum ve bugüne kadar hala tam nasıl oldu anlayamadım. Bence uzun süredir küs olan yıldızlar yan yana dizildi, olmayacak işler oldu, Council of Light toplandı “Bu kadar istiyorsan al o zaman” dediler heralde, bilemiyorum.
Sonra tabi daha seküler sebepleri de olabilir:
İlk olarak CV’m bu büroya çok sağlam, çok güvenilir bir yerden gidiyor, zaten 1-0 öndeyim. Bizim Evren ve iş ortağı Göksel gönderiyor CV’mi, avukat aradıklarını duyunca, bu ikisi de sektörde iyi tanınan yatırım bankacıları, finansal danışmanlar ve büronun yönetici ortağıyla daha yeni büyük bir proje yapmışlar, araları pek iyi o günlerde.
Tabi bu arada tahmin edersiniz ki, ben de CV’mi iyice cilalamışım, gerçekten olup olmadığı nereden baktığınıza göre değişen bazı projeleri eklemişim tabi, ama tabi ödüm kopuyor o projelerle ilgili bişey soracaklar diye.
Ama sormuyorlar, çünkü büronun bir an önce ayrılan birinin yerine birine ihtiyacı var, öyle uzun uzun görüşmeler, onlarca adaylarla kaybedecek vakitleri yok. Hatta o kadar meşguller ki, görüşme yaptığım yönetici ortakla belki iki kere göz göze geliyoruz, durmadan yanıp sönen (bir değil iki) Blackberry’de gözü.
Bildiğim şu ve gerisi de önemli diil:
Sonunda bacak kırılmış mıydı? Evet ve gün kutlama günü ve annemlerle halayımız bitip, ayaklarım yere basınca, onları Demeti’ye yemeğe götürmüştüm. Sonunda annemlere onların parasıyla olmayan bir yemek ısmarlayabilicem, gururluyum, mutluyum.
Demeti’de annem bir ara, “Oğlum bir şey mi var?” demişti, ben balkondan eski okuluma bakarken. Yok yok bir şey diye geçirmiştim de, vardı ya, olmaz mıydı? İlk heyecan geçince başlamıştı ayrılık, başlamıştı kaygılar:
Ben nasıl yapıcaktım bu işi ha?
Şimdi diyeceksiniz ki, işe başvuran sensin, yapamayacağın işe niye başvurursun? Aslında ben tam da bu işe başvurmamıştım, daha doğrusu, daha düşük bir pozisyondan başlarım diyordum. Şimdi bu işler takım işleri, her projede bir sürü insan var, stajyerden ortak avukata kadar ve ben de işte böyle Junior hadi bilemedin Mid-level falan bir yerlerden girerim, kenardan köşeden, cc’lerden, yedek klübesinden çözerim bir senede olayı diyordum.
Hani görece genç gösteriyorum, kimse juniorlığımı sorgulamaz, kimse “bir dakika ya bu adam neredeyse 35 yaşında ama hiçbir boktan anlamıyor” demez diyordum. Onlar anlayana kadar da ben kapardım di mi işi?
Ama öyle olmadı işte, beni “senior associate” olarak işe aldılar. Ne dilediğine dikkat et demişler, ben o kadar zamandır diliyordum ki, yaşım Seniordan başka bir pozisyona katiyen uymayan bir noktaya gelmiş artık. Koruyucu melek ne yapsın di mi?
Tekliften tam bir hafta sonra, yönetici ortakla görüşmeyi yaptığımız toplantı odasındayız, “Tamam” diyorum “kabul ediyorum teklifi.”.
Adamın gözleri kısılıyor, sanki burnuna garip bir koku gelmiş gibi, “nasıl anlamadım” diyor, “mail atsaydın veya telefon açsaydın, bunun için mi toplantı ayarladın?”.
Bu “Allahım ben buradan kaçmalıyım” paniğinin ilki ve henüz işe başlamamışım sonra başladığım gün, daha da kötü ve ben nasıl Senior olarak burada tutunabileceğim, iyice panikliyorum.
Seniorlıkla derdin ne derseniz, şöyle:
Senior demek, büronun belkemiği demek, ordunun kurmay albayı. Müvekkil işi ondan ister, cevap da ondan çıkar. Toplantılarda müvekkilin karşısında oturan o, sorulara maruz kalan, notları alan, neredeyse tüm taslakları hazırlayan da o. Senior işi, ortak avukattan az değil, hatta belki daha fazla bilir. çünkü ortak avukatın kafa – yaşıyla orantılı olarak – yanmıştır artık, bildiğini de unutmuştur.
İşteki ilk öğle yemeğimi hatırlıyorum, Levent’te bir köfteciye gitmiştik ofisteki bir grup Junior ve Mid-level’la. Beni merak ediyorlar eminim, bu gizemli yabancıyı. O sırada içinde çalıştıkları projelerden konuşuyorlar, ben de bir yandan önümdeki köftelerle oynuyorum, iştah sıfır.
Hep beraber bir şeye gülüyorlar, ben de onlarla, bir müvekkilin yaptığı bir şeye kızıyorlar mesela, ben de peşlerinden, ama ben biraz daha oturaklı, neredeyse bazılarıyla aramda 15 yaş var sonuçta:
“Bir de Vendor dd ha? Hadi be?”.
Vendor DD ne demek acep?
Yarım yamalak İngilizcesiyle yarım yamalak bildiği şarkının nakaratının sonuna katılan gencim.
İlk günlerim böyle, her an diken üstünde, Donnie Brasco’yum sonuçta ve onlardan biri olmadığım ortaya çıkabilir her an, ödüm kopuyor, biri Kral Çıplak diyecek ve iş bitecek. Biliyorum ama ne yapabilirim ki, birleşme ve devralma bilgisi, şirketler hukuku bilgisi, tecrübesi, bunlar ağaçta falan yetişmiyor. Bu öyle okulda veya iki kitap karıştırarak, iki Yargıtay kararı okunarak öğrenilebilecek bir iş değildi anca yaparak öğrenebilirsiniz…
Sonra, bir Satori anı veya daha az cool tabirle, ampul anı geliyor!
Ofisteki ilk haftamın sonunda, dertlerime dermanın, gökte değil yerde, burnumun ucunda olduğunu fark ediyorum, tam da burnumun karşısında, önümdeki ekranda. Şimdi şöyle:
Selefim olan, yerini devraldığım Senior’ın Outlook hesabı bana devredilmiş. Elemanın ofise stajyer olarak geldiği günden, ayrılırkenki “Bu bir elveda değil” mailine kadar, tüm mailleri bana açık. Tüm mailler, klasör klasör, matter matter, proje proje saklanmış, iyi bir OCD’li titizliğinde. To’da olduğu, cc’de olduğu, bcc’de olduğu, gönderdiği aldığı tüm mailler.
O Outlook’a, eline Ipad verilen velet gibi dalıyorum, tüm ama tüm Inbox’ı, 7 senelik e-maili, ilk mailden son maile kadar oturup okuyorum.
Bir işi yaparak, içinde olarak öğrenmek değildi biliyordum ama ona olabilecek en yakın şey de buydu, bunu yapmış birilerinin nasıl yaptığını incelemek.
Mailleri sadece okumakla kalmıyorum bu arada, eklerinde sözleşmeleri de basıp inceliyorum. Bir devralma projesinde, hukuki incelemeyi nasıl yapmışlar, neleri risk görmüşler, atıyorum PwC’nin raporunda neye dikkat etmişler, bunları aralarında nasıl değerlendirmişler.
Yok efendim sonra bunları önce müvekkile sonra sözleşmelere nasıl yansıtmışlar, müvekkile nasıl anlatmışlar, karşı tarafa ve onun hukuk bürosuna nasıl yansıtmışlar, onlar ne demiş, neye karşı çıkmış, neye ok demişler, Londra ofisi neye ne demiş, Yönetici Ortak neye takılmış, hangi hocaya neyi sormuşlar, hocalar ne demiş, TTK’nın veya BK’nın hangi maddesini konuşmuşlar?
O maddeleri açıyor okuyorum bir yandan, sonra o hükümlerle ilgili doktrinde neler varsa yoksa elime geçen her şeyi: Poroy, İmregün, Teoman, Yasaman, Moroğlu, Lokmanhekim/Esin, Okutan, Altay, Ayoğlu…
Bu arada, bunların hepsi, yani bir devralma avukatının işi, alıcı tarafta mı satıcı tarafta olduğuna göre, iki tarafta da birden fazla kişi olup olmadığına göre, şirketin sektörüne göre, işlemin yapısına göre de değişiyor. Çok ama çok ayrıntı var, öğrenecek o kadar çok şey var ki!
Belki de hepsinden de önemlisi, İngilizceyi nasıl kullanmışlar. Hele ki İngiliz avukatlar mesela hangi kelimeleri kullanmış, cümleleri nasıl kurmuş?
Çok çok önemli çünkü, iyi İngilizce fondöten gibi. Sektörde çok kişi için “Çok iyi avukat” diye değil, “İngilizcesi çok iyi” diye bahsedildiğini duymuşum. Hani ağzın kokuyor mesela, dünyanın en karizmatik, en iyi adamı ol mümkün değil kızı öpemezsin ya, onun gibi, hukukçuluğun nasıl, önemli değil yani, yeter ki İngilizcen iyi olsun.
Benim İngilizceyse, yani tabi aşama göstermiş, bir yerlere gelmiş ama benimkinin türü farklı:
Benimki Reuters haberlerini Türkçeye çevirme İngilizcesi, New York’taki Türk restoranlarında sipariş alma İngilizcesi. Tek İngilizce eğitimimi ortaokulda iki sene seçmeli ders olarak almışım, sonra hep sokak İngilizcesi.
Formal İngilizce bambaşka, hele ki iş İngilizcesi. O yüzden, bazı kalıpları alıyorum, İngilizlerin veya yönetici ortağın bazı kalıplarını, arşivliyorum onları ileride kullanırım diye. İşim zor bu anlamda ama Allahtan Vanessa var, kız arkadaşım, ben ne değilsem o olan kız arkadaşım: genç, güzel, akıllı, Amerikan eğitimli ve manitasına düşkün.
İngilizce bir mail yazacağım zaman ya ona ya ablama (ya da çok önemliyse ikisine birden) kontrol ettiriyorum önce. İkisi de müsait değilse, Google’a. Mailde emin olamadığım bir kalıp, bir yarım cümle kullanmışım mesela, Google’da bu şekilde kullanılmış mı, kaç kere kullanılmış, kimler kullanmış (Hintliler mi, Çekler mi yoksa halis muhlis Amerikalılar mı?)? Götü boklu bir mail bile baya bir vaktimi alıyor yani.
Oda arkadaşım, Ergün, avukatlık stajını yapıyor, dolayısıyla en çok çalışanlarından ofisteki ve o bile bu çalışma tempoma inanamıyor:
“Aşkın abim, sana amma iş yüklediler gelir gelmez” diyor. Bilmiyor tabi nelerle uğraştığımı, nereden bilsin.
Başka şeyler biliyor ama, bir çok hikayemi öğreniyor. İyi bir oda arkadaşıyım çünkü bu arada, Free Friday’lerde ofise bir şişe Jameson’la geliyorum, bakşamüstü olunca Babylon FM’de Memo Garan’ı açıp, herkesi bizim odaya davet ediyorum. Kakara kikiri, ofistekilerle, bu emeney ve banka finansman ekibiyle aram çok iyi, saolsunlar, ileride götümü de toplayacaklar. Aradan kaç sene geçti o odanın müdavimleriyle hiç kopmadık, hala o odadaki muhabbetleri anarız, Imsınık hikayesini özellikle, ama burada yerimiz dar, belki başka zaman.
Derken kaçınılmaz son geliyor, Yönetici Ortak’tan bir mail: Asyalı bir girişim sermayesi fonu, Türkiye’de bir şirketler topluluğunun azınlık payını alacak ve doğru bildiniz, projeyi ben yürütücem.
Bu mailden üç gün ve birkaç panik atak sonra ise, yeni müvekkilimiz ofise geliyor¸ hem yüz yüze tanışmaya hem de projeyle ilgili sorular sormaya. Projeyi ben yürüteceğimden toplantının assolisti de benim.
Herhâlde bu noktada, bunun hayatımın gelmiş geçmiş en önemli günü olduğunu anlatmama gerek yok, Ak Göt Kara Göt anı. Toplantıda tabi yönetici ortak da olacak, o almış işi ve diğer ekip üyeleri de. Yalnız olmıycam yani ve işte beni de en çok korkutan bu:
Herkesin gözünün önünde, 5 ecnebiye İngilizce azınlık pay devri ve pay sahipliği hakları anlatmak!
Bu toplantıyı bir atlatsam, ondan sonrası görece daha kolay. Banttan yine idare edebilirim belki ama canlı yayın çok zor. Hani maille bir şey mi sordular, araştırır dönerim, veya çaktırmadan diğer elemanlara sorarım. Ama yüz yüze toplantı.. Amaaaan tanrım...
Bu arada, Inbox’ı hatmetmiştim ve bu da bana az da olsa bir ümit veriyor. Sorabilecekleri sorulara kafamda cevaplar da yazmışım, Vanessa’nın karşısında defalarca prova da yapmışım, olabildiğince hazırlıklıydım yani. Ve tanrım ve tanrım, bana güzel bir gece uykusu da bağışlarsa, işte o zaman, o zaman belki, belki bu günü bir şekilde atlatırdım.
İşte en çok korktuğum ve en umutsuz olduğum da buydu, o toplantıya uykusuz gireceğimden eminim. Zaten senelerdir başımın belasıydı, ve şimdi artık haplar sayesinde kontrol altında ama yine de pek ürkek hala. Kötü uykuyla, kafam hiç basmıyor, olan İngilizcem de yüzde 10’a iniyor.
Gel gör ki, saolsun koruyucu meleklerim, Işık Konsey’im, artık kimse yukarıdaki, o sabah deliksiz bir uykudan güne uyandım, son 10 senedir olmayan bir şey!
O anı o kadar iyi hatırlıyorum ki, yatak odasının camından içeri süzülen sıcacık güneş ışığıyla göz göze gelişimi! Tanrım bu güzel güne de bu güzel güneşe de teşekkür ederim. Bu güzel günü aydınlattığı için, dünyamızı ısıttığı için, var olduğu için. Öyle güzel kalktım ki Vanessa yanımda olsa o gazla heralde teklif etmiş ve şimdiye boşanmıştık büyük ihtimal. Allah korumuş.
Teşekkür ediyorum tüm evrene ve bu güzel uykuyu, bir işaret olarak alıyorum: Böyle bir toplantı öncesi uyuduysam, belki de bu toplantıyı atlatabilecem ha? Belki de toplantı sonrası işten atılmıycam?
“Güneşin sofrasındayız, dostların arasındayızzzz, lay la laaay lay lay” diye kalkıyorum yataktan ve o sırada bir dosttan bir SMS:
“Aşkın, Ahmet’in evini polis bastı biraz önce, hemen Vatan’a gel.”
Telefonu kapattığımda, 3 yaş yaşlanmışım bile ve o gün daha çoook yaşlanıcam, belli olmuş.
Konu şu ki, şimdi tam detaya girmeyeyim ama, benim dev kankito Ahmet’i polis bir süredir takipteymiş, hatta telefonları dinliyormuş meğersem. Ahmet’le evlerimiz çok yakın, her akşam ya o bende ya ben onda, aramızdan su sızmıyor. Üstüne sürekli kontürü bitiyor, benim telefondan hallediyor işlerini.
Yani sevgili dostlar, Ahmet için gelenlerin, benim için de gelme ihtimalleri çok ama çok yüksek hele ki benim adli arşiv kayıtlarım da gözönüne alınınca! ve bu yüzden de Uncut Gems başlıyor benim için…
İlk olarak, salona koşup camdan aşağı bakıyorum aşağıda polis var mı diye? Yok ama sevinemiyorum çünkü, belki de gelip ofisten alacaklar? İsmimi yazıyorsun, tak diye çıkıyor adresim sonuçta…
O ofise nasıl gittiğimi, sağımdan solumdan geçen sivil polis arabası kılıklı arabaları görünce nasıl zıpladığımı ben bilirim. Girince ofise asistanına, beni görmeye gelen olup olmadığını soruyorum ve yüzüme “çok Mad Men seyrediyorsun” galiba diye bakıyor.
Allahım lütfen ama lütfen, toplantı sırasında gelmesinler, lütfen ama lütfen 5 çekik gözlünün ve patronumun önünde beni arkadan kelepçelemesinler!
Koruyucu melekler saolsun, kelepçelenmiyorum ve bu o toplantıdan hatırladığım, net olan tek şey de bu kalıyor!
Karşıma dizilmiş siyah takımlar içindeki o 5 aşırı ciddi görünümlüye, o sabah neler anlattım mesela hiç hatırlamıyorum, yüzlerindeki ifadeyi hatırlıyorum ama. Yüzlerindeki ifade ve koltukaltlarındaki karaltıları. Beşinin de gözler bir etraflarına ve bir bana dönüp duruyor. Haklılar sürekli etraflarına bakmakta çünkü karşılarında Top Tier bir avukatlık ekibi yok, bir Hieronymus Bosch tablosu var sanki:
Yönetici ortak, boynuna dolamış olduğu küçük bir fok balığı büyüklüğündeki atkısıyla arz-ı endam etmiş mesela toplantıya, aylardan Haziran bu arada belirtmek isterim. Görüntüsünün ve içerideki sıcaklığın boyutlarının farkında, kısaca açıklamış misafirlerimize durumu, kronik farenjiti var ve klima onu çok kötü yapıyor.
“Tabi tabi sorun değil” diyor Uzakdoğulu misafirlerimiz ama bu daha başlangıç ve bana kalırsa bir açıklama daha bekliyorlar:.
Toplantı masasının ucundaki avukat kardeşimiz, kafayı yana çevirmiş, o halde masanın üzerine koymuş, kalem tuttuğu eline bakarak yatıyor, gözler açık ama. Yönetici ortak bu konuda bir açıklama yapmayı atlıyor ve muhtemelen misafirlerimiz, çok çalıştı çocuk, bayıldı diye düşünüyorlar ama aslında bizimki Vertigo atağı geçiriyor ve bu yüzden arada anırır gibi sesler çıkarıyor.
Sonra bir de ben varım tabi. Tam konuşmamın ortasında, sordukları soruları cevaplamaya çalışırken yani, duruveriyorum. Benle birlikte tüm oda da duruyor, sesler kesiliyor, sadece Vertigolunun anırmaları. O sırada alnımda biriken ter damlalarından biri şap diye masaya yapışıyor ve sanki bunu bekliyormuşum gibi, devam ediyorum. Derken yine cümlemin ortasında duruveriyorum.
Duruyorum çünkü, toplantı odamız ofisin ana kapısının yanında, zil çalınca duyuyorum ve ister istemez duruyorum, polis mi diye, kartal sesi duymuş mirket gibiyim.
O toplantıyı bu şekilde atlatmayı başarıyorum, ama bu, takım arkadaşlarımın performansı sayesinde, kimsenin neler gevelediğimi hatırladığını sanmıyorum toplantı bittiğinde.
Baktım polisler gelmiyor, ben gidiyorum Vatan’a, Vatan da bu arada İstanbul Eminet Müdürlüğü’nün takma adı ve hani beni alacaklarsa bari ofiste almasınlar diye gidiyorum. Paranoya yaptığımı orada anlıyorum, Ahmet’i de 3 gün tutup salıyorlar, sonra da beraat edecek çocuk.
Bu aşamayı da aşıyorum, bir Sırat’tan daha geçiyorum ve ilk birleşme ve devralma projeme başlıyorum.
Proje takvim ayı olarak yaklaşık 6 ay sürüyor, avukat ömrü olaraksa 5 sene . Bu süre genel beklentinin, özellikle de benim partnerin beklentisinin birkaç katı. Bu arada kaç mail gelip gidiyor, kaç konferans görüşmesi, kaç toplantı yapıyoruz bizim müvekkillerle, sayısını hatırlamıyorum. Hayatımda bu kadar çok soru soran bir insan topluluğuyla bir daha da karşılaşmıyorum.
Mesela Hong Kong’daki in-house avukat bir şey soruyor, tam ona cevap verirken İstanbul’daki yönetici başka bir şey, ardından Londra’daki bir şey. Sonra da birbirleriyle çelişen revizyon önerileri. Kime ne anlatacağıma, hangi yoruma göre neyi revize edeceğimi karıştırmaya başlamışım bir noktada.
Partnere de soramıyorum pek, ilk bir iki aydan sonra, projeye olan ilgisini tamamen kaybetmiş, cc’lerden de düşmüş, beni müvekkille baş başa bırakmış, sonra tabi bir de karşı taraf ve onların bürosu da var cebelleştiğim.
Proje bir an önce bitsin, biraz da olsa nefes alayım diye kıçımı yırtıyorum, sonra foyam çıkmasın diye de debelenip duruyordum ama, nafile.
Mesela müvekkilin en kıdemlisiyle, pay alım sözleşmesi taslağı üzerinden gidiyoruz bir gün telefonda. Buı canlı yayınlar işte beni en çok korkutanlar ve orada sıçıyorum:“
“Bilmemne Hakkı” maddesini niye koydun, ne demek ki o?
Öyle bir şey mi koymuşum?
Maddeyi hızlıca okuyorum, yine de anlamıyorum ne demek. Bu arada taslağı ben hazırlamışım ve kendi taslağımdaki maddeyi bilmiyorum, off yani!
Ne diycez adama? Ne diyebilirim ki?
Yapabileceğim tek akıllıca şeyi yapıyorum ve çat diye suratına kapatıyorum telefonu, ardından hemen bir “hat kesildi, birazdan arıycam” maili, sanki sene 1982. O kritik birkaç dakikada, Google’da aranıyorum bir cevap ama nafile, tabi ki konuyla alakasız yüzlerce sayfa.
Sonra yeniden arıyorum, kuyruğum bacak aramda itiraf ediyorum, o hükmün bana “bunu kullan” diye partnerin verdiği template sözleşmede olduğunu, ama ne demek olduğunu bilmediğimi. Uzun bir sessizlik, hayal kırıklığı sessizliği.
Sanırım bu andır müvekkilin tüm saygısını ve onunla da birlikte tüm kontrolü kaybettiğim an. Bundan sonra ben yetersizliğimi kompanse etmek için yırtındıkça, iş de hepten çığırından çıkıyor. Her gece eve kafamdan ve burnumdan dumanlar çıkarak geliyor, yastığa yarım şişe Jamesonsız mümkün değil kafayı koyamıyorum.
Sabah koca bir baş ağrısı, somurtan, haklı olarak somurtan bir sevgili ve Blackberry’nin yanıp sönen ışıkları ile her şey yeniden başlıyor.
Bir gece, saat çoktan gece yarısını geçmiş, gönderdiğim bir taslağa dönüş bekliyorum Hong Kong ofisinden. Gözlerim kapanıyor ama gelen giden yok: “Uyuyabilir miyim?” diye WhatsApp’tan izin istemiştim müvekkilden, o noktada çoktan Whatsapp’a taşınmıştı ilişkimiz, “tamam” demişti, “ ama eğer gece cevap gelirse, kalkıp bakarsın.”.
Her şeye rağmen ama öncelikle Jameson’larla odama çekip kanka yaptığım projenin Junior Associate’i Ömür’ün emekleri sayesinde, gemiyi sağ salim limana sokuyoruz, iş başarılı bir şekilde kapanıyor.
Sonunda proje başarılı şekilde bittiğinde, bundan tek memnun olan karaciğerim ve Vanessa, ikisi de normale dönecez diye seviniyor. Ne yönetici ortaktan, ne de müvekkilden ses seda yok, proje bitiyor, günler geçiyor, ne bir kutlama ne bir sırt sıvazlama, ne bir mail, ne yeni bir iş.
Kimse benden bir şey istemiyor ve benden iş istenmedikçe, beni alıyor kara kara düşünceler:
Ne oluyoruz? Acaba partner bir şeye mi bozuldu, bozulsa söylerdi ama di mi? Benlik iş yoktu heralde bu aralar?
Sonra biraz daha zaman geçiyor aynı şekilde, kimse benden bir iş istemiyor, Alla alla.
Daha sonra öğrenicem, proje beklenenden uzun sürdüğü için (ki yine daha sonra öğrenicem, bir projenin beklenenden daha uzun sürmeme ihtimali yok), yönetici ortak anlaştıkları ücrete ek ücret istemiş, müvekkil de iş 4/4’lük olsa belki ama memnun kalmadık gibi bir şeyler demiş, bu da benim sonum olmuş.
Bu arada ofis ekürimden, bunun bana özel olmadığını da öğreniyorum, yönetici ortak kızdıklarını böyle buzluğa kaldırırmış. Aslında özünde iyi bir insan ama kötü bir sevgili, tam narsistik erkek arkadaş. İlişkideki sorunları konuşmaktansa, surat asmayı, başka kızlara bakmayı tercih edenlerden.
Anlayacağınız ben yine ne yapıyor ediyor, ofisin Richmond’ı oluveriyorum, bir kez daha Cüzzamlılar Koğuşu’na atılıyorum ve çıkacağım günü bekliyorum sabırsızlıkla.
Ama çıkartmıyorlar ve bakıyorum hala içerdeyim, ben de patronun gözüne girmek için uğraşmaya başlıyorum biraz daha. Sahibinin ilgisi için kıvranan bir Golden Retriever’a dönüşüyorum, her sabah, ağzımda oyuncak, kuyruğumu sallaya sallaya kapısında bekliyordum! Ondan üstü kapalı da olsa bir işaret alabilmek, dikkatini çekmek için işler çıkartmaya başlıyorum:
Bakın şöyle bir yönetmelik değişikliği olmuş, bununla ilgili makale yazayım mı?
Yeni bir finansman başlamış, hazır elimde iş yokken, ben de dahil olayım mı, saat yazmasam da olur?
veya
Geçen gün sizi Kanyon’da gördüm, çok şıktınız.
Eskiden club çıkışlarında attığım “Uyudun mu?:)” mesajlarına benziyor, hiçbirine cevap alamıyorum, en azından pozitif bir cevap ve ben gittikçe daha fazla panikliyorum. Ne zaman çıkacaktım yav şu buzluktan?
Ama şafak karanlık belli, her Pazartesi yapılan “avukatlar toplantısı”na da davet edilmiyorum artık ve hatta sene sonu performans değerlendirme görüşmesine de çağrılmıyorum.
Bir Cuma, her Cuma olduğu gibi, üzerimde deri ceketim, bir elimde Jameson ofise gelmiştim ve bir bakıyorum bizim stajyer Ergün full takımda:
Toplantın mı var niye çetkin lacileri?
Nasıl yani, Aşkın Abi, duymadın mı?
Meğersem önceki akşam herkese mail atılmış, o gün çok önemli bir müvekkil ziyarete gelecekmiş ofise, o yüzden Free Friday iptalmiş.
İlkokul 5. Sınıfta, sınıf arkadaşıma aşık olmuştum. O zaman Pocahontas henüz çıkmamış, yoksa kimse onu ismiyle çağırmazdı. Uzun ince boylu, esmer, güzelim saçları beline kadar. Bense omzuna anca geliyorum, kavruk bir bebe. Ama aşığım işte naapayım, ferman dinletemiyoruz.
Baktım içime attıkça daha fena oluyorum, dedim açılayım, anyayı konyayı göreyim.
Gidip konuşmak pek mümkün görünmüyor, kız popüler kız, etrafından insan eksik olmuyor, nasıl yalnız yakalıycam? Hani yakaladım diyelim, ne diycem? Altıma işerdim heralde ağzımı açtığım anda, o sıralar uykumda sıklıkla yaptığım üzere. Kara kara düşünürken böyle aklıma dahiyane bir fikir gelmişti:
Niye şu dinlediğim albümü hediye etmiyordum ona? Gipsy Kings’in Gipsy Kings’i yani ve özellikle Mi Amore’u dinlerken tek düşündüğüm oydu. Sanki tüm albüm ona olan hislerimi anlatmak için kaydedilmiş.
Ertesi gün, parkta ona kasedi vermiştim bir punduna getirip ve kaset kapağının içinde de bir not:
“Sana karşı tüm hislerim bu kasette saklı”.
Sonraki hafta, kasedi iade etmişti, yine bir notla:
“Ne demek istiyorsun hiçbir şey anlamadım.”
Cevabı alınca parkın diğer en uzak köşesindeki banka koşup oturmuştum, kimse ağladığımı görmesin diye.
O Cuma günü de, bizim stajyerden bu haberi alıktan sonra, ofisin karşısındaki parkın en uzak bankına gitmiştim, Gipys Kings günü gelmişti aklıma. Bir elimde karton bardakta Jameson, titreyen parmaklarımla sigara sarmaya çalışıyorum, bazı şeylerin nasıl değişmediğini, belki de hiç değişmeyeceğini düşünüyorum. İzmir’in – muhtemelen- en güzel 10 kızından biri nasıl bana tabi ki bakmayacaksa, memleketin en iyi 10 bürosundan biri de beni istemeyecekti tabi ki...
Bu Richmond’lık, bu persona non grata’lık, sürdü bir süre daha. İşten atıldığını ailesine söyleyemeyen babalar gibiydim. Her gün ofise geliyor, tüm gün hiçbir şey yapmıyor, sonra Jameson, ardından o da yetmiyor, akşam içmeye devam.
Madem bu hayatta bir bok yapmayacaksın, niye gittin de böyle iyi bir okulda okudun babanın parasıyla? Sen gittin diye bir kişi o bölüme o okula gidemedi. Keşke başkasını okutsaydınız da en azından topluma bir katkısı olsaydı.
O günlerden birinde işte, Vanessa’nın en yakın arkadaşlarından birine, böyle çıkışmıştım. Kızcağız masadan gözyaşları içinde kalkıp, tuvalete koşmuştu, Vanessa de peşinden. Döndüğünde masaya: “Niye Aşkın, niye böyle bir şey söyledin, niye yaptın bunu?”.
Hayatımda kendimden en utandığım anlardan biri.
Bir şey diyememiştim, ne diyebilirdim ki? Homurdana homurdana cin toniğime sokmuştum kafamı, masadakilerin bakışlarından kaçmak için. Hepsi Amerikan kolejliydi, hepsi de Bilmemne University mezunu ve hepsi de benden nefret ediyor. İşte onlarla yarışabileceğim tek konu.
Göt bir insan olmaktan hoşlanmıyordum. Kim hoşlanır ki göt olmaktan? Böyle olmamam lazım ve ben göt bir insan değildim normalde.
Ama o zaman çok iki aradayım, hem bir yandan zaten başarılı olmayı hak etmediğimi düşünüyor, o yüzden cüzzamlılığı kendime layık görüyor, bir yandan ama “şanslılar”a da dev fitil oluyorum, zengin aile çocukları yani:
Onlar da benim gibi hak etmiyor, ama hayat onlara veriyordu verdikçe. İş görüşmelerinde kıvranmak, sonra da o işe tutunmak için götünü yırtmak ne bilmeyen şanslılar. Babalarının işlerinde, babalarının paralarıyla, babalarının evlerinde yaşayan şanslılar. Nasıl hayat onlara bu kadar bol kepçe, bana bu kadar acımasız olabiliyor? Nasıl?
O günlerden birinde, artık neler homurdandıysam birisi hakkında, Evren sonunda dayanamayıp “Sen zenginlerden nefret ediyorsun ha” demişti ve o anda ondan da nefret etmiştim. Bu işe girmemi borçlu olduğum insandan yani.
O “şanslı”ların da aslında o kadar şanslı olamayacabileceği mesela aklımın ucundan geçmiyordu, onların da kendi dertleri olabileceği. Parası vardı belki ama parayla büyümenin de bir bedeli yok muydu? Belki büyürken babasını görmemişti bile? Belki o da saygı duyulmak için kıvranıyordu, babasının kızı/oğlu diye anılmamak için?
Belki o da bu dünyada bir iz bırakmak derdindeydi ve bilemiyordu nereden başlasın? Belki düşündüğüm kadar da şanslı değillerdi ha? Ama nereden bilecektim ki ben? Kafam götümün içindeyken, nasıl görecektim ki etrafımı, başka insanları, onların dertlerini?
İşimden atılacağım günü bu şekilde aylarca bekledim ve sanırım hayatımda en göt olduğum dönemdir o dönem, umarım rekorumu kırmam, dinimiz amin.
Bu arada da , her gün, ama her gün o günü düşündüm, yani fişin çekileceği günü, o anı, nasıl olacaktı acaba, çok rezil olur muydum, tutamaz ağlar mıydım kendimi?
Ve o gün geldi, koğuşun kapısı açıldı, toplantı odasına çağrıldım, yönetici ortak görüşecekti, be günlerden yine bir Cuma günü. Sevgilim sonunda pes etmişti, bakmış ben ondan ayrılmıyorum, o ayrılmıştı. “Senior değil mid hatta junior devam edeyim, maaşımı yarıya indirin” demiştim, “Yok” demişti, “bitti”.
“Sorun sende değil bende” de dememiştiama zaten dese de inanmazdım.
O akşamüstü, odamdaki son Happy Hour sonrası, Vanessa’yla metroda buluştuk, eve gitmek için.
Yolda dönüp ona baktım, uzun zamandır ilk kez, ne kadar güzel bir kız arkadaşım var diye düşündüm. Ve uzun zamandır, nasıl iş dışında bir şey düşünmemiş olduğumu düşündüm. Ne kadar güzel, ne kadar iyi, ne kadar şefkatli ve beni ne kadar seviyor ve ben ona, son aylarda nasıl davrandım.
İyi ki vardı, iyi ki beni bırakmamıştı.
Aylardır bugünün korkusuyla yaşamıştım ama hiç de o kadar korktuğum gibi olmamıştı. Üzülmüştüm evet tabi ama, rahatlamıştım da. Aylar boyunca bugünün derdini avans olarak çekmiştim zaten ve bugüne bir şey kalmamıştı belki de. Rahatlamayla birlikte, ufak bir umut da vardı içimde. İşten atılmıştım ama, yönetici ortak öyle kötü de konuşmamıştı ve istersem, referans mektubu da verebilirdi.
Ne yapalım, bir kez başardıysak, bir kez daha başarabilirdik belki di mi? Hem çok şey de öğrenmiştim bu sefer, ve belki, bundan sonrası daha iyi, daha rahat olurdu di mi? Yine işte güneş ışıkları girmeye başlamıştı perdenin arasından.
Vanessa’nın elini tuttum sıkı sıkı, bana dönüp gülümsedi ve kondüktörün anonsu bölene kadar da öyle melül melül bakıştık bir süre:
Taksim durağı kapanmıştır, Osmanbey son duraktır.
El ele Osmanbey’de indik, Rumeli Caddesi’ne çıktık ve o da ne, karşımızda dünya yıkılmış, haberimiz yok:
Gaz bombaları, kamyon kasalarında insanlar, korna, bağırış, sloganlar, yüzlerce, binlerce insan! Ne oluyor yahu, bu kargaşa da ney?
O sırada o günün Gezi Direnişi’nin ilk günü olarak anılacağını bilmiyorduk tabi, hayatımızın en güzel, en unutulmaz günlerinin başladığını da.
İşte bir Erenler Mevkii etabı sonrası, bir Gelidonya Etabı daha. Hayatımın en boktan zamanlarından birinin ardından, hayal dahi edemeyeceğim günler başlıyor. Şimdi diyorum ki, iyi ki o gün atılmışım işten, iyi ki!
Aylarca kendi bokumda boğulduktan sonra, koca bir memleketin derdine düşücem artık, düşücez, hep beraber, kol kola.