Romanımla Sana Bir Ses. S01E03. Maradona ve Tanrı'nın Eli
“Zinaaaa eeeeen büyük günahtır!!”
Bir sonraki yaza, bu şekilde bir giriş yapıyorum. Sadece ben de değil, tüm mahalleli.
Mahalle imamımız, bizi yaklaşan tehlikelere karşı uyarırken, yüzü terden sırılsıklam, boynundaki damarlardan tansiyonunu ölçebiliyorsunuz. 9 yaş için biraz erken bir uyarı, biraz ileri düzey, ama bir o kadar da umurumda değil dedikleri.
Ben her zamanki gibi ders dinlemiyorum, yandakilerle itişip kakışmakla, önümdekinin götünün altında büzüşmüş ayaklarını gıdıklamakla, sümük toplarımı çeşitli mahallelinin kafasına isabet ettirmekle meşgulüm. İmamın dedikleri bir kulağımdan giriyor, diğerinden çıkıveriyor. En azından ilk saatlerde bu şekilde, sonrasında kulağımdan girenler çok uzun süre çıkmayacak.
İlkokul 3’ü İlkokul 4’e bağlayan yaz, 1986 yazı yani, babam ablamla beni mahalledeki Kur’an Kursu’na göndermişti. Babamın çok da uzun sürmeyecek Milli Selamet Partisi dönemiydi, Adana sıcağından mıdır bilinmez, Adalet Parti geleneğinden gelen, oruç tutan ama arada rakı da içen Müslüman’dan Milli Görüş’e transfer olduğu dönem.
Babama göre dinimizi öğrenmenin zamanı gelmişti ve ben götü boklu bir çocuktan götü boklu bir Müslüman çocuğa geçiş yapacağımdan ve adam yerine koyulacağımdan heyecanlıydım. Erkekliğe bir adım daha atıyordum ne de olsa ve biliyorsunuz önceki yazdan kalan bazı şüpheler de yok değil, her erkeklik fırsatını kullanmak istiyorum.
“Aydın ve çağdaş” bir ailenin bugünlerde Kur’an Kursu’na çocuk göndermesi, çok rastlanacak bir durum değil biliyorum ama o zamanlar işler biraz daha farklıydı. Babamın dönemsel dindarlığı değildi tek sebep, Kur’an Kursu’na hemen tüm mahalleler gönderirdi çocuklarını, “çağdaşlıklarından” bağımsız. O zamanların Zeitgeistı da böyleydi işte, her zamanki gibi kafası karışıktı güzel memleketimin.
Bizimse kafamız karışık değildi, mahalleli çocukların yani için evden çıkmak için bir bahaneydi, günlük oyunlarımızın bir parçası gibiydi ve çok yakında kafamın feci karışacağını tabi bilmiyorum.
Kurstaki hocamız, aynı zamanda caminin imamıydı ve zina konusunda doktora yapmıştı. Günahlar, sonsuza kadar yanmalar, aman dikkatler. Kur’an Kursu’nun ilk gününün ilk dersi için biraz kasvetli bir giriş değil miydi ha? Yani okulda bile ilk gün rahat geçerdi, “Yazın ne yaptınız?” diye sorardı öğretmen, “Ne günahlar işlediniz?” değil.
Hani bir de Alamancı çocuklarını dövmeyin, balkondan milletin kafasına su balonları atmayın, araba tekerlerinin altında mantar patlatmayın, içine taş doldurduğunuz plastik toplara “amca topa bir vursana” demeyin ne biliyim Tayyare böceklerine işkence etmeyin dese, hani biraz daha belki ilgi çekecek, ama zina ne ola ki yani? Hiçbirimiz bilmiyoruz ne demek ve biz tataklarımızdan kaleler yapmaya devam, imam da zinaya.
Derken imamımız tanıdık bir konuya geçiyor, zinanın yanında, fuhuştan da bahsetmeye başlıyor ve böylelikle beni kazanıyor, kulaklarım onda artık. Şimdi biliyorsunuz, bu konularda uyarılmışım, dikkat et demiş bizimkiler, konular sakat konular. Fuhuş yapmama sözüm var sonuçta bizimkilere hatırlarsanız.
İmam anlatıyor, diyor fuhuş, zina, işte bunlar, işte bunlar, ahh işte bunlar, en büyük günahlar. İlgim çekilmiş, dinliyorum şimdi ve tamam anlamışım, ömür billah uzak duracaz bunlardan da ama neyden uzak duracaz, onu tam anlamamışım? Yani ne yaparsak zina veya fuhuş oluyor ve bize anlattığına göre, demek yakınlarda bir yerde.
Sonunda dayanamayıp soruyorum, hani derler ya cevabını almak istemediğin soruları sorma diye ve bu benim için ilk herhâlde. Zina nedir diye soruyorum ve cevabı alınca zaten fuhuşa gerek kalmıyor:
“Evlilik dışı her türlü tensel münasebet.” Başka sorum yok sayın İmam…
He-Man’i hatırlar mısınız? Böyle kılıcını kaldırır, “Güç bende artık!” diye bağırır ve göklerden şimşekler yağar elindeki devasa kılıca. Benim de kafama şimşekler yağıyor bu cevapla birlikte, kılıç yok ama elde ve ortadan ikiye yarılıyorum.
O halde, imamı izliyorum. Hani filmlerde kritik anda kahramanımız etrafındaki hiçbir şeyi görmez duymaz, tek gördüğü, anasını babasını öldüren o Sovyet Ninjadır ya. Ben de caminin içini dolduran ter ve ayak kokusunu duymaz olmuşum, tek gördüğüm, imam ve kalın dudaklarının ucunda biriken tükürükten köpükler. O dudakların iki arasında çünkü tüm kaderim, Türkiye’de bugün yaşayan hemen herkesin anlayabileceği bir durum sanırım.
O kalın dudaklar oynadıkça, açılıp kapandıkça nasıl bir günaha girdiğimi daha da anlıyorum, sonum hepten kararıyor. Dünyanın merkezine yolculuk başlıyor, göğsümün ortasında nur topu gibi bir delik.
Hani yüksek bir yerin kenarına gelirsiniz de aşağı baktığınızda içiniz ürperir ya. Ona benzer bir şey, öyle bir korku. Her şeyi mahvettiğim hissiyle doluyor göğsüm. Her şeyi sonsuza kadar, geri dönülemez şekilde mahvettim duygusu. 9 yaşında zina yapmayı ve sonsuza kadar yanmayı garantilemek başarmak nasıl hissettirirse öyle bir his işte.
İlk dört başı mağrur travmamı yaşadığımın farkında değildim ve bu hissin, o gün göğsüme oturan katırın, hayatım boyunca beni sık sık bol ziyaret edeceğini, bir 35 sene daha ondan kaçmakla uğraşacağımı da.
35 sene sonrasına gitmeden önce, neler olduğunu anlatabilmek için, geçmişe gitmem gerekiyor. Çok uzağa da değil, geçtiğimiz kışa, çünkü imamın anlattıkları, bana birkaç ay önce olanları hatırlatıyor, kare kare gözümün önüne geliyor olanlar, o kış ve o bazı tensel münasebetler.
Kadınlarla başımın bu kadar erken derde gireceğini kim bilebilirdi?
O sene, İlkokul 3 kışı yani, ilginç bir dönemdi, çok farklı duygular hissetmeye başladığım bir dönem. Aşağılarda bir yerlerde bir şeylerin olduğunu fark ettiğim ama ne olduğuna uyanamadığım zamanlar. Kafa karıştırıcıydı ve tam bu dönem mesela, direklere karşı bir tutku geliştirmiştim.
Ne zaman bir direk bulsam; bayrak direği, voleybol direği, kale direği, tırmanırken bulurdum kendimi bunlara, dakikalarca güneşin altında bir aşağı bir yukarı. "Oğlum insene, hadi gidiyoruz artık" derdi annem ve ben de inerdim aşağıya Pazar direğinden, annemin torbalarına yardım ederdim, keşke evde de bir direk olsa diye iç geçirirdim.
Direklerden aldığım hazza benzer bir hazzı, bazı video filmlerinde de alırdım mesela. Benim bolca kiraladığım dövüşlü/casuslu/savaşlı filmlerin bir yerinde illaki bir iki meme çıkardı. Sarışın bomba bazı Rus ajanları, Amerikalı yakışıklı subaylarla karşılaşınca, bir anda orak çekiçli düğmeler sökülüverirdi.
Bir zaman sonra, dövüş sahnelerinden çok bu bıngıl anları bekler olmuştum. Sonra memeler çıkınca meydana, kaseti durdurup ekranı öpmeyi keşfettim. Televizyon ekranının elektriği de bir tık çarpıyor ve böylece insanın içi iyice bir garip oluyor bu öpücüklerle, bundan 8 sene sonra yaşayacağım ilk gerçek öpücükte olduğu gibi.
O günlerde TV ekranımızla bu samimiyeti ilerletebilmemin sebebi, evde yalnız olmamdı. Yani tamam çocuktuk masumduk ama, yaptığımı anam-babam görse, yine bir geçit törenleri bir şeyler yaptırırlardı eminim. Ne yapıyordum ve niye yapıyordum tam bilmiyorum ama yapmamam gerektiğini de bilerek yapıyordum ama duramıyordum da.
Ablam öğlenci, ben sabahçı olduğumdan ve annemler de akşama kadar işte olduğundan, öğleden sonra yalnız oluyordum evde. Daha doğrusu, ben ve gündelikçi Ayşe Abla, sadece ikimiz. Dövüşlü film- memeli sahne – ekran öpmeden sonraki doğal gelişimimin konusu da kendisi oldu, ilgim çok geçmeden ekrandan yavaş yavaş Ayşe Abla’ya kaymaya başladı.
O güne kadar Ayşe Abla çamaşır suyu kokusuydu benim için, şimdiyse, her hareketini yakından takip etmeye, şalvarının üzerine giydiği penyenin lime lime olmuş yakasından içerisini görmeye çalışmaya başlamıştım.
Bu halime önceleri “Maymun mu oynuyo suratımda ne bakıyon?”la tepki vermişti, ama sonra o da yumuşamaya başlamıştı. Kaç gün sonra bilmiyorum ve o cesareti nereden buldum onu da, o yerleri silerken elimi sırtında gezdirivermiştim ve heyhat, bir şey dememişti. Sonra sırtında, ardından bacaklarında. Birkaç güne ve belki de aynı gün hatırlamıyorum, uslu durursan demişti, sana hediyem var ve ben mum yemiş bülbül gibi yerimden kalkmamıştım saatlerce ve sonunda kanepeye uzanıp, penyesini açmıştı. İlk canlı memelerle tanışmam.
O günden sonra artık dünyanın en uslu çocuğu olup çıkmıştım, en azından öğleden sonraları ve beklerdim o işini bitirsin diye.
Bu şekilde bir kısım tensel münasebetler yaşamıştık işte, birkaç haftalık bir kaçamak. Sonra annemin “sıfır toz” politikası nedeniyle işten gönderilen gündelikçiler kervanına katılmıştı. Ben kendisini de aramızdaki ihtiraslı ilişkiyi de (ki artık zina demem lazım sanırım) unutmuştum bile, unutmasam da sabah akşam düşündüğüm bir şey değildi, Kur’an kursunun ilk gününe kadar en azından. Bir anlamda çocukluğumun bittiği, büyükler ligine çıktığım güne kadar.
Tayyare böcekleri de, kızkaçıranlar da, bıcıbıcılar da çıkmıştı camideki o günden sonra ve yerlerine, bambaşka işler, hiç olmayacak işler ve kısa bir süre içinde günlük programım şu şekle girivermiş:
Yataktan besmeleyle çıkış.
Sarı leke analizi.
Sevgili imamızın bizi uyardığı bir başka konu daha. “Bir sabah kalktığınızda” demişti “külotunuzda sarı bir leke göreceksiniz”. Buluğ çağına girdiğimizin işareti bu olacakmış, bu sarı leke, biz uyurken omuriliğimizden (evet omurilik, pipi değil) akan bir sıvının kalıntısı. Külotumuzda bunu gördüğümüz dakikada tuvalete girmeli ve gusül abdesti almalıymışız.
Gusül abdesti
Ben elbet o günden sonra, her sabah külotumu uzun uzun incelemiş, çok şey görmüş, ama herhangi sarı bir leke görememiştim. Ama geldiğimiz noktada, yine de fazladan gusül abdestinin zararı da olmaz di mi? Günahlarıma günah eklemeyeyim. O yüzden ne olur ne olmaz, her sabaha gusül abdestiyle başlar olmuştum.
Sabah namazı.
Eh yani hazır abdest almışım, niye namaz kılmayayım di mi? Tamam biliyorum sonsuza kadar yanmayı garantilemişim ve daha fazla günah işlesem de sonsuza eklenecek bir şey yok, ateşin ısısı da belli. Müebbet hapis gibi düşünün. Hem tamam biliyordum maç buradan çevrilmezdi artık ama, ne kadar ibadet o kadar iyiydi. Çünkü günahkar hayatını bırakmış bir tövbekardım artık.
Kur’an çalışmaları
Şimdi tabi mamaz duasız olmaz di mi? Ben zaten kursta öğretilen tüm duaları ezberlemişim, ama yetmiyor, yeni dua lazım. Kursta öğrendiğim azcık Arapça ile, ana kaynaktan yeni dualar ezberlemeye de başlamışım her gün. Sınıfta ana dilini okuyup yazmaya en geç başlayan, en son kurdele takan bir veledden beklenmeyecek bir başarı.
Diğer namazlar (yatsı hariç).
Bir iş yaptın mı tam yap bari.
Biraz Temel Reis.
Bu o zamanlar ki tek sığınağım, sonsuzluk düşünmediğim veya Allaha adamadığım tek me-time’ım.
Dualar ve yatış.
Şimdi bu bölüm kolay gibi görünse de öyle değil, o zamanlar günün hiçbir anı, Temel Reis hariç, kolay değil ya. Uykudan önce dua okumamız gerektiğini de tabi imamımız söylemiş, ben artık bu noktada o söylemese de yapardım herhalde.
Her gece yatağa yatar, kafam yastıkta sağa doğru (bu da imamın kurallardan), yaşayan ve ölmüş tüm yakın-uzak aile fertlerinin adını tek tek sayıp, çok küçük bir aileydik Allahtan, hepsi için tek tek iyilik ve nur içinde yatış diler, sonra da ezbere bildiğim tüm duaları onlar için okumaya girişirdim.
Bu ölülere saygı kuşağı, bazen saati aşardı. Çünkü, Allah katında benim gibi bir günahkarın dualarının kabulü öyle pek kolay iş değil tahmin edersiniz ki. Zaten o kadar hata yapmışım, duaları en azından hatasız okumam lazım, yoksa kabul görmez ve hayır bu tamamen benim icadım ve bu icatlar devam edecek.
Diyelim, tüm akrabaları sayıp döktükten sonra ve 10 küsür duayı mükemmel şekilde okuduktan sonra, son duanın son kelimesini yanlış telaffuz ettim, hooop, tüm seans yeniden başlamak zorunda. Bu nedenle, çok gece, ablam çoktan üst ranzada Clementine’le oynarken, ben alt katta Arapça sayıklardım.
Benim bu ilim-irfan işlerim de evde takdirle karşılanıyor bu arada. Kimse kafamda Hacı dedemin takkesi, Arapça mırıldana mırıldana, Müslüman bir Chucky gibi gezmemden şikayetçi değil. Hatta, arada “aferin oğluma”lar geliyor babamdan.
Ah ama bu aferinler yok mu bu aferinler, beni en çok bunlar üzüyor biliyor musunuz? Onlar masum bir çocuk görüyorlar karşılarında, ah bir bilseler! Bir bilseler bu keçi bokunun, onların tüm hayatları boyunca işleyemeyecekleri günahlar işlediğini. Bu kısacık kariyerine zina sıkıştırmış bir oğulları olduğunu. Ailenin ismine kapkara bir leke sürmüş bu çocukla bir de gurur duyuyor zavallı babacım ve işte bu da tuz biber oluyor hepsinin üstüne. Hani eninde sonunda cezamı çekecektim, ilahi adalete ama nereden baksan 60-70 sene vardı, sarı leke için çok uzun bir zaman.
Ah bir bilse babacım, ah bir bilse bak o zaman, o zaman işte hak ettiğim cezayı (en azından bu dünyada) verebilirdi bana. Şöyle evire çevire güzelce bir döver, sonra da basardı kıçıma tekmeyi, kapı dışarı, bir daha o eve dönmemek üzere. Alırdım yani ben de böylece hakkımı, şimdilik en azından.
Bir süre sonra bu düşünce fikre, oradan da eyleme dönüştü, çünkü ihtiyacım olan da buydu işte: adalet ve kefaret ve itiraf etmeye karar verdim yediğim naneleri. Göbek atma olayının üzerinden neredeyse tam bir sene sonra, bir kez daha babamın karşısına çıkmaya böylece karar verdim, bu kez asker selamsız ve tüfeksiz.
Nasıl itiraf edeceğim konusunda kafam biraz karışıktı, ama kime itiraf edeceğim konusunda değil. Annemi doğrudan es geçmiştim, her hâlükârda anneydi, ana kalbi vardı, benden ne kadar nefret ederse etsin ne kadar kızarsa kızsın, acırdı, yüreği dayanamazdı belki ve ben herhangi bir kıyak geçilmek istemiyordum.
O yazın bir diğer ve daha az dramatik olayı da 1986 Meksika Dünya Kupası, ilk Maradona’lı dünya kupası yani hani. Babam da herkes yattıktan sonra, misafir harici girilmesi yasak olan salona, büyük televizyonun karşısına geçer, maç izlerdi. Günah çıkartmak için bundan iyi fırsat olamazdı ve şu iki hafta bitmeden, itirafımı etmeli, dayağımı yemeli ve kapı dışarı edilmeliydim.
Kime ve ne zaman, bunlar netleşmişti de ne diyecektim adama? Yani itirafımı hangi kelimelerle edecektim? Biz Ayşe Abla ile tam olarak ne yapmıştık, yani o tensel münasebetimiz teknik olarak hangi kelimelerle açıklanabilirdi?
“Sevişmek” kelimesinden haberdardım mesela, bir de mahallede ‘koymak’ da diyorlardı ve sanırım eşanlamlılar. Bu değildi ama biliyordum, o kadar da film seyretmiştik, hani tamam zinaydı ama sevişmemiştik de ne diyecektim babama?
Şimdi tabi “Ayşe Abla’nın memeleri elledim, öptüm” diyebilirim, hani onu nasıl kategorileştireceği, tanımlayacağı babama kalsın di mi? Yok ama nedense illa bulucam tam ismini yediğimiz bokların ve sanırım bu da hemen az ileride başlayacak OCD fırtınasının ayak izleri, o sırada habersizim başıma geleceklerden.
Neyse fazla geçmeden, Allah TRT yetkililerinden razı olsun, kucağıma düşüyor aradığım tensel münasebet terminolojisi:
“Cruz’la düşüp kalktım.”
Memleketin ilk arkası yarını, tüm mahallelerin ortak tutkusu ve konusu Santa Barbara’nın bir bölümünde, bir karakter bunu diyor ve bende de ampul yanıveriyor. Ayşe Abla da kanepeye uzanıp kalkmamış mıydı?
Ve artık mahşer gününe hazırdım.

O gece, evdeki son gecem yani, her geceki gibi: Yemek, Adile Naşit ve Uykudan Önce, çocuklar için diş fırçalama, çocuklar için yatış, anne yatış, babam televizyonun karşısında devam. Evdeki sesler kesilip de sadece uzak diyarların tribünleri belli belirsiz sesleri duyulmaya başladığında, her zamanki dualarımı bitirmişim ve usul usul yatağımdan sessizce çıkıp, odaya dönüp son kez bakıyorum. Ablam, üst ranzada, Şeker Kız Candy ile diyar diyar gezmelerde. Odadan çıkarken ilk iş küçük sırt çantamı sokak kapısının dibine bırakmak. Evden kapı dışarı edilirken, son bir hamle, bunu kapıcam kapı eşiğinden.
Salon kapısını da sessizce açıp parmak uçlarımda içeri giriyorum. Bu sessizlik sakinlik niye, babamın ödünü koparıp dayağın derecesini arttırmak mı istiyorum? Bilinmez.
Babam, beni ancak dibine kadar girdiğimde fark ediyor, bir şey demiyor ama. Kanepede yanına oturup karanlık salonda TV ışığının esmer yüzüne yansımalarını seyrediyorum bir süre.
Bir an için bana dönüyor ve tekrar Maradona’ya:
"Ne yapıyorsun bu saatte oğlum, uyuyamadın mı yoka. Hadi git yat yatağına".
Şimdi tam hatırlamıyorum tam ne zaman söylemişti, ama küçük bir çocuktum o kesin. Annemin bana verdiği ve bir elin üç parmağını geçmez öğütlerden biri: “Korkularının üzerine git, korkuyla yaşamaktan her zaman daha iyidir.” demişti hayatı boyunca korkularının üstüne kesinlikle gitmeyen biri olarak. Dediğimi yap, yaptığımı yapma kategorisi ve ben de hiç unutmamışım bu dediğini, Efes Oteli havuzunun trampleninden aşağı atlamamı da, BMX’imle tepeden aşağı kendimi bırakmamı da ve ileride, ablamın saçları üzerine sifon çekmemi de buna borçluyum, bu kritik sifona geleceğiz zaten birazdan.
Birkaç Eüzübillahi ile ve Yaradan’a sığınıp günlerdir üstünden geçtiğim 6 kelimeyi söyleyiveriyorum sonunda:
"Baba, ben Ayşe Abla’yla düşüp kalktım".
…
Hayatımın en uzun üçüncü sessizliği. Babamın yüzünde televizyonun ışıkları oynamaya yanıp sönmeye devam ediyor, gözleri faltaşı, tam karşıda, terlikli ayakları bazen Jorge Valdano’nun vuramadıklarına vuruyor.
Sessizlik sonunda “Ahh be o kadar da uzun oynanır mı?" ile bitiyor ve tabi ki Maradona’yı tutuyor.
Baktım babam ne dediğimi anlamadı, hatta büyük ihtimal duymadı bile, bir kere daha aynı 6 kelimeyi aynı sırayla tekrarlıyorum ben de, bu sefer biraz daha büyük harflerle.
…
Bu sessizlik, haykırışla bozuluyor, babam önce havada, sonra TV’nin önünde yerde, ekranı öpüyor, babasına bak oğlunu al işte. Sonra o gazla dönüp beni de öpüyor, bizim evde Maradona’nı İngiltere’ye attığı gol, Yüzyılın Golü, Tanrı’nın Eli, bu şekilde kutlanıyor.

Babam salonda Arjantinlilerle Meksika dalgası kalk yaparken, ben geldiğim gibi mırıl mırıl odama dönüyorum, hayal kırıklığım büyük, dayak beklerken bayramlık öpücüklerimden almışım, ne beklerken ne olmuş… Çantamdakileri geri boşaltmaya başlıyorum: Üç-beş t-shirt, bilyelerim, çakım, bolca beyaz külot ve bir adet Kur’an, bundan sonraki hayatımın, sokak yaşamımın olmazsa olmazları.
“İtirafını ettin işte, hadi rahatlamalısın” diyorum kendi kendime de mümkün değil. Henüz zirve yapmamış olsa da terelelliler çoktan başlamış bende biliyorum, yine de bu babamın dediğimi anlamadığını da anlamayacak kadar delirmemişim henüz. Babamı belki ama kendimi de yukarıdakini de kandıramam, yok mümkün değil.
İtiraf planım suya düşünce, karalar bağlıyorum ve hemen bir çözüm bulmaya girişiyorum. Daha net, daha kesin bir çözüm bu sefer aradığım ve mümkünse ilahi adalete kısa yoldan erişebileceğim bir çözüm. Sonra fark ediyorum, çözüm aslında bir mutfak kadar yakın…