Romanımla Sana Bir Ses. S01E06. Gelir Bahar Ayları Gevşer Gönül Yayları.
Tutti Frutti yazı sonrası, lise başlamış, senelerdir beklediğim lise.
Lise çok acayip, çok ara bir dönem değil mi? Hani hala araba kullanamıyorsunuz veya evlenemiyorsunuz bir tarikatta değilseniz en azından ama bir yandan da bir çocuk değilsiniz artık. Mesela hani, sokakta bir büyükle bir şey olsa, adam ortaokul çocuğu dövmez, küfreder bırakır ama lisede, lisede işler değişiyor. Yersiniz dayak ve yedim de yani.
Sonra yine başka büyük aktivitelerini de yapmanız bekleniyor veya şaşırılmıyor: içki içmek veya sigaraya başlamak veya kızlarla öpüşmek ve hani aşırı Tom Hanson’sanız, belki onları hamile bile bırakmak. Ha bir de, üç sene boyunca inekleyip, sonunda iyi bir üniversiteye kapağı atmak. Sigara ve içki hariç kalanında sınıfta kalıcam.
Ortaokul’da da mottom “beşten şaşma altıyı aşma” ve ancak o dönemin görece huzurlu geçmesinden belki de, ben ‘Teşekkür’ bile almışım son senesinde. Lisede ise, 5’ten şaşıcam, baya şaşıcam hem de, oralara gelicez tabi sonra.
Oralara gelmeden gelemediğim başka yerler var ve Lise’ye başladığımda da en büyük derdim bu işte: Boyum.
O dönemin en cool şeysi hatırlayan hatırlar, 21 Jump Street ve ben, hani çok diil, Tom Hanson gibi gezmeyi hayal ediyorum koridorlarda, buyrun size tutmayan bir plan daha.
Liseye gelmişim sonunda ve yaşım neredeyse 16 olmuş ama ben 1.60’a henüz varamamışım. Bu son senelerimin en büyük derdi işte, yatıyorum kalkıyorumdurmadan Nesquickli süt içiyorum, anacığım “oğlum atarsın bir anda atarsın” diyor ve fakat bence o da inanmıyor, atıyor.
Basket sahasında tek başıma saatler geçiriyorum, kapımın arkasına tuvalet rulosundan yaptığım basket potasına Charles Barkley’den esinlenip, tenis toplarını smaçlıyorum, gel gör ki yok, olmuyor, “Yakışıklı diil ama sempatik” kategorisinden kurtulamıyorum…
Liseyle birlikte ben pek bir transformasyon geçirmiyorum dediğim gibi ama bir bakıyorum ki okul geçirmiş.
Okulun yarısı ve ‘İnekler’in hemen tamamı, Fen Lisesi’ne gitmiş, onların yerine de Gurbetçi çocukları ve Anadolu’dan da yatay geçiş yapan bir sürü yeni öğrenci. Bu Alamancı öğrenciler özellikle işte okulu tamamen değiştirecek, yeni etek boyları, çorapsızlıkları, renkli sütyenleri ve takılarıyla beni hülyadan hülyalara itecekler. Okul bir anda, Anayurt Oteli’nden Beyaz Zenciler’deki işgal evlerinden birine dönüşecek, Pleasantville’e renk gelecek.
Lise binasıyla (G-Blok) birlikte, artık üst dönemlerle de aynı binadayız, ahh o üst dönem güzellerine de yaklaşmışız, gerçi onlar erişilmez hem ben zaten üst rafa dahi erişemiyorum. Benim gözüm aşağılarda, Orta 2’lerde, Sarı Selin’de, kendisine birazdan geleceğiz.
Liseyle birlikte boy pek atmasam da başka değişiklikler var ama, ayaklarım büyüyor mesela ve yüzümde az ama öz sivilceler. Sonra saçlarım ilk kez jöleyle tanışıyor, okul ceketi yerine babamın 70’lerden kalma Levi’s kot ceketini giymeye başlıyorum ve onun üst cebine de bir sigara paketi, iç cebine kelebek bıçak…
Annemler bendeki değişiklikleri fark ediyorlar mı, pek sanmıyorum? O zamanlar ev halleri karışık, hepimiz kendi derdimizde debeleniyoruz o senelerde, kimse etrafında olan bitenin pek farkında değil.
Hele ki zavallı babamın gözü, ablam ABD’ye okumaya gittiğinden beri dolar kurundan başka bir şey görmüyor, şakak damarlarının bile kendi damarları oluşmuş. Benimle ilgilenecek hali yok, o görev anamda, ama onun da benimle pek ilgilenebilecek bir hali yok, hatırlarsanız o görev de bende aslında.
Sonuçta, ben kendi kendime takılıyorum çoğunlukla, sigaramın da içkimin de farkında değiller ve diğer bazı ergen hallerimin. Sonra ama hiç beklenmedik yerden patlıycaz, bizimkilerin gözünde bir anda mertebe atlıycam, koca adam olucam.
1993’ün bir Mayıs sabahındayız, Lise 1’in ikinci döneminde. Lise 1’in ikinci dönemi, çok şeyin sonu ve çok şeyin de başlangıcı, raydan çıkmamın, ileride anlatmaya çalışacağım Klasik Hikaye’den, Doğru Yol’dan el frenini çekip çıkmamın başlangıcı. Sonra boy atmaya başlamamın da ve anamın dediği olmaya başlamış, boyum ataklamış, 1.65’e gelmişim bile.
Tam bir ergenim o sabah da her sabah olduğu gibi, ergen, mayışık ve hülyalı okula hazırlanıyorum ve bir bakıyorum ki annem, odamın aralık kapısından bana bakıyor bir garip. Belli ki bir süredir orada durmuş beni izliyor ve yüzünde çok garip, kaygılı ama meraklı ama daha çok utanan bir ifade. Hemen son dönemde yediğim bokları geçiriyorum kafamdan:
Okuldan disiplin soruşturması haber kağıdı mı geldi? Farını kırdığımız okul servisi mi yoksa? Yoksa babamın cüzdandan yürüttüğüm Tekel2000 paralarını mı çakmıştı?
Hiçbiri değildi ama evet, konu babamla ilgili:
“Oğlum” diyor annem, gözlerini nereye koyacağını bilmeden, “babanın çekmecesinden bir şey eksilmiş, sen mi aldın?”.
Nasolsa ellerinde delil yok, kanıtlayamazlar diye “yok anne ne alakası var” diycem, bir an duruyorum. Ben paraları babamın komidinin üstüne bıraktığı cüzdandan yürütüyorum, çekmeceden değil. O sırada jeton düşüyor, konu başka, bambaşka! Para değil namus konumuz!
“Evet anne” diyorum ben de gevrek gevrek, “ben aldım”.
“Geri verir misin onu bana?” diyor şaşkınlığını yutkunup, titreyen sesine kararlı bir ton vermeye çalışarak.
“Veremem, bitti çünkü kutu” diyorum hiçbir zaman bağlamadığım kravatımı bağlarmış gibi yaparken.
Annemin kaşları tavana fırlıyor, dudakları daha da inceliyor, neredeyse yok artık, suratı daha önce hiç görmediğim bir surata bürünüyor. Daha düne kadar küçük tataklardan gemiler yapan biricik masum oğlunun, bir seks makinesi olduğunu öğrenen anne suratı nasıl olursa öyle bir surat işte. Döver misin söver misin yoksa helal mi dersin?
Şimdi annemin sorduğu kutu, babamın çorap çekmecesindeki prezervatif kutusu. Kendimi bildim bileli oradalar ve büyük ihtimalle akranız. Kutuyu birkaç gün önce yürütmüştüm ve evet, gerçekten de bitmişti.
Ne yapacağını bilemiyor kadıncağız kutunun bittiğini duyunca, titreyen elini ağzına götürüyor şöyle bir ve sonra bir şey demeden yavaşça kapıyı çekip çıkıyor. Artık oğlunun kapısının kapalı olması gerektiğini söyler gibi.
Ertesi sabah, o kapıdan, hem de sabahın taa köründe, hiç beklenmedik başka biri giriyor: babam.
Önce hayal görüyorum sanmıştım, uyku sersemliği. Sonra bakmıştım gerçekten o. En son ne zaman odama girmişti, hatırlamıyorum ve o da panjur tamiri içindir muhtemelen. Onun dışında neredeyse son baş başa görüşmemiz, İlkokul 3’teki o gay-intervention, “erkek misin?” sorgusu.
Babam girer girmez hızlıca bana doğru bakmış ve ben de aynı hızda gözlerimi kısınca dönüp odada aranmaya başlamıştı, ben de onu gizlice takibe. Çalışma masamın üzerine bir şey bırakmış ve girdiği gibi hızlıca çıkıp gitmişti çıktı. Kapıyı kapatır kapatmaz, çalışma masamın başına zıplıyorum ve karşımda bir adet kitapçık:
Abdest Gusül ve Namaz Hocası.
Büyük ihtimalle Abdest Güsul ve Namaz Hocası’nın ne olduğunu bilmeyen şanslı kesimdensiniz, ben o kadar şanslı değilim, hatmettim bile diyebilirim bunu, Adana’dayken bu konularda doktora yapmıştım hatırlarsanız.
Taze ergenler, geleceğin abaza Müslümanları için hazırlanmış, gusül abdesti nasıl alınır, nasıl namaz kılınır ve benzeri şeyleri öğreten, bir nevi Sünni Müslümanlık 101 kitapçığı.
Kısaca, oğlunuz cenabet gezmesin istiyorsanız bu kitabı şiddetle tavsiye ederim. Aynı zamanda sihirli de bir kitap, kapağına 5 saniyeden fazla bakın, içinizi pek derin bir suçluluk duygusu ve huzursuzluk kaplıyor, dişi sineğe el sürmek istemiyorsunuz hayat boyu ama Allahtan çabuk geçiyor etkisi.
Şimdi böyle anlatıyorum da pek hayal kırıklığına uğramıştım. Elimde Hoca, insan bir baba-oğul konuşması yapmaz mı diye düşünmüştüm. Yanına oturtup, “Bak oğlum” diye başlayıp bana kadınların tehlikelerini anlatması gerekmez miydi? Bir haftada bir kutu prezervatif bitiren ergen oğluna, birkaç taktik vermesi?
Bir yandan da, babamın benden nasıl haberinin olmadığını düşünmüştüm. Hakkımda belli ki hiçbir şey bilmiyordu ve, o günleri ve gelecek günleri düşünürsek, bu aslında hiç de fena bir şey değildi. Kendini uzun süredir ateist ve hatta devrimci olarak tanımlayan ve bırakın bir kutu prezervatif bitirmeyi, nasıl takılacağını bile bilmeyen, henüz bir kızdan alt dudak dahi alamamış oğluna güsul abdesti kitapçığı vermenin, komik de bir tarafı vardı şimdi Allah için.
Hem sonra, bu kitapçıktan şu mesaj da çıkıyordu: abdestimi aldığım sürece, bir seks makinesi olmamda sorun yoktu demek onun için. Bunu bilmek de rahatlatıcıydı, hani olur da bir gün makinaya dönecek olursam.
Bizim zamanımızda, bir ergeni ergen yapan, en azından B.A.L’ın Türkçe-Sosyal Sınıfı’nda, sigarası, kelebek bıçağı ve cüzdanıydı. Cüzdan ama para için değil, prezervatif için.
Henüz bırakın seks yapmayı, çıplak kadın görmemişsiniz, bir memeye dokunmamışsınız ve hatta, benim gibi, daha öpüşmemişsiniz bile ama işte, belli mi olur, seksin nerden geleceği belli olmaz, hani her an başınıza gelebilir ya, prezervatif taşıyorsunuz cüzdanda, senenin her günü, 24/7...
Öte yandan, aile planlamasından çok, bir sinyal vermekti asıl derdimiz. Bu kadar uzun süre bunların üstüne otura otura, prezervatifler cüzdanlarda kalıcı yuvarlakla oluşturuyordu. Bir masaya oturunca, cüzdanın bu kısmı yukarıya gelecek şekilde konur, eşe dosta seks çağına geldiğin, yarışta senin de olduğun mesajı verilirdi. Bir nevi subliminal çiftleşmeye çağrı.
Böyle olunca, hepimizin prezervatifiyle bir bağı oluşuyordu. Benimkiyle mesela halihazırda 2.5 senedir birlikteydik, iyi günde, kötü günde, kaç kere “ne zaman açmak kısmet olacak seni acaba?” diye dertleşmiştik. Hani bu kadar uzun süre taşınan prezervatiflerle bir ilişki de geçiriyorsunuz tabi bir noktada.
Can yoldaşımı kullanmam, onunla vedalaşmam da işte o Mayısa nasipmiş, 93’ün Mayısına yani, 16 yaşıma girdiğim aya.
Mayıs ayı demek, Bornova Anadolu Lisesi’nde su savaşı demek. Bu 5. Mayısım bu okulda ama bu kez, su savaşı hedefleri farklı. Bu kez hedefimiz kızlar, hani daha önce de kızları hedef alırdık ama bu kez saçları başları değil, gömlekleri, ıslak gömlekler hedefimiz. Tahmin ediyorsunuz gizli ajandamızı sanırım.
Bu yeni hedeflerle ilgili sorunlar var ancak. Bir kere kızlar ceylan gibi koşuyorlar, yanlarında bittiğimiz anda Roadrunner’a dönüşüyorlar. Hadi koşturduk yakaladık tamam da yakaladığımızda elimizdeki plastik çay bardaklarında su kalmamış, kirpikleri bile ıslatamıyoruz.
O yüzden meme ucu falan yalan ama sonunda gökte aradığım derman, cepte çıkıyor, cüzdanımda: Prezervatifle, karton çay bardaklarına oranla, çok daha fazla suyu, çok daha uzun mesafelerle taşıyabiliyor, üstüne üstlük, tazyikli fışkırtabiliyorsun. Bu icadımla birlikte okulda o Mayıs terör estiriyorum ve bizimkilerin evladiyelik prezervatif kutusu da işte bu yüzden bitiveriyor.
Dediğim gibi, Liseyle birlikte okul şenlenmiş, saolsun Alamancı yatay geçişler. Alışık olmadığımız etek yırtmaçları, etek boyları, küpeler, sakızlar, çorapsızlık özlemimiz bitmiş.
Hele ki halhallar!
Neden bilmiyorum fakat halhallara bayılıyorum. Nerede bir halhal görsem halhal sahibi kızı duştan çıkmış, başında havlusu ayağını uzatmış halhalını takarken düşlüyorum. Halhal takan bir kızın, mükemmel olmaması mümkün değil. O incecik gümüş bilekliği ayak bileğine takmayı düşünebilen, bu detaya dikkat eden bir kız, mükemmel bir kız olmalı di mi? Kliplerde görememiştim ama eminim mesela mükemmel kızların baş tacı Alicia Silverstone’nun da vardı halhalı.
Bizim okulun Alicia’sı ise Sarı Selin’di ki aslında kumraldı, hatta koyu kumral. Doğru düzgün sarışın bilmediğimizden, saçı zeytin karası olmayan herkese “Sarı” denirdi o zamanlar.
Sarı Selin okulun en havalı kızlarından, ışıldayanlarından, ipeksi, incecik, parlak saçları var. Tören alanında ne zaman baksanız onu görebilirsiniz. Yürürken sanki su üstünde yürürdü, sanki otomatik merdivendeymiş gibi. Gözleri yeşildi, bildiğim kadarıyla yani. Ela veya mavi de olabilir, benimkiler gibi kıro diildi sadece onu biliyorum.
Sarı Selin’in erkek arkadaşı da tabi ki sarıydı. Bizim alt dönemden Sarı Mete. Gerçi ona Sarı Mete demiyorlardı ama bence esas ona demelilerdi. Amerikan lise filmlerinden fırlamış gelmiş gibiydi, River Phoenix’in hop demiş burnundan düşmüşü.
Hatta Mete’nin saçları River’dan bile güzeldi ve okul yönetimi için psikoloji sınır olan elmacık kemiklerini de geçmişti. Konuşurken eliyle sürekli saçlarını geriye alıp kulağına takardı ki ven de bunu yapabilmek için sağ kolumu verebilirdim. Sanırım Sarı Mete ilk man-crushımdı ama kesinlikle sonuncusu değil.
Dönem Kurt Cobain, Anthony Kiedis, Jon Bon Jovi, Tony Hawk, Johhny Depp dönemi. Yani saçlar çok önemliydi ve hayatımda ilk kez benim de saçlarım elmacık kemiklerime kadar inmiş, biraz daha geçse, kulaklarıma takabilicem, belki ben de cool olabilicem.
Sonracığıma işte o Mayısta bir gün, Mete ile Sarı Selin ayrılıverdi. Tanju ile Hülya Avşar ayrılığı beni ne kadar ilgilendiriyorsa, bu da aslında o kadar ilgilendirmeliydi beni. Mete’den sonra Selin’in listende ilk sırada değildim eminim, ben zaten herhangi bir listede bile değildim. Ama işte saçlarım uzamış ve hani biraz boyum da ve…Bahar da gelmiş yav mayıs gelmiş, 16 yaşıma giriyorum, başımda kavak yelleri. Hani olur ya, yani işte olmaz mı, olur ya?
Can’t Buy Me Love’la büyümüşüm sonuçta, mucizelere inanarak:
Cindy (Mancini) de, Ronald’ın (Miller) farkında diildi ama bak sonra neler olmuştu di mi?
Bu ayrılık haberini aldığım gün, o gün bir dersten çıkıyorum, hatırlamıyorum ama bu arada ne dersi. Hepsi o kadar sıkıcı ki hiçbir dersi hatırlamıyorum liseden zaten. Bu dersi ise hatırlıyorum, öğretilenleri değil de kafamda olanları hatırlıyorum:
Elimde Rotring’le sıraya A Kalp C çiziyorum ve o sırada Kordon’da oturmuş, gitarla 4 Non-Blondes’tan What’s Up’ı çalarken Sarı Selin de sözlere eşlik ediyor Denizatı’nda oturanlar bize bakıp “Ne de güzel bir çift bunlar” diyor. Sonra arabamıza atlıyoruz, babamın Reno 9’u, Bostanlı kayalıklarına çekmiş, Körfez boklarına karşı bira içiyoruz.
Henüz öpüşemeden, ki öpüşmeye bir türlü gelmiyorum Sarı Selin’le, daha ilk çıkışımız sonuçta. Birkaç sene önce Hatice’nin dizlerine başımı koymuştum da sonra demiş “ilk buluşmada kafasını dizlerime koyduysa sonra neler ister acaba” demiş. O yüzden usturupluyum ve usturuplu hülyalarımı zil bölüyor, öğle teneffüsünü müjdeleyen zil ve bu da su savaşı demek.
Babamın prezervatiflerden birini ağzına kadar doldurmuş ve kendime bir kurban aramaya girişmişim, Columbine Lisesi baskınından neredeyse bir 6 sene öncesi. Bir garibim ama, başka dünyalarda geziniyorum. Önümden çığlık atarak kaçışan Hazırlık bebelerinin, “bak ıslatırsan ağzını burnunu kırarım” diyen Liseli abilerin, elimdekine dehşetle bakan öğretmenlerin arasında bir ruh gibi yürüyorum.
Sonra köşeyi dönüyorum elimde ağzına kadar dolu prezervatifle ve de döner dönmez onu görüyorum ve “demek yeşilmiş” aklımdan ilk geçen. Yüzüme bir gülümseme yayılıyor ve ellerime gevşeklik, Sarı Selin çığlık çığlığa.
Göbeğinde bağladığı gömleği sırılsıklam, uçlarında su damlaları birikmiş kirpiklerini hızlı hızlı çırparak bana bir süre bakıyor. Elimde sünmüş prezervatifimle öylece duruyorum karşısında. Koluyla yüzünü kuruluyor, elinde sırıl sıklam olmuş pomfirit ve burgere bakıp sonra yine bana dönüyor ve bu kez Allah sizi inandırsın, gülümsüyor. İçimde mutlu, musmutlu bir yusufçuk havalanıyor.
“Selin merhaba, naber, Aşkın ben, benimle sinemaya gelir misin?” diyiveriyorum.
Annemi dinlemiştim yine, seneler önce “korkularının üzerine git” demişti ya bana, “bak göreceksin, korkacak bir şey olmadığını.”. Hani bunu kâbus gördüğüm ve içine işediğim yatağıma geri göndermek için demişti, Türkiye’nin en popüler kızına çıkma teklif ediyim diye değil. Ama etmiştim işte, edivermiştim.
Kirpiklerinden sular damlarken, yeşilleri üstüme dikiyor:
“Ne film var ki?”
“Jurassic Park” diyiveriyorum, hala konuşabildiğime şaşkınım ve aynı anda da pişman. Allah’ım koskoca Sarı Selin’i, dinozor filmine mi götüreceksin yani? O daha güzel ağzını açmadan “Çılgın Romantik (True Romance) nasıl?” diyorum.
“Ya hava sıcak ben sevmiyorum sinemaya tıkılmayı. Kordon’da takılalım bence.” diyor, diyor ve benim için yepyeni bir dönem başlıyor, Sarı Selin dönemi…