Romanımla Sana Bir Ses. S01E05. Summer of Tutti Frutti.
1992 yazı, pek önemli bir dönüm noktası, Orta 3’ün Lise 1’e bağlandığı yaz, çocukluğumun son yazı. Ve hepsinden önemlisi, Tutti Frutti yazı.
Tutti Frutti’den kastımı anca benim yaşıtlar anlar, 90’larda ön ergen olanlar yani. O yıllarda, 90ların başında yani ne hikmetse İzmir Belediyesi, çeşitli Avrupa kanalları yayınlıyordu. Bunlardan en önemli ikisi RTL ve SAT1. SAT1 Okul Kızları Raporu’yla ünlü, RTL ise ilk göz ağrımız Tutti Frutti ile.
Tutti Frutti, gece yarısından sonra başlayan bir yarışma programı ve hani Dallas kadar olmasa da pek meşhur ve sadece biz önergenler arasında da değil. Sunucusu bu arada aşırı laubali bir tip, sorduğu sorular da öyle ve zaten dert de bilgi yarıştırmak, 4 kelime bir işlem değil, Ülke Puanı kazamak. Soruyu dığru doğru bilen yarışmacı ki doğru bilmemek zor, kazandığı Ülke Puanı’yla stüdyoda temsil edilen ülkelerden birini seçebiliyor:
Norveç diyor mesela yarışmacımız ve o kırmızı bikinili abla yarışmacının önüne gelip, memelerini açıp sallamaya başlıyor ve bıngıllarla birlikte de Tutti Frutti şarkısı başlıyor:
Çin-Çin-Çin-Çiiin
Mükemmel bir fikir, aradan 30 sene geçti, hala kafamda çalıyor bu şarkı…
Tutti Frutti sayesinde, bir dönem, nice memleketlerden nice memelerle tanışmayı başarıyoruz, ufkumuz genişliyor, dünya ergeni oluyoruz. Tutti Frutti, ortak külltürün bir parçası oluyor. Kantinde yanından birisi Tutti Frutti şarkısını söylerek geçiyor mesela ve göz göze geliyorsunuz, aynı gizli teşkilatın iki üyesi gibi, hınzırca gülümsüyorsunuz.
Kızların yanında da inadına, daha bir yüksek sesle söylüyorsunuz şarkıyı, yüksek sesle ve gururla, kuşların çiftleşme şarkısı gibi bir şey sonuçta:
“Ben bir sürü meme görmüş bir ergenim artık, çiftleşmeye hazırım” mesajı veriyorsunuz Çin-Çin diye geze geze.
Tutti Frutti kıtlık günlerinin ortasına bir vaha gibi doğmuştu. Muzır Yasası yılları yani, gazete bayilerindeki çıplak ablalı dergilerin bile üstü kapalı, saniye için dahi meme görmeniz mümkün değil. Çizilmişi ve gerçeğine bir tek Fırt Dergisi’nde erişebiliyorsunuz ama gerçeğinin üstü, o hani arka sayfadaki yarı çıplak ablanın memelerinin tam ucu illa siyah bantlı, kanun öyle. O bantı kaç kere kazımaya çalışmıştım ve hani diyordum, çoğunu görüyorsun, ucunu görmesen ne olur, buzdağının görünmeyen tarafını görüyorsun sonuçta ama olmuyor. Şimdi düşünüyorum da kanun da iyi ki öyle olmuş. Çıplağın, çıplak bedenin, seksin karpuz gibi ortalıkta olmaması, kötü bir şey değil sanırım.
En azından beyin cimnastiği için.
Sürekli bir şeyler düşlemek zorundasınız, arşive gitmek ve o zamanlar kadın bedenine dair kafamda çok az görsel var: Annemin Alman Burda dergilerindeki Nivea reklamlarından bir iki meme ve işte evvelki yazdan kalan Alman Karen’in eflatun donu. Ha bu arada diyeceksiniz ki sen gerçek meme gördün hatta dokundan ama o konuyu tabi gömmüşüm ve üstüne çimento dökmüşüm, Ayşe Abla’nın bıngılları en çaresiz anda bile gözümün önüne getirmiyorum ki çaresizim yani baya.
Tutti Frutti işte bu karanlığa bir güneş gibi doğmuş, gökte aradığımız memeleri, evlerimizin salonunda bulmuşuz. Bir 90’lar ergeni için, bir memeye bu kadar yakın olmak nasıl bir duygu bilir misiniz? Bu kadar yakın ve bu kadar uzak. Düşünsenize, tek yapmanız gereken, birkaç adım atarak salona gitmek ve TV kumandasına basmak, sonra bir dünya vatandaşısınız, gizli ve elit bir grubun üyesi.
O grubun üyeleri işte her Cuma toplanıyor, Tutti Frutti Perşembe akşamları ya, okulda bir Mini-UN: İsveç’i gördün mü? Ya asıl İtalya’ya ne demeli?
Ben ise, her şeyde geri kaldığım gibi, dünya coğrafyasında da geri kalıyorum. Çünkü, gece yarısından sonra o salona girip, o TV’yi açıp, RTL, SAT1 izlemek, her eve mahsus bir durum değil. Bizimkine hiç değil.
Hani bizimkiler öyle çok geçe kalanlardan, birbirlerine düşkün “aman çocuklar yatsın da kaliteli vakit geçirelim” çiftlerden değil artık tahmin edersiniz ki. Dolayısıyla Tutti Frutti saatlerinde evde herkes uyumuş olurdu ve televizyon da kumanda da boşta, işte tavşan ile kurt köpeği kırması bir anam olmasa.
Anam cidden insan üstü biriydi, dünyanın en iyi işiten kulaklarına ve en iyi koku alan burnuna sahip. Babam daha bağcıklarını çözerken içki içmiş mi içmişse ne içmiş ve ne kadar içmiş anlar ve hani yan dairenin musluk sesine uyanabilirdi. O zamana kadar annemin bu süper-güçleriyle cebelleşmemişim çünkü henüz içki, sigara ve boru otuna başlamama yaklaşık 1 sene var o günlerde.
Şimdiyse işte dünya vatandaşlığımla aramdaki en büyük engel bu kulaklardı, anamın kulakları.
Uzun süre yatıyorum kalkıyorum, oturuyorum kalkıyorum, düşünüyorum, plan yapıyorum, anamın kulaklarını nasıl aşarımın planını. Planı yaparken, elimde kağıt, kalem ve kokulu silgim ve ama bir dakika ya, kulaklara gelmeden başka bir sorun daha var. Ben o saatte nasıl ayakta olucam ki? Bırtak gece yarısını, misafirlikler hariç, saat 23’ü kaç kere görmüşüm ki? O misafirliklerde babamın kucağında arabaya taşınmamın üzerinden ne kadar geçmiş ki henüz?
Kendimi kampa alıyorum ve her gece dışımı sıkıp biraz daha geç uykuya dala dala aaa bir bakıyoruım, çok değil, birkaç haftada annemlerden daha geç uyumayı becermişim. Şimdi, aradan geçen 30 sene sonra, bu trend tam bir daire yaptı, yine onlar benden geç yatıyor.
Onlar yattıktan sonra, ufak denemelere de başlıyorum, sessizce evde geziniyorum, oturma odasına giriyorum usulcacık salonun kapısını açıp bakıyorum annem uyanacak mı ve hatta bir noktada, kendime güvenim geldikçe televizyonu bile açıyorum, Alman kanallarına veya Yaseminle Gece Cimnastiği’ne bulaşmıyorum ama.
Bulaşmıyorum çünkü, hala çözmem gereken bir konu var. Hani tamam, odamdan annemi uyandırmadan çıkmayı ve salona ulaşmayı beceriyorum, TV’yi açmayı ve açar açmaz TV’nin sesini sonuna kadar kısmayı da. Buraya kadar tamam.
Ama ya ben İtalya’yı incelerken annem ne biliyim çişe kalkarsa, bir anda salona girerse, ne diycem kadına? Hadi TV’yi o girerken kapatmayı, ne seyrettiğimi görmesini engellemeyi başardım. Ee, ne arıyorum salonda gece yarısı gece yarısı?
Uykum mu kaçtı diycem? Henüz insomniamın başlamasına 15 sene var. Hem hadi diyelim, uykum kaçtı (çünkü ev geçindiriyorum veya Şırnak’ta askerde oğlum var ya), salonda ne işim var? Yatağıma işedim desem (ki bunu bırakalı çok da olmamış), bunun da foyası şak diye çıkacak. Hem kucağımdaki minderi ne yapıyorum Allasen?
Bulmacanın bu son düğümünü çözmek için kara kara düşünürken bir gün, boş boş baktığım kütüphanede, annemin taa gençliğinden kalma, evde kimsenin yüzüne bakmadığı, eski Varlık Yayınları kitaplarıyla göz göze geliyorum ve tam bir Zihni Sinir anı, ampul yanıveriyor:
Tamam diyorum, yanıma kütüphaneden bir kitap alırım ve olur da anama yakalanırsam, “kitap okuyorum anne” diyiveririm!
Şimdi diyeceksiniz ki, bunun neresi yaratıcılık, neresi Zihni Sinir? Kitap görmüşüm ve aklıma kitap okuyormuş gibi yapmak gelmiş, eee ne var bunda?
Şu var:
Hani “çocukken kaçışı kitaplarda buldum” der ya bazıları, ben öyle değilim, ben tersine kaçmışım onlardan. Kitap demek sıkıntı demek, buhran demek benim için.
Bu arada hep böyle değildim, beni bu hale getirdiler ve tamamen Milli Eğitim’i suçluyorum. O güne kadar toplamda 5 (yazıyla beş) kitap okumuştum, okutturulmuşum daha doğrusu ve yok demişim, ben bu işi bırakıyorum:
İlkokul 4:
Kaşağı (Ömer Seyfettin)
Sırf kapağına bakmak bile içinizi karartmaya yeter. Bu kitabı okuduktan sonra senelerce o meymenetsiz at da o kaşağı da sık sık karabasanlarımı ziyaret ettiler sağ olsunlar. Ayrıca kaşağı ne demek, ne işe yarar bilen var mı? BDSM?
Ama, ben normalde kitap görünce, sıkıntı görürüm, buhran görürüm. Hani millet “çocukken kaçışı kitaplarda buldum” der ya, ben öyle değilim, ben çocukluğumu kitaplardan kaçarak geçirdim.
Ama hep böyle değildim, beni bu hale getirdiler. O güne kadar toplamda 5 (yazıyla beş) kitap okumuştum. Size de o zamana kadar okulda şunlar okutulsa, siz de öyle edebiyat sevgisiyle dolup taşmazsınız:
1. İlkokul 4 - Kaşağı (Ömer Seyfettin):
Sırf kapağına bakmak bile içinizi karartmaya yeter. Bu kitabı okuduktan sonra senelerce o meymenetsiz at da, o kaşağı da sık sık karabasanlarımı ziyaret ettiler sağ olsunlar. Ayrıca kaşağı ne demek, ne işe yarar bilen var mı?
2. Orta 1 - Yaban (Yakup Kadri Karaosmanoğlu):
Türk sineması için Anayurt Oteli ne ise, Türk edebiyatı için de Yaban odur bence. Bu kitap yüzünden köylüden de, köyden de, kırsaldan da çok uzun süre nefret ettim. Bu okuduktan sonra ne zaman bir köyden kasabadan geçsek, içime buhranlar çöktü senelerce. “Aman” derdim kendi kendime “burada da yaşıyor olabilirdim”, o arabada olduğum ve sonunda İzmir’e döneceğim için pek sevindirik olurdum.
3. Orta 2 - Martı, Jonathan Livingston (Richard Bach)
Hala anlamadım bu martı ne iş, ne ayak, in midir cin midir?
4. ve 5. Orta 3 - 9 Numaralı Otobüsle Cennete Yolculuk ve Sevgi (Leo Buscaglia)
Sevgi de sevgi, Allahım adam sevgi diyor başka bir şey demiyor ve içim şişiyor. Kardeşim ergeniz, don görmek, kız öpmek, sigara içmek istiyoruz bize biraz onlardan bahset, iki tüyo ver, biraz Bukowski’lik et, abilik et. Sonra lisedeyken Leo Buscaglia’nın intihar ettiği söylentisi çıkmıştı ve ben nedense pek sevinmiştim.
Yani demeye çalıştığım, zaten çocuğum hala, hayatımın daha başındayım. İmamlar ve komşular karışmadıkça, zaten baz halim mutlu olmak, bana ne cennete giden otobüsten, şizofren martıdan, Kubilay’ı kesen köylülerden?
Velhasıl, seneler sonra elime bir roman alıyorum böylece. Dünyanın en iyi planı mı? Hayır. Annem de salak değil sonuçta, beni yakalayınca “sen ne alaka oğlum kitap okumak?” diyebilir. Ha bir de, hadi oldu da kitap okumak istedin, niye gecenin yarısı ve niye salonun ortası?
Planım bu soruya cevap veremiyor evet, riskli evet, ama benim adım Hıdır, elimden gelen budur. Hem zaten anneme olayı iyiye yorması için bir fırsat versem, kafasında bir şüphe yaratsam yeter, zaten kadıncağız biricik oğlu hakkında kötü düşünmek istemez di mi? Hani tam inanmazdı belki ama, o da bana yeterdi. Bu günlerden yaklaşık bir 15 sene sonra, yatak odamda, tam yatağın üstünde, yastıkların iki karış üstünde, duvara montelenmiş çengelleri görüp, “bunlar ne oğlum?” demişti. “Ceketimi asıyorum anne” demiştim ve tam da bu olmuştu işte: inanmamıştı haklı olarak ama başka bir şeye de yoramamıştı. Ahh canım anam.
Sonunda D-Day geliyor, haftaların planlaması, günlerin köpüğü ve sessizce, ayak uçlarımda salona giriyorum. Varlık Yayınları romanını kucağıma koyup, ssulca televizyonu açıyorum ve hemencik sesini kısıyorum. Şöyle bir duruyorum önce bizim kanallarda ve evi dinliyorum. Tamam, çıt yok ve RTL’ye doğru ilerlemeye başlıyorum, bir parmağım televizyonu Star1’e götürecek kumanda tuşu üzerinde.
Hayatım boyunca hiçbir tahminim tutmadığı gibi, bu tahminim de tutmuyor:
Tutti Frutti başlıyor, ne gelen var ne giden, baştan sona seyrediyorum ve bitince kitabı kitaplığa, kendimi odama atıyorum.
Annem hiç uyanmıyor ne o gece, ne sonraki geceler, salona cart diye dalmıyor, ikimizin de hayatımız boyunca unutmak isteyeceği bir karşılaşmamız olmuyor, şimdilik en azından. Bu istenmeyen karşılaşma eninde sonunda olacak ama onu da yeri gelince anlatırım veya belki de, sonsuza kadar susarım.
Bu şekilde, 92 yazında, bolca Tutti Frutti seyrediyorum ve hatta o da değil, Tutti Frutti’den mezun olup, SAT1’da da Okul Kızları Raporu’na da geçiyorum ve daha neler. Bir sürü ülke, meme ve nice karakter tanıyorum. O yazdan en unutamadığım iki karakter ise: George ve Lennie. Şimdi düşünüyorum da, sanırım biraz da bunlar sayesindedir devrimci olmam, hatta sonrasında hukuk fakültesine gitmeye çalışmam.
Kafanız bu noktada biraz karışmış olabilir, “bir ergen soft-porno izleyince niye devrimci olur” diye sorabilirsiniz, haklısınız. Ama beni fakirin fukaranın, ezilmişin derdine düşüren, Okul Kızları değil veya İsveç memeleri, George ve Lennie. Bu isimler, Fareler ve İnsanlar’ı okuyanlara tanıdık gelecektir, ABD’deki Büyük Buhran sırasında çiftliklerde çalışan ve birinde tahtaların oldukça eksik olduğu iki çulsuz kafadarın maceraları yani.
Okuyorum çünkü, annem bütün yaz uyanmıyor ama ben yine de güvenliği hiç elden bırakmıyorum. Tutti Frutti’nin meme gösterilmeyen bölümlerinde veya Okul Kızları Raporu’nun bitmek bilmez reklam aralarında, ne olur ne olmaz, televizyonu kapatıyorum, anneme yakalanma korkusundan. E TV kapalı, evde tık yok ve o zamanlar cep telefonu da), ne yapıcan? E kucağımda da acil durum kitabı duruyor?
İlk kamuflaj kitabım Fareler ve İnsanlar ve o kadar uzun süre kapağına bakıyorum ki kitabın artık bir noktada “Ee ne diyormuş bu kitap bir bakayım” diye ilk bir iki sayfasına açıyorum. Hani dünyanın en sürükleyici kitabı değildi belki ama, bir şekilde sarmıştı kitaplar, hikayeler, Tutti Frutti bittikten sonra bile, gerçekten, oturup kitap okumaya başlamıştım bir noktadan sonra. Yazın sonuna doğru, bazı geceler, televizyonu hiç açmadığım bile.
Sonra sadece Fareler ve İnsanlar da değil, Gazap Üzümleri, Aşağı Mahalle, Sardalya Sokağı, İnci… Hayatım boyunca okuduğumdan daha fazla kitabı, birkaç ay içerisinde okuyuveriyorum o yaz.
Ne ilginç di mi? Yani meme peşinde koşarken, komünist eğilimli bir yazarın kitaplarına dalmam? İnsanın hayatı bazen nasıl tesadüflere bağlı. Hani kitaplıktan Fareler ve İnsanlar’ı almasam, hemen yanındaki İhtiras Tramvayı’nı alsam mesela, belki de bir ihtiras tramvayı olup çıkıcam. Gerçi bunun yazarı Elia Kazan da ABD’li bir kömünist ve ben de açıkçası biraz bir ihtiras tramvayı oldum, çıktım sonra ya, oralara sonra geliriz... Ama işte elim John Steinbeck’e gidiyor ve kitaplarında anlattığı o fakirler, fakir mahalleler, insanların yaşadığı ızdıraplar, bu ne yaman çelişki anne, adaletin bu mu dünya temaları, beni çok etkiliyor.
Bu 1992 yazı işte, çok önemli yaz. Düşünsenize olanları, hayatım boyunca yetecek kadar meme depolamışım, sonra anamlar ablama ABD’de okuyabilmesi için Ankara’ya vize almaya götürdükleri hafta sonu, kapı komşumuz Şahin’le zil zurna da olmuşum. İlk sigaralarımızı, daha doğrusu kaykay pistinden topladığımız izmaritleri içmişiz. Hayatımda ilk kez, içkinin ve nikotinin kafasını yaşamışım, bunun çoooook uzun bir birliktelik olacağından da haberim yok tabi.
En beklenmediği de işte kitaplarla barışmışım, kendi kendime kitap alıp okumaya bile başlamışım, aynı kitap kurdu ablam gibi. Ama ne ablam, ne evdekiler, bendeki bu hayret verici değişimin farkında değiller. Evin kalanı, ablamı üniversiteye göndermekle meşgul. Evin altın kızı, ABD’den burs kazanmış, dönmemek üzere Türkiye’yi terk etmek üzere.
Sonra ama daha da beklenmedik bir şey oluyor ve ablam beni kenara çekiyor, ilk yüz yüze, ilk abla-kardeş konuşmamızı yapıyor bana: “Güzel kardeşim” diyor, “ben gidiyorum, annemi koruma görevi senin artık. Ona iyi bak, koru onu.”.
Bu sözler, büyümem gerektiğini, artık hayatımı kaykay pisti ile tenis kortu arasında geçiremeyeceğimin habercisi. Yine de ilk durduğumda, ağırlığını tam kavrayamıyorum, birkaç ay içindeyse, hayatımı allak bullak olacak. Çocukluğumu bitirecek bu sözler belki de ve çok uzun sürecek bir ergen-yetişkinlik dönemimin de başlangıcı.
1992 yazı çok şeyin sonu yani, masum çocukluğumun bittiği yaz, büyükler ligine çıktığım ve sonrasında her şeyin boka sarmaya başladığı. Bu yazdan sonra, evde sesler yükselmeye başladığında artık kapıyı çekip kaykaya, tenise kaçamayacaktım. Bildiğim dünyam, üstüme yıkılmaya başlamıştı, ev hayatım, okul hayatım, hepsi.
Bir de bunların üstüne, başıma bir kavak yelleri esecek ki, öyle bir aşık olacağım ki, ahh aman tanrım…