Lise hayatımı, hatta belki de tüm hayatımı, Ferhat ve Sarı Selin öncesi ve sonrası olarak ikiye ayırmakta bir sakınca yok sanırım. Bu ikisiyle tanıştıktan sonra, hiçbir şey eskisi gibi olmadı. O yazla birlikte, bir şeyler sona erdi, yeni bir yol başladı, eskiden bir kopuş, bir kırılış. Klasik Yol’dan çıkış yani ve bundan ne kastettiğimi anlatmaya çalışıcam ileride.
Ama 93 yazında böyle hisseden sadece ben değilim, birçoğumuz için sert bir yaz, bir dönemin sonu. Aynı yaşlardaysak, siz de 02 Temmuz Sivas Katliamı görüntülerini izleyen ana babalarınızı hatırlasınız. Madımak yanarken, annemin ağzı dehşetten açık, babam hiç olmadığı kadar sessiz, evde çıt çıkmıyor.
O senenin başında daha Uğur Mumcu öldürülmüş, ondan önce Turan Dursun, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok. Bunlar bir de dağın görünen ucu, yani aydın ve laik Türk kısmı, Kürtlere yapılanları, bugün bile daha halen tam olarak bilmiyoruz ve insanların 90’ları niye özlediğini de.
Altımızdan yerin kaydığı zamanlardı ve o yeraltındakilerle göz göze geldiğimiz. Sanki Stranger Things’teyiz, sakin ve sıradan kasabamızın altında, meğer ne karanlıklar yatıyormuş di mi? Ne kötülükler birikmiş halının altında.
Madımak, ama o işte bambaşka bir olay, büyük hodri meydan. Enflasyon canavarı, su kesintileri ya da trafik kazası, güneydoğuda devam eden düşük yoğunluklu iç savaş, bunların hepsinin çok ötesinde, başka dertlerimiz olduğunu canlı yayında görüyorsun. Çok eskilerde, çok derinlerde, yanlış kaynamış birtakım kemikler var ve herkes adalet istiyor ama yanlış kemik, mahkeme salonunda kaynar mı?
93 yazı da böyle işte, korku, çaresizlik ve bendeniz bu duygulara kesinlikle yabancı değilim, bunlar ergenliğin fıtratında var zaten. Bendeki korkunun, kaygının kaynağı ise keşke Madımak olsa, keşke derdim “Memleket nereye gidiyor?” olsa. O da olacak elbet, her Türk(iyeli), bunu tadacaktır elbet ama o daha sonra gelecek.
Ben nereye gidiyorum, bu girdiğim yol nereye gidiyor, beni yiyip bitiren bu zamanlar o.
Sarı Selin’in neredeyse tam bir sene sonra, bu kez Lise 2’nin baharındayız, 1994’ün Mayıs’ında yani ve de yepyeni bir yolda. İzmir otogarından Ferhat’la bindiğimiz otobüste de bunları düşünüyorum işte, bu yeni yolu. Nereye gittiğimi ve acaba önümüze neler çıkacağını?
Otobüs terminali terk ederken hala inanamıyorum bunu yaptığıma, o otobüste olduğuma. Gözlerimi kapatıp Bodrum’u düşlemeye başlıyorum, orada yaşayacağım nice macerayı, kazanacağım paraları, anamı nasıl kurtaracağımı ve kendimi de nasıl Avrupa’ya atacağımı.
Samsun’umu Nescafe’mde söndürüp walkmanin play tuşuna basınca, inanmazsınız ama, Soul Asylum/Runaway Train çalmaya başlamış. “Tesadüfe de bak” demiştim içimden, ben de (neredeyse) evden kaçmamış mıydım işte? Mümkünse bir daha dönmemesine?
Son bir seneyi düşünmeye başlamıştım, ne kadar da çok şey değişmişti ha! İnanamıyordum olanlara ve her şey, ışık hızıyla da değişmeye devam ediyordu. Binmiştim bir alamete ve gidiyordum büyük ihtimalle kıyamete. Ve bu alamete binişim de işte biraz Sarı Selinledir ama esas Ferhat’la.
Henüz bir sene öncesine kadar, Lise 1’in ikinci dönemine kadar, sadece kendi sınıfımda, o da fırlamalığım bilinen bir tiptim. Sonra işte Ferhat’ın kafası ve işte Sweet Child O’Mine günleri. Böylelikle, kozamdan çıkmışım ama çıkan pek öyle bir kelebek değil, sosyal kelebek belki.
O zamanlar serviste oturduğun sıra okuldaki popülerliğinin en iyi göstergesi ve ben orta sıralardayım, ben her yerde orta sıralardayım zaten. Ferhat beni ama arka beşliye transfer etmiş. Aynı zamanlarda, kaykay sahası etrafında bulduğum izmaritleri içmekten, paket taşımaya da yükselmişim. Teşekkürü-takdiri eksik olmayan ortaokul arkadaşlarından, Lise’nin en fırlama, en serseri ekibiyle takılmaya.
Bu sınıf atlamalarının (veya düşmelerinin) en önemlisi, G-210’dan G-211’e geçmem, tüm hayatımı etkileyecek bir geçiş, ancak çok uzun zaman sonra iyi ki yapmışım diyebileceğim. Fen-Mat sınıfından Edebiyat sınıfına geçiş yani. Bundan yaklaşık bir buçuk sene sonra, 65 kişilik sınıfın büyük çoğunluğunun üniversiteye gidemeyip ve hatta bazıları ÖSS’yi dahi kazanamayıp açıkta kalacağı meşhur G-211.
Daha Lise 1 ortalarına kadar mimarlık okumak isterken Edebiyat sınıfı da nereden çıkmıştı? Gerçi mimarlık nerden çıkmıştı, onu soran da yok, gerçi zaten soru soran yok ya. Mimarlık tercihim yine sağlam nedenlere dayanıyor, her ana babanın ilk üçünde bir kere (mimar, mühendis, avukat) sonra kulağa güzel geliyor, güzel kızlarla çıkıyorlar evleniyorlar falan. Ya edebiyatçılar (veya işte Edebiyat sınıfından sonra neci oluyorsan), onlar kimle evleniyor? Pek bir fikrim yok ve pek bir umudum da.
Bizim dönemin edebiyat sınıfı, G-211 yani, hakkında nice efsanelerin dolandığı, hayretle karışık bir hayranlık duyduğun, kapısının önünden geçerken, neme lazım, cüzdanını kontrol ettiğin bir sınıftı. Diğer sınıflarda tek konuşulan, dersler, dershanede hangi sınıftasın, ÖYS testleri ve Neuchatel maçı. G-211’de ise altılı ganyan, hangi likör en çok sarhoş ediyor (bkz. Altın Likörü), en son kim kimi öpmüş ve “Hugo’nun da ** koyayım senin de” ***”. Yarış dışı kalmışların, koy vermişlerin sınıfı, benim cenah yani.
“Peer pressure” burada çok düşük ve ben de bu insanların arasında çok daha iyi hissediyorum. Ablam gibi değilim sonuçta, bende iyi bir üniversiteye kapağı atacak kafa da, kondüsyon da yok. Denemişim ama, şöyle bir kafayı uzatmışım ama yok. Fizik 1,2,3’e, Trigonometri 1,2,3’e çalıştığımı, okuldan eve gelir gelmez testlerin başına oturduğumu, haftada birkaç gün eve gelen hocayla, hafta sonlarımı dershanede geçirdiğimi ve bunu birkaç sene boyunca yaptığımı düşünemiyorum bile.
Fen-Mat sınıfındayken, bu konuda benden başka kimsenin dehşete düşmüyor olması, beni daha da dehşete düşürüyordu. Nasıl olur da her şeyin yolunda gideceğine bu kadar güvenebilirlerdi bu insanlar? En az 2 sene (ki bu ergen senesi, çok daha uzun yani), Allah’ın her günü ders çalışıp test çözmek zorunda olmak nasıl kimseyi delirtmiyordu? Hiç mi canları gezmek, kafa dağıtmak istemeyecek, “yeter ulan” diyip havlu atmayacaklardı? Hiç mi bunca zaman aşık olmayacak, böğrün dağlanmayacak, içip sıçmak istemeyecektin?
Hadi diyelim bir şekilde oturdun, kastın, hani bende yok ama, işte o meşhur iradeyi gösterdin, öz disiplini, ee arkadaş, o ÖSS/ÖYS günü geldiğinde altına sıçmayacağına, kaydırma yapmayacağına, koskoca 2-3 yılın emeğini çöpe atmayacağına nasıl emin oluyorsun?
Karlofça Anlaşması’na katılan devletleri, Çoruh Nehri’nin nerede başlayıp nerede bittiğini, OBEB/OKEK’i, Teşbih’in ne demek olduğunu (harbi ne demek?), hatırlayabilecek misin gerçekten o sırada?
Benimse bunlar o kadar umrum değil, o kadar bir kulağımdan girip çıkıyor ki. İki kulağımın arasında ise neler var, ben neler istiyorum bir bilseniz:
Öpüşmek istiyorum, mesela mümkünse her şeyden önce. Sonra Kordon’da sarhoş olmak istiyorum. Araba kaçırmak, çıplak denize girmek de. Sonra 1 Mayıs’a katılmak da istiyorum KSK tribününde ana avrat küfretmek de. Aşık olmak da istiyorum, Alsancak’taki randevu evlerine girmek de. Kanka olmak, ama böyle hayat boyu kanka olmak istiyorum, iyi günde kötü günde. Sonra ama erdemi sahildeki ayyaşlarla muhabbette aramak da. Kuşadası plajlarında sabahlamak, elektro gitarımla For Whom the Bell Tolls’u çalmak, kelebek taşımak, yeni buz mavisi Loft giymek istiyordum ve çok şükür ki hepsini de yapıyorum. Buna şükretmek için, onlarca sene geçmesi gerekse de…
Şimdi bakınca anlıyorum, taa 1990’da başlamış ayrılık.
O yıl Ölü Ozanlar Derneği’ni seyretmeye götürmüştü annem. Konak Sineması’ndan çıktığımızda, aklımda “O’Captain, My Captain” döndükçe de gözlerim yaşarıyor. Annemle otobüslere doğru yürürken, benim boğazımda bir yumru, çıt çıkaramıyorum, annem arada beni yokluyor. Görsün istemiyorum gözyaşlarımı, hiçbir zaman istemedim.
Eve gider gitmez, yol boyunca Milli Eğitim Bakanı Avni Akyol’a kafamda yazdığım mektubu, kâğıda döküyorum, üzerine de birkaç gözyaşı:
“Sayın Avni Akyol, size, daha iyi bir eğitim ve öğretim ve böylece daha iyi bir gelecek için yazıyorum. Umarım bu öğrencinizi dinlersiniz. Daha iyi bir eğitim için, çocukların daha özgür olduğu bir eğitim sistemi gerekiyor. Sayın Bakanım, sesimi duyun…”. böyle bir şeyler işte.
Mektuba cevap gelmiyor elbet ve hiçbir şey de değişmiyor. Ertesi gün Fâilâtün / Fâilâtün / Fâilâtün / Fâilün’den devam.
Lise 1’nin ikinci dönemiyle birlikte, yani G-211’in kapısından adımımı atar atmaz, kendimi çok uzun zaman sonra, hani belki de ilk kez yuvamda hissediyorum. Sınıf çoğunluğunun, öyle iyi bir okul, başarılı bir hayata dair fazla beklentileri yok burada. Birçoğu, askerlik derdi olmasa, belki ÖSS/ÖYS’ye girmez bile. İşte olmam gereken yer.
Eski sınıfımda mesela, dershane seçimi, eş seçimi kadar önemli:
Hangi dershanede hangi hoca var, Türkçe’ye kim geliyor, Geometri’ye kim, en son ÖYS’de ilk yüze kaç kişi sokmuş?
Yeni sınıfımda, kıstaslarımız biraz daha farklı:
Hangi dershane en çok devamsızlık hakkı tanıyor? Hangi dershane dershane ücretini ödemediğini eve daha geç bildiriyor?
Dershane demek ek harçlık demek çünkü ve ek harçlığa en çok ihtiyaç duyduğumuz zamanlardayız.
Edebiyat sınıfıyla birlikte derslerin yoğunluğu ve zorluğu da azalıyor ve böylece daha iyi notlar alıcam belki, tam tersi oluyor, yavaş yavaş tüm derslere veda etmeye başlıyorum. Bir dersi dönem başında bırakınca, eehh dönem boyunca o derse bir daha girmeseniz de olur di mi? Böyle üç-dört dersi bırakınca, bu baya bir boş vakit demek ve bu da Bornova Küçük Park’taki üçüncü sınıf birahaneleri daha yakından tanıma fırsatı, Takıl ve Guesthouse en sevdiklerimiz.
Yeni girdiğim kabilemle sadece okul saatlerinde değil okul çıkışlarında da hafta sonlarında da beraberiz ve yaptığımız genelde aynı:
Bostanlı kayalıklarında, gözden ırak park köşelerinde içiyoruz mesela olur da biraz paramız varsa, Churchill’deki balıkçı teknelerinde.
Bilardo salonlarına da gidiyoruz sonra ve en son da sabahçı kahvelerine, King oynamaya. Soğuk kış geceleri konyak alıp hamama gidiyoruz mesela, erken yaşta kalp krizi geçirip geçiremeyeceğimizi anlamaya. Ne zaman boş bir ev bulsak damlıyor, günlerce, anne-baba gelip de bizi kovana kadar bu evde kalıyoruz.
Hafta sonları genelde Alsancak’tayız, tüm İzmir öyle. Paramız varsa Denizatı, Rainbow, Siciliano ve bir şekilde kapıyı aşabilirsek o güzelim Mavi Bar, bana başka bir hayat mümkünü ilk hissettiren mekân. Para yoksa ama çok da sorun değil Efes Güneşlerimizle Dar Sokak’tayız veya Kordon kenarı. Sonra 121 numaralı otobüsle çeşitli hatırlanmak istenmeyecek eve dönüşler.
İçmek o zaman yapılabilecek en akıllıca iş. Sarhoş olunca açılamadığın kıza açılabiliyorsun örneğin, bir araya getiremeyeceğin kelimeleri getiriyor, öpemeyeceğin kızları öpebiliyor, İzmir Köfrezi’ne veya Fuar’da gölete atlayabiliyorsun.
Sonra ama en önemli faydası o sesleri bastırması: “Herkes ders çalışırken sen ne yapıyorsun oğlum”u, “hayatını mahvediyorsun”u, “senden bir baltaya sap olmayacak gerizekalı”yı. Yaklaşık bir 20 sene daha ne bu sesler ne beni terk edecek, ne de benim onları susturma yöntemim değişecek, en sonunda bu seslerden kaçmaya çalışırken denizlere atlayıp yılanlara sarılacağım ve o yılanlar da... Neyse, bunları yeri gelince anlatayım en iyisi.
Bu bohem hayatın bir bedeli var elbet, gittikçe artan alkol ve sigara fiyatları. Gömlek cebinde Samsun veya Birinci taşıyıp kalite sigarayı külot içinde sakladığımız zamanlar.
Bu ufak kemer sıkmalar yetmiyor tabi, bırakılan dersler de artıyor, bizim açlığımız da ve fiyatlar da. Konu sürekli bir yerlerden para bulmak ve bunun için mütemadiyen alternatif gelir modelleri üzerinde çalışıyoruz.
Ana gelir kaynaklarımız (1) alt sınıflardan “borç” alma, (2) büyük banknotlara bulaşmadan pederin cüzdanından para yürütme, (3) veresiye alışveriş, (4) dershane, okul servisi ve kitap paralarını yeme, (5) bit pazarcılarına bilumum eşya (Ör. kaportalardan söktüğümüz Mercedes amblemleri) satma, (6) depozitolu şişe toplama. Çok darda kaldığımızda ufak tefek “habersiz” yerinden almalar (bazıları buna hırsızlık diyebilir) da olabiliyor, genelde alkol ve sigara gibi hızlı tüketim malları veya küçük baş hayvan.
Sipsi Selimle, bir evin penceresinden bir süs köpeği alıp satmaya çalışmıştık mesela bir kez. İkinci el köpeğin öyle çok kolay bir ticaret olmadığını böyle öğrenmiştik. Satamayınca köpeği, geri götürmüştük hem belki ödül alırız umuduyla. O annenin ve ağlayan kızın bakışlarını hala unutamam.
Kot çalmak da bir ara popülerdi, özellikle Levi’s 501. Ben ama hiç cesaret edememiştim. Benim gibi korkak olmayanlar, mağazanın soyunma odasına girip, altına 501 geçirip, üzerine kendi pantolonuyla elini kolunu sallaya sallaya çıkabiliyordu. Daha sofistike olanlarımız kediyle çalışıyordu: Zemin veya birinci kat balkonlarında kurumaya bırakılmış 501 veya Loft’un üzerine, bir adet sokak kedisi fırlatıyor, kotla aşağı düşen kediyi bırakıp, kotu alıp gidiyorsunuz. Dahice di mi?
Babam mütemadiyen okulu astığımı, içip sıçtığımı, kimseye sormadan Fen-Mat’tan Edebiyat’a geçtiğim bilse beni ayaklarımdan asar. Bunları bırak, sadece kulağımı deldirdim diye benle konuşmamış adam aylarca, bir sigara içtiğimi duysa mesela, kaçacak delik ara. Ama adamcağızın olanlardan haberi yok, hiçbirinden.
İşten atılıp da kendi başına çalışmaya başladığından beri, kendisini pek görmüyoruz. Gerçi öncesinde de görmezdik fazla ama şimdi gördüğümüzde de o bizi görmüyor. Tek gördüğü, sürekli artan döviz, ekonomi haberlerini seyrederken “Allah’ım sen bize yardım et yarabbi” diye iç geçiriyor, ben o sırada içeri uzayıp cüzdanından şarap ve Tekel 2000 parası yürütüyorum. Çok yakında, 5 Nisan Kararları sonrasında, cüzdanda o kadarını bile bulamamaya başlıycam...
Kısacası, Amerika’da çocuk okutan bir ziraat mühendisinin dolar bir gecede 8’binden 42’bine çıkınca hali nasıl olursa, bizim evin hali de öyle. Zaten ketum olan adam, iyice içine kapanmış ve her sağlıklı baba gibi karısına bağırarak stres atıyor, annem de bana ağlayarak.
Ben de gidip kafa yapıcı her şeyi içerek:
Tantum (işe yarıyor ama değmez) kurutulmuş muz kabuğu (yaramıyor, denemeyin), gazete kağıdına sarılmış çay (yaaaani), Hint cevizi (kesinlikle denemeyin), boru otu (kesinlikle ama kesinlikle denemeyin)…
Geçenlerde, bu satırları yazmamdan birkaç gün öncesinde, Evren’le (ileride tanışacaksınız) muhabbet ediyoruz, ergenlik günlerinden açılmış konu. O yıllarda nasıl gelecek kaygı ve para kaygısından muzdarip olduğumu, sürekli babam-anamdan ne kadar kalır, kalanla yaşayabilir miyimin hesabını yaptığımı anlatmıştım. Çok takıktım o zamanlar paraya, üniversiteye gidecek kafa ve kodsüyon olmayınca, bir yerden bulmak lazım ya. Evren’e ama, bu hikayeleri daha önce de duymuş olmasına rağmen hala çok garip geliyor: “Hep merak etmiştim ama şimdi lazım oldu hepten çünkü benim oğlanlar da lise yaşına geliyorlar ya ben de korkmaya başladım. Yani iyi bir liseye gidiyormuşsun, bir tane sınava girmişsin onu da kazanmışsın yani, her şey normal giderken bu kadar korku neden?”.
Bu muhabbetimizden birkaç hafta önce, anacığımın başucu çekmecesinde bir mektuba rastlamıştım, 93 Mayısında, ablama yazmışım ama göndermemişim ama anamın eline nasıl geçmiş, tam bilmiyorum, karıştırırdı çekmecelerimi ondan herhalde.
Hiç gençlik mektuplarınızı okumayı denediniz mi? Ben benimkilere dayanamıyorum, bir iki satır en fazla, ayy iç kıyıcı bir melankoli, acı edebiyatı, drama. Bu mektup hele en boktanlarından, baştan sonra korku, kaygı, hınç ve nefretle dolu aman Tanrım ve son ikisinin hedefinde de babam. Bu mektubu ama sonuna kadar okudum çünkü, bir olayı anlatıyor, yıllar sonra “Acaba gerçekten yaşandı mı yoksa ben mi biraz uyduruyor ve abartıyorum” dediğim bir olayı.
Şimdi annemi koruma görevini ablam bana teslim etmişti hatırlarsanız gitmeden. O gittikten sonra bizim ev tam bir düdüklü tencere; babamın dolarla birlikte fırlayan siniri, babamın siniriyle birlikte fırlayan annemin bunalımı (o zaman depresyona bunalım denirdi), annemin omzumda ağlamalarıyla birlikte benim babama hıncım ve tabi bunların hepsinin üstüne ergenlik ve üniversite kaygıları vs, pişiyor da pişiyor.
Bizim düdüklü babamın annemi hırpalamaya kalkışmasıyla patlıyor bir akşam, ben de sahibini korumak isteyen Bulldog araya giriyorum, aslında taraf olmamam gereken bir kavgaya ve işte yapmamam gereken bir şeyler yapıyorum. Kırılmaz sandığım kalbini kırıyorum sonuç olarak ve babamı ilk kez o akşam ağlarken görüyorum. Çok garip bir şey babanızı ağlarken görmek ve iki kere daha görücem babamı böyle. Bu olaydan yaklaşık 8 sene sonra, bir cezaevi görüşünde ve son kez ise, 50 senelik eşinin yüzünü ona morgda gösterdiklerinde. Ama bunları da zamanı gelince anlatırım.
Mektubu okuyunca hatırladım, unutmuşum bu bölümü. Annem dedemlere taşınmaya karar vermiş İzmir’in öte tarafına, benim için buradakinden de kötü bir yer orası ama, dedem de (nur içinde yatsın) az deli değil tabi, yine de babamdan uzaklaşacağımız için mutluyum. “Sonunda kurtuluyoruz abla” yazmışım benim selefe. Taşınmıyoruz sonuç olarak çünkü annem babamsız yapabilen bir insan değil ve hep kızmıştım ona bu yüzden, bu zayıflığına. Şimdi artık öyle düşünmüyorum.
“Evren, abi, senin korkmana gerek yok, sizin ev hali huzurlu, sizin bebelerin “allaaah ben yapamıycam” diye kaygılanması için bir sebep yok sizde.” diyorum.
Böyle söyleyince, duyan da bir Müslüm Gürses, bir Bergen sanır beni, son derece sıradan bir aile aslında, baba sinirli, anne depresif, oğlanın başında kavak yelleri, eee? Bizim apartmandaki tüm evler böyle zaten, belki daha kötü.
Ama ergenken öyle gelmiyor ya biliyorsunuz, ergenken zoom-out edemiyorsun, dünyan küçücük, bu yüzden de içinde olan biten her şey çok dramatik (ki bu ilerleyen yaşlarda da devam edebiliyor).
Sonra bir de çok şey bekleniyor ve ama beklenti çok ama hiçbir gücün de yok, “Geleceğini belirleyecek yıllar”, gel gör ki sana seçim şansı yok, zaten verseler de kafan allak bullak.
Bu olaydan sonra, ben ve babam küsüyoruz, birkaç sene konuşmayacağız, aynı masada yemek bile yemeyeceğiz. Bu time-out ama sanırım iyi gelecek bize, ikimiz de bu arada kendi yakalarımızı bir araya getirmeye çalışacağız birbirimizi daha fazla kırmadan.
Bu akşam sayesinde biraz da, evle bağımı neredeyse tamamen koparacağım, “Babam ne der?” diye düşünmeden, yeni maceralara yelken açabileceğim.
Bodrum otobüsüne de bu sayede binebileceğim.