Romanımla Sana Bir Ses. S01E09. Would you like something to eat in a special place?
“Ne demek Bodrum’a gidiyorum? Bu da nereden çıktı şimdi Aşkın?” demişti ilk duyduğunda.
Ne zaman ciddileşse adımla hitap ederdi. Ben de başlamıştım ciddi ciddi anlatmaya: okul, üniversite insanı kategorikleştiriyor anne demiştim, tek tip insanlar yaratıyor, insanın bu hayatta özgürce kendini bulabilmesi için her türlü otoriteye (ki buna anne ve baba da dahildi) karşı çıkması gerektiğini, ancak böyle özgür bireyler olabileceğimizi falan feşmekan.
Özgürlüğün ilk şartı da finansal özgürlüktü. Zaten o da babamdan, finansal özgürlüğü yok diye boşanamıyor değil miydi? Belki ben yeterince para kazanırsam, boşanır ve kurtulurduk bu adamdan? İşte bu Bodrum’u da bu yönde bir adım olarak görmeliydi.
Annem ciddi olduğumu anlayınca sessizce ağlamaya başlamış, aşina olduğum ama bir türlü alışamadığım bir hal, Allah alıştırmasın, sonra da annelik kartını çıkartmıştı:
“Bu evi, otel gibi mi kullanacaksın yani? İstediğin zaman girip, istediğin zaman gidecek misin yani? Ben sana annelik yapmayacak mıyım yani bundan sonra?”.
Yanına oturup, kolumu omzuna dolamış ve teselli etmiştim:
“Anne bak, Tom Cruise’u düşün, yani gerçek hayattaki değil de, Kokteyl’deki Tom Cruise’u. Bak işte ben de onun gibi yırtıcam bak gör.”
Annemin kaşları önce ters köprü kurup sonra da çatılmıştı: “Tam da zevzeklik yapılacak zaman Aşkın!”
Zevzeklik falan değild,, gayet ciddiydim aslında. Bodrum’a gitme fikri, Ferhat’la Cocktail filmini seyrettikten sonra aklımıza gelmişti.
Cocktail adlı şaheseri bilmeyenler için anlatıyorum, film yakışıklı barmen abimiz (bkz. Byran Brown ve bizdeki karşılığı Ferhat) ile ondan bile yakışıklı yancısının (bkz. Tom Cruise, öhöm, ben), tatil beldelerinde çalışıp, zengin kadınları tavlaması ve mutlu-mesut bir hayat sürmesini anlatır (en azından biz öyle anladık). Film öyle çığır açan bir filmdir ki, Küçük Emrah dayanamamış ve Demet Akalın’ı yanına alıp bir yerli uyarlamasını yapmıştır.
Her ne kadar böyle bir başyapıttan etkilenmiş olsanız da, bir Lise 2 öğrencisi için, Mayıs ortasında, okullar ve dershaneler açıkken Bodrum’a gitmek pek akıl karı görünmeyebilir.
Ama bu şartlar altında yapabileceğimiz en hatta tek akıllıca hareket de buydu.
Lise 2’de ilk kez derslerden kalmaya başlamıştım. Tüm bu anlattıklarımdan sonra aslında ortada hayret edilecek bir durum yok, yine de gerçeği kendi gözlerinle görmek gibisi de. Karnede ilk kırığımı gördüğümde, içimde de bir şeyler kırılmıştı, “Evet” diye düşünmüştüm, “artık bu işin şakası kalmadı”.
Elimdeki kâğıt artık okuyarak baltaya sap olma ihtimalimin resmi olarak sona erdiğini bildirmekteydi. Belli ki verdiği diplomayla doğru düzgün bir iş bulabileceğim bir üniversiteye gidemeyecektim. Alternatif, baba parası yemekti ve her ne kadar biliyor olsam da paramızın olmadığını, yine de sürekli kendimizi etraftakilerle kıyaslardım. Başkalarına göre ne durumdayız, ne kadar fakiriz veya orta direk. Çok kötüysek kaygılanıcam, az kötüysek o kadar değil ve en büyük kıyasım arabalar: alt komşunun Opel Vectra’sı var, ama 89 model, bizi Lada Samara ama 93 model, aradaki fark olsa olsa şu kadar. Sonra bizim karavanımız var onu satsak oradan da şu kadar..Sonra miras payı hesaplamaya başlamıştım, bizimkilerden bana ne kadar kalacak ve ben onunla yaşayabilir miyim? Birisi Allah saklasın kafamın içini okusa, zannedecek üçüncü sayfa haberi olucaz, bizimkilerin odaya dalıp doğrayacam yakında.
Nereden bakarsam bakayım, yok, bizde para mara yok, güzel gelecek hayali de, o maç da buradan dönmez, yani kendimi kurtarmam için bir şeyler yapmak lazım.
Ferhat ve diğerleri de benzer hallerde ve o yüzden de kendimize bir kariyer planı yapmamız gerekiyor, okul servisi dolandırıcılığı veya süs köpeği çalmak hayat boyu yapılabilecek işler değildi. Ama ya barmenlik?
Biz de dünyaca meşhur tatil yörelerimize gidip Coktail’deki abiler gibi çalışabilirdik. Hem para kazanırdım, hem beleş içerdim hem de yaşı geçmiş (30’larında) bir Alman abla bulup, onunla Hamburg’a taşınırdım. Böylece evden kurtulur, Alman işsizlik maaşımı da bağlattım mı anamı da alırdım anıma, St. Pauli tribünlerinde sonsuza kadar mutlu yaşardım.
Eldeki limonlara göre fena plan değil ha.
Bodrum’a gelmeden iş ayarlamış da gelmiştik elbet, Ferhat’ın annesi birilerini tanıyordu, onlar da birilerini. Öyle gelip kapı kapı dolaşıp iş arayacak kadar salak değildik ne de olsa, ama işin ne olduğunu sormayacak kadar geri zekâlı. Şimdi düşünüyorum da, iyi ki de sormamışız ve de gitmişiz.
Otogardan inmiş ve Cevat Şakir Caddesi’nden aşağı, Marina’ya yürürken ve ahh o anı dün gibi hatırlıyorum, heyecandan ve korkudan midem ağzımda, bulduğumuz ilk moped kiralama dükkanından içeri dalıvermişti Ferhat. Nasıl yani, ne motoru?
Evet ben de böyle demiştim ama Ferhat kesinlikle dinlemiyor. Üç kuruşumuz var, motora nasıl veririz diyorum, Ferhat’ın umrunda değil “Yürüyecek halimiz yok herhâlde?” diyor. Sonra cebimdeki Birinci’yi alıp çöpe atıyor, “Beni Bodrum sosyetesine rezil mi edicen?” diyip, üstüne gülüyor bir de. Ferhat böyledir işte, ayranı yok içmeye, tahtırevanla gider sıçmaya. Ne halde olursa olsun, taviz vermez, düşkün görünmez o, gururu ve üstü başı, her şeyin önünde. Bana “Aşkta ve savaşta gurur yoktur” diyecek olan da. Çok sonra anlıycam bu lafın değerini.
O motora atlayıp, elimizdeki adrese gidiyoruz işe başlamak için. Bodrum’a inen yokuşu gerisin geriye çıktıkça, benim moral bozuluyor, ben sanıyordum merkezde bir barda, restoranda çalışıcaz. Motor durduğunda sonunda, Kızılağaç yolunda bir çamaşırhanenin önündeyiz, hayaller kırık, benim ayrıca ayak bileğimde koca bir egzos yarası.
Yani çamaşır yıkarken Hamburg’lu ablalarla tanışma şansım pek yok di mi?
Ferhat Ferhat olduğundan, onu o kapıdan sokmak zaten mümkün değil, koca Ferhat çamaşırcıda mı çalışacak, biz de kös kös Bodrum’a dönüyoruz, kapı kapı dolaşıp iş bakmaya.
Birkaç günün sonunda ve neredeyse tüm paramızı motor kirası ve yatak parası için harcadıktan sonra, Gümbet’te bir kapıdan “var ihtiyacımız” yanıtını alıyoruz. İhtiyaçları bir garson, ama bir gecelik de ‘barback’e ihtiyaçları var, o da ben oluyorum yani. Görevim bardaki elektrik kaçıran mini bulaşık makinesini ıslak ellerle doldurup boşaltmak ve elektrik çarpmasından ölmemeye çalışmak.
Ertesi gün Ferhat’ı Gümbet’te bırakıp, cebimde bir günlük yevmiye ve tutmayan el ve kollarla, Merkez’e dönüyorum, kapıları çalmaya devam. Cepteki o para, bir günlük yevmiyeden daha fazlası benim için. Birileri beni adam yerine koymuş, iş vermiş, sonra da karşılığında para. O kadar da zor diilmiş ha?
Orasını birazdan görücez.
Gümbet sonrası, bir şekilde, Atatürk Caddesi üzerinde (“Barlar Sokağı” denen Cumhuriyet Caddesi’nin bir üst caddesi yani), küçük bir otelin giriş katındaki restoranında iş buluyorum. Pozisyonumun tam olarak adı yok, ‘Yes, please’ci desem anlaşılır sanırım. Elimdeki menüyü sokaktan geçenlerin suratına dayayıp, onları restorana çekmek görevim.
Turistlere dil döküp bu ileride derecede vasat restorana girmelerine ikna etmek için baya bir yüzsüzlük ve eser miktarda İngilizce gerekiyor ve patronumun tahmininin tersine, bende ikisi de yok. İşi isterken sekiz kere falan B.A.L’lı olduğumu belirtmişim tabi, adam sular seller gibi İngilizce konuşuyorum sanıyor.
Elimde menüyle kapının önüne dikiliverdiğimde, ters göç başlamış bile, yerli-yabancı turist grupları şıpıdık şıpıdık, aheste aheste pansiyonlarına doğru ilerliyorlar; omuzlarda deniz havluları, çantalardan kafayı uzatan şnorkeller, hala bebelerin kolları şişme.
Birkaç saat sonra, yanıklarına yoğurt basılmış ve püfür püfür Sinkov, yeniden sokakları doldurduklarında bu çılgın aile tatildeler, ‘Yes, please, you can come inside’lar -o zamanlar bu cümlenin manidarlığını anlayamıyorum elbet- çınlatmaya başlamış sokağı, restoranlar doluyor teker teker, biri hariç...
Restoranın önüne dikildiğimden beri, ağzımı açıp tek kelime edememişim henüz. Boyna gülümsüyorum sağa sola, çişimi tutar bir suratla. “Konuşmuyor ama en azından güler yüzlü, gelin burada yemek yiyelim” derler belki diye umuyorum ama sükût altın değil buralarda pek.
Patronun gözler ensemde biliyorum, içeride kasa başında oturmuş, beni seyrediyorum hissediyorum. Arada çaktırmadan bakıyorum, her baktığımda elindeki kırmızı Malboro paketinin dönüş hızı artıyor, son baktığımda, yerinden kalkmış ve bana doğru yürümeye başlamış.
Hemen bir şeyler gevelemeliyim ama hiç çok stresliyken yabancı bir dil konuşmaya kalktınız mı? Hah işte üstüne bir de o dili doğru düzgün hiç bilmediğinizi düşünün. Patron yaklaştıkça, Ortaokuldaki seçmeli İngilizce dersleri gözümün önünden bir film şeridi gibi geçiyor, kara tahtayı hatırlamaya çalışıyorum:
‘Ought’ mu denir ‘Shall’ mı? (‘ought’ nedir hala bilmem), Shall’la Should’un farkı neydi? Mrs, Miss’in çoğul hali miydi?
Patronun nefesi ensemde hissettiğim an Bismillahımı çekip kendimi ilk geçen turist grubunun içine atıp inleyiveriyorum:
“WOULD YOU LIKE SOMETHING TO EAT IN A SPECIAL PLACE?”
Sokaktaki hiçbir restorana ilgi göstermeyen, bu soğuk, Nordikler önce ister istemez bir yerinden zıplıyor, intihar bombacısı olmadığımı anlayıp rahatladıklarında biri kahkahayı patlatıyor, ardından hepsinin asık ve kızarık suratı aydınlanmaya başlıyor. Bir tanesi yanağımdan makas almayı da ihmal etmiyor ve yan restorana girerken hala dönüp dönüp gülümsüyorlar bana.
Böylelikle, personel yemeğimi dahi yiyemeden ve işe girişimden 10 saat geçmeden, kovuluyorum. Daha sonra kırmayı başarabileceğim bir rekor.
Bodrum maceram, bu noktadan itibaren gittikçe flulaşıyor.
İşten atılmamın sonrası biraz daha net, barlar sokağına girip, iş bakmaya başladığım bölümü. Sonuçta, “Eylül’de görüşürüz”, “Hedef Hamburg” diye evden çıkmışken, bu kadar kısa zamanda dönemem, mümkün değil. Eve, hele babama kanıtlayacaklarım var, muzaffer dönmem lazım, muhteşem olması lazım dönüşümün.
Hangi restorana, bara kafamı uzatsam velakin “Yok canım başka kapıya” diyorlar en iyi ihtimal, çingeneler gibi kışkışlıyorlar beni. Mekanlar kapanmadan, patronlar gitmeden, birisinin bana iş vermesini sağlamam lazım. Yoksa sokaktayım bu gece ve ödüm kopuyor sokakta kalmaktan.
Gece yarısına doğru Eski Kilise meydanında oturmuşum, çenem ellerimde. Kafamı kaldırınca, tam karşımda bir bar (şu anda Bodrum Belediyesi’nin sergi salonu kendisi). Barın önündeki masaların birine patron oturmuş, elleriyle garsonlara sürekli bir şeyler anlatıyor.
Dakikalarca, boş gözlerle o bara bakıyorum, sonra kafamın içinde bir ses, “Burası” diyor, “burası son şansın, burası olacak”. Sokakta kalma, kurda kuşa yem olma korkusundan büyük ihtimalle, hayatımda hiç kullanmadığım bir kara büyüyü denemeye karar veriyorum ben de, aileden yadigar bir süper gücü:
Gözlerimi patronun gözlerine kilitleyip ve beklemeye başlıyorum.
Çocukken bir yaz günü, minik dedem dünyada çok az insanın bildiği bir sır paylaşmıştı benimle. Yanına oturtmuştu beni önce ve işaret parmağıyla iki kaşının arasını göstermiş, sonra da “Bir adamı boyunduruğun altına almak, ona istediğin her şeyi yaptırabilmek istiyorsan, tam buraya yeterince bakman yeterli” demişti.
“Bak böyle, dimdik, gözlerini kırpmadan bakacaksın. Bir müddet sonra o adam senin boyunduruğuna girer. Ne dersen yapar, git bana su getir de getirir, git şuradan at kendini de, atar.”.
Biraz tırsmıştım ama acayip de sevinmiştim ve hemen mahalleli üzerinde denemiştim bu yeni gücümü. İşe yaramamıştı gerçi, birkaç gün sonra kimseye bıcı-bıcı veya Frigo aldıramayınca, unutup gitmiştim ben de. Seneler sonra, Adana’dan sonra, Bodrum’a nasipmiş ikinci kullanmam.
Olduğum mesafeden, adamın kaşlarının arasını denk getirmem bakışlarımı kolay iş değil zor. Gözü mütemadiyen önünden akan, tek parça, slim-fit turist elbiselerinde. O ablalardan biri tam önümden geçince, bakışlarımız kilitleniyor ve bir süre öylece bakışıyoruz. Dimdik bakıyorum bakabildiğim ölçüde ve sonra büyünün tuttuğuna karar karar kılıp, yavaş yavaş üstüne doğru yürümeye başlıyorum, gözlerimi bir an bile kırpmadan.
Masanın önüne gelip durduğumda kafasını hafifçe kaldırmış, bana bakıyor, masadaki eli, Parliament pakedini döndürüp duruyor hala. İlk komutum “Bana iş ver” olacak, yani pek bir köle-sahip ilişkisi denemez tabi bu anlamda ama olsun. Tam buyruğumu buyurmak için ağzımı açıyorum ki, patron atılıyor:
“Lan oğlum sen ne ayaksın lan, ne bakıyosun bir saattir dana gibi”.
“Bana iş ver...ir misiniz? Acaba, bana iş verecek işiniz var mı acaba? Bornova Anadolu Lisesi Lise 2’yi bitirdim, daha önce çalıştım da barlarda buralarda.”.
Bunları duyunca patronun yüzü yumuşuyor, kaşları yuvalarına dönüyor. Herhâlde “Ben sizin oğlunuzum” dememden korkuyordu o ana kadar veya belimdeki silahı çıkartıp “bu babam için” diyerek saydırmamı.
“Tövbe estağfurullah” diyip ağzına bir Parliament atıyor ve bakıyor gitmemişim soruyor:
“İngilizce iyi biliyon yani?”.
“Bornova Anadolu Liseliyim”.
Sigarasını söndürürken yanını işaret ediyor, otuyorum ve otururken tekrarlıyorum lisemi. Garsonlardan biri yanından geçerken kolundan yakalayıp “Oğlum bir kağıt kalem ver bakıyım” diyor, “şu elemanı bir etüd edelim bakalım”. “Ee şey” diyorum “ben B.A.L’lıyım”….
Yemiyor bizimki, garson adisyonu ve tükenmez kalemi masaya bırakıyor, patron da bunları benim önüme uzatıp, “Bir paragrafla kendini anlat bakalım” diyor, “İngilizce”, ilk Tinder profilim denemem.
“Hi, my name is Aşkın, I’m 17 years old. I am from İzmir. My father is a agriculture engineer, and yours? Would you like something to drink in a special place?” yazmaya karar veriyorum yani bildiğim tüm İngilizce kelimeleri bir cümle içinde.
Ama yazamıyorum, tükenmez kalem tükenmiş. Patron, hafif sinire kesmiş halde bir başka garson çağırıyor ve Allah veya yeni vefat etmiş dedem işte yukarıdan bakıyor herhâlde, o kalem de bitik. İçeriden daha yaşlıca bir garson çağırıyor ve bu sanırım şefleri.
Patron başlıyor söylenmeye: Nasıl olurdu da tüm kalemler bitik olurdu? Bunlar siparişleri yazmıyor muydu? Yok efendim öyle diildi, yemek siparişlerini tabi kalemle alıyorlardı ama içkide gerek duymuyorlardı falan filan. Patron, bir süre daha şef garsonu haşladıktan sonra, elinin tersiyle işinin başına gönderiyor. Dikkati masaya dönünce, beni görüp bir an için şaşırıyor, unutmuş bile belli ki:
“Hadi tamam, sen de git, yarın gel başla”.
Ahh o anı anlatamam size. Herhâlde hayatında bir insan komiliğe ancak bu kadar sevinir ve bundan yaklaşık bir 10 sene sonra, dünyanın öbür ucunda, yine bir komilik işine yine aşırı sevinicem. Ama bunun yeri ayrı, hem işim var hem de evet, kalacak yer de veriyorlar. Hem sonra bir başlayayım, garson da olabilirdim. Allaaaaaaaaah, dımtıs, dımtıs!
Heidi gibi, seke seke, etrafa gülücükler saça saça, Hard Rock Cafe’ye yollanıyorum, Woodstock öncesi son durağıma yani.
Liseden ama doğma büyüme Bodrumlu bir arkadaşım bana Bodrum Kalesi’nin arkasındaki dalgakırandan bahsetmiş, şimdi oraya giremiyorsunuz, Kos feribotları kalkıyor. “Orası parasız turist, şair, hippi, öğrenciyle falan doludur hep” demiş, “Woodstock gibi olur, kalacak yerin olmayınca git yat orada, eğlenirsin hatta üstüne”. Benim de aklımın bir kenarında, en kötü ihtimal olarak Woodstock var işte, en kötü diyorum giderim yatarım orada.
Sokakta yatmamışım hiç ama yatabileceksem de o da bu gece. İki gündür neredeyse hiç uyumamışım, nicedir Topkek dışında mideme doğru düzgün bir şey de girmemiş. Bir de Hard Rock Cafe’nin tanıdık barmeninden iki beleş Arjantin bira yuvarlayınca, tamamım. Üstüne de 3-4 Birinci…
İşte şimdi hepten flu bölümlere geliyoruz.
Hard Rock Cafe’de mesela “Hadi patron görmeden çabuk” komutuyla önüme konan iki dev Arjantin’i hatırlıyorum ve kendimden utana utana Birinci içtiğimi. Utanıyorum çünkü, İzmir’in kolejlerinden birinden, zengin züppesi bir grup lise öğrencisi de orada, bayram tatiline gelmişler. Ayaklarında orijinal Timberland’ler, Kızlı erkekli eğleniyorlar, pek mutlular, seneye Bilkent büyük ihtimalle. Süper sinir oluyorum kendilerine, Sex on the Beachlerini fondip yapmak zorunda kalmamalarına ve ama biliyor musun, bok yesinler, ben Hamburg’da Punk-Rock grubumu kurucam siz Ankara’da sürünürken!
Hard Rock Cafe’den sonrası, işte sevgili okuyucu, bundan sonrası biraz değil oldukça flu:
Woodstock’a girişimi hatırlıyorum, dalgakırana yani, iyi hatırlıyorum çünkü küçük bir şokla bir an aylılıyorum: ne hippi var, ne öğrenci. Ellerinde şarap şişeleriyle, ateş yaktıkları bidonun etrafına toplanmış bir grup dışında bir Allahın kulu yok. Herhangi bir zamanda, hele bu saatte bu tipleri görsem kaldırım değiştiririm ama burada kaldırım yok, dev, beton basamaklar var ve ben de çok yorgunum, başka bir yerde kıvrılıp yatmayı göze alamıyorum.
Dalgakıranın en ucuna, deniz tarafına gidip kendimi betonun üstüne atıyorum. Woodstock yerine Tenekeli Mahalle çıkmış bahtıma ama, zaten 5-6 saat uyuyacam alt tarafı ve uyku da hızlıca gelmekte ve esen meltemle birlikte girişteki ekibin muhabbeti de.
Onları böyle uzaktan dinlerken, ‘A Mid-Summer Night’s Dream’ geliyor aklıma. Tahmin edersiniz ki Shakepeare’den anlamam, bu oyunu da ismen biliyorum, ablam lisedeyken temsilinde oynadı diye. Bu da benim Orta Yaz Rüyam diye düşünüyorum.
Gerçi henüz yaz bile gelmemiş ama rüya gibi bir yaz olacak, biliyorum. Baksana, sonunda kendi kendime bir şeyler becerebilmişim bu hayatta. Buralara kadar gelmiş, ayakta kalmayı becermişim, hatta şimdi sokakta bile yatabiliyorum, en korktuğum şeyi yapıyorum ve hiç de dünyanın sonu gibi değil. Sokakta yatmak bu kadar kolaysa, ehh bundan sonra işim daha kolay. Düşünsenize, parasız kalıp sokakta yatmaya alışırsam, ehh en büyük harcama kalemlerimden biri gidiyor. Sırtım yere gelmez!
Kafamın altında çantam, betonun üzerine kıvrılmış, içim geçmeye başlamış, ayı seyrederken, gözlerim her seferinde daha da ağırlaşıyor, meltemse kaldığı yerden devam ediyor, bana doğru şu kelimeleri taşıyor:
“Yumurta gibi çocuk ha!”.
O sersemliğe rağmen, o yumurtanın ben olduğumu anlamam pek uzun sürmüyor. Köseliğim, bir kutu Ondüla ile geriye yapıştırdığım saçlarım ve kıçıma yapışan buz mavisi Loft’umla pek bir yumurta görünmüş olmam mümkün bu abilere. Bu yorumun üstüne gelen onaylamara bakılırsa, yumurta-sever adamlar aynı zamanda.
Ben tabi taş kesiliyorum, soluk bile almıyorum ama ekibin sesi de kesiliyor, çıt çıkmıyor bir süre dalgakıranda. Yumurta avına mı çıktılar yoksa?
Kafamı kaldırıp ne yapıyorlar diye bakmaya cesaretim yok. Hem beni uyuyor sanmaları daha iyi, gerçekten yumurtamı kırmak istiyorlarsa, onlar bana doğru gelirken son anda onları gafil avlar, bir anda fırlayıp, Bodrum Kalesi’ne doğru koşabilir, namusu kurtarabilirim. Tek çıkışım o taraf çünkü, benim olduğum yerin devamı Kos.
Böyle kılımı kıpırdatmadan, kalbim ağzımda, kafam çantamda, yan yatmış mehtabı seyrederken ve içimden bana burayı öneren arkadaşıma söverken, günlerin köpüğü, yorgunluğu, açlık, sarhoşluk, yumurta kaybı korkusuna üstün geliyor ve sızıveriyorum..
Uyandığımda ne kadar vakit geçmiş, hiç hatırlamıyorum, tan yeri ağarmak üzere gibi. Başım, omzum her yerim ağrıyor onu hatırlıyorum ve hafızam geceden fotoğraflar paylaşmaya başlayınca da aynı anda başlayan paniği. Hemen kalkıp yumurta-severlere eküriye bakıyorum, ama yoklar, gitmişler.
Önce bir rahatlama, sonra panik kaldığı yerden devam:
“Acaba ben uyurken yumurtayı kırdılar mı?”
Şimdi, her aklı başında okur gibi, şunu diyeceksiniz: Ne kadar derin uyumuş olabilirsin arkadaşım?
Haklısınız sevgili okur, uyanırım ama, işte, uyandığımda, kafam, aklım başımda değil, doğru düzgün düşünemiyorum. Yani düşünüyorum da şöyle şeyler düşünüyorum mesela:
“Kemeri kontrol edeyim, oradan anlarım.”
Bakıyorum, kemerin dili, her zamanki delikte. Kısa bir rahatlama, sonra, ya kemeri çözmeden önce baktılarsa, hangi delikte, sonra kapatırken oraya geri taktılarsa?
Bir grup Tenekeli Mahalleli’yle Bodrum Kalesi dalgakıranında karşılaşmam, yumurta-sevici çıkmaları yeterli değil, bir de adamlar detaycı ve özenli çıkacaklar, kemer deliğimle uğraşacaklar. Ama diyorum ya kafa gidik, terör devam ediyor.
En sonunda, aklım başıma geliyor, mantıklı düşünmeye başlıyorum. Yumurtam kırılmış olsa diyorum, herhâlde bir acırdı di mi? E o zaman diyorum, bir kalk, bir yürü, bak bakayım acı var mı?
Ayağa kalkıyorum ve birkaç adımdan sonra ohhh be şükür. Acı yok, acı yok, Allahım sana şükürler olsun acı yok, demek ki yumurta sağlam, demek ki anama sözüm hala geçerli.
Mehtaba dönüp, bir iki histerik kahkaha attığımı hatırlıyorum, yerimde sevinçten zıpladığımı da. Sonra aşağıdan, dalgakıranın aşağıdaki basamaklarından, bir ses duyuyorum “Bilader” diyor, bir şeyler diyorlar, veya bana öyle geliyor, bilmiyorum.
“Allahım hala burada yumurtacılar” diyip koşmaya başlıyorum, koşuyorum, koşuyorum. Arkadan hala bilader geliyor mu, valla tam duymuyorum, hatırlamıyorum da zaten, sadece koştuğumu hatırlıyorum, ta Bodrum Garajı’na kadar.
Orada soluk soluğa bir banka yatıyorum ve birkaç saat orada sızıyorum, burada kimse yumurta kıramaz çünkü kolay kolay. Uyanınca önce Pamukkale Turizm, öğlen de İzmir.
Bodrum’a o yaz bir kez daha gidiyorum, sonra Lise 3’ün yazında bir kez daha. Son seferimde Beyaz Ev’de işe girmeyi beceriyorum. Yeni yetme Teoman’ın, Yavuz Çetin’in çaldığı Beyaz Ev’de, şu işe bak di mi? Ha bu arada, bu üç gidişin toplamında bir hafta bile kalamıyorum Bodrum’da, bırakın finansal özgürlüğü, anamla kendi evimi tutmayı, Hamburg’da punk-rock grubu kurmayı, dönüşlerde İzmir’e otobüs biletimi bile zar zor var cebimde.
O günlerden ama bir anı, bir kareyi çok iyi hatırlıyorum. Sonra olacaklara da biraz o karenin yol açtığını düşünüyorum şimdi geriye dönüp baktığımda:
10 saat süren “Yes, pleasecilik” kariyerim sırasında, bizim okuldan, bizim dönemden bir kızla karşılaşmıştım. Bizim okulun “doğru yol”dan şaşmamışlarından. Fen-Mat’lardan, Teşekkür’ü eksik olmayan, normal bir kız, benim henüz birkaç sene önceki halim yani. Ailesiyle denizden dönerken beni gördüğü anı hatırlıyorum: “Ne yapıyorsun burada?” diyor suratı, “Ne alaka?”.
Aynı şeyi ben de düşünüyorum, ne yapıyorum ben burada ha? Bu şekilde hayatta kalmak, böyle barlarda, restoranlarda çalışmak da, farklı bir sertlik, farklı bir özgüven gerektiriyor ve bende bunun zerresinin olmadığını anlıyorum bu Bodrum seferleri sonrası. Bu, üniversiteye gidememek kadar acı geliyor bana, bunu öğrenmek.
Bu da olmadı, babada para yok, bende iyi üniversiteye gidecek kafa da. Ne olacak benim halim ha?
Minnet Notları I.
Ferhat’a.
Ferhat’ı sevmek kolay iş değildi. Sürekli beni iter, kakar ama bir yandan da benimle takılmak ister. Okulun en karizmatik, en serseri tipleriyle arkadaşken, benle niye takıldığını bir türlü anlayamazdım. Bende ne para vardı ne etrafımda güzel kızlar, ne araba, ne boy. Niye bilmiyorum ama bir şekilde arkadaştık, dosttuk ve o günlerde, bu arkadaşlığın tüm hayatıma etkisinden habersizdim, çok erken öleceğinden de.
Bir noktada koptuk elbet ve biz koptuktan sonra, o bizim Cocktail rüyamızı gerçekleştirdi, Marmaris’te çalıştığı otelin barında tanıştığı bir ablayla evlenip, kapağı yurt dışına attı, Norveç’e. Ölüm haberi de oradan geldi zaten.
Haberi aldığımda, garip hissetmiştim, şaşkınlık kesin ve belki, biraz, söylemekten utanıyorum ama bir “Ohh olsun” sanırım. Ne korkunç di mi? Demek hala içimde ona karşı bir haset, hınç varmış.
Bu ölümle hala yüzleşemedim sanırım, nasıl yüzleşeceğimi de tam bilmiyorum…
Ama şunu biliyorum ki, artık bir hıncım yok Ferhat’ım sana karşı, müteşekkirim hatta. O günleri bir nebze daha çekilir kıldığın için sonsuz teşekkürler. Benimle dost olduğun, beni adam yerine konacak biri gibi hissettirdiğin için de. İyi ki kafamı bin bir türlü “saçma sapan” fikirle doldurdun. O fikirler, şimdi görüyorum da, hiç de saçma sapan değilmiş.
Hayatın boyunca, kendini dünyaya kanıtlamaya çalıştığını biliyorum, dolayısıyla, neler çektiğini de. Ben de aynından çok çektim be güzel kardeşim, görüyorsundur zaten oradan. Artık biliyorum ki huzuru buldun, kaygıların sona erdi, kafanın arkasındaki sesler susuverdi. Benimkiler de sonunda sustu güzel kardeşim.
Biliyorsun arada rüyalarda buluşuyoruz ve artık ne zaman bilmiyorum ama, o tarafta da buluşucaz, onu biliyorum.
Kakılmış Kardeşin Aşkın.