Romanımla Sana Bir Ses. S01E10. Mahalle yanıyor, benim elde fırça
Bodrum dönüşü, yaz başladı, 94 yazı yani ve bu yazı da bir önceki ve sonraki yazlar gibi geçirecektim. Bol bol müzik dinleyerek mesela ve dinlediklerim şunlar, hani biraz fikir verirler ruh halim hakkında diye:
Portishead, Massive Attack, Fahir Atakoğlu, Grup Yorum, Slayer, Zülfü Livaneli, Haluk Levent, Grup Kızılırmak, Yeni Türkü, Sertap Erener, Tarkan, Red Hot Chilli Peppers, Nirvana, Yıldız Tilbe (Delikanlım), Ezginin Günlüğü, Greenday, Ali Asker, Faith No More (illa ki Easy).
Sonra bit pazarı için araba kaportalarından amblem sökerek, Camel paketleri toplayarak (bot, çanta ve mont hediye ediyordu şirket saolsun), bira ve dondurma çalarak, bol bol eşli King oynayarak, sarhoş olup telefon kulübelerine işeyerek geçecek bu yaz da.
Sonra elbet aşığım yine, ve yine zengin kız-fakir erkek teması. Sevdiceğimle önce Bodrum sonra yaz bizi ayırmış. Ve tahmin edin sevdiceğim yazın nerede? Evet Çeşme tabi ki ve yine Boyalık Plajı.
Temmuz gibiydi sanırım, hasrete dayanamayıp, manitamın peşinden yine Çeşme’ye ve bu kez ama otostopla. Bütçe aşırı kısıtlı, otobüs parası bile değerli. Yalnız diilim yine, Caner var yanımda, Sarı Selin için çadır kurmaya gittiğimde de vardı bu kez de var çünkü onun manitasının yazlığı da Boyalık’ta. Aynı yazlıkta manitalarımız olması ve metal müziğe düşkünlüğümüz dışında aslında ortak noktamız, neredeyse yok, dışarıdan ve karnelere bakınca en azından. O bir Fen-Mat dâhisi mesela, zaten tereyağından kıl çeker gibi ODTÜ’nün yolunu tutacak bir sene sonra ve aynı zamanda mutlu azınlığa mensup: Metallica İnönü Stadyumu Konseri’ne gidebildi ve kendisini hala aşırı kıskanıyorum. Caner ’i zaten hep çok sever, yanında çok rahat hissederdim ve hele bu yolculukta yanımda birisinin olması, hele bunun Caner olmasına çok ama çok sevinicem günün sonunda...
Çeşme’ye bir kireç kamyonetinde varmıştık, Caner şoför yanında, ben kasada, güneş altında. Ilıca Otel’in önünde iner inmez kamyonetten, Caner koşa zıplaya manitasının yanına ışınlanmış, bense benimkini bekliyorum.
Bu buluşma ne kadar önemli biliyor musunuz? Hani gözden ırak olan gönülden de ırak olurmuş diyorlar, şarkılarda da geçiyor bu, ben ne zaman duysam duymamazlıktan gelmeye çalışıyorum. Tamam o da beni pek çok seviyor biliyorum da içim de içimi yiyor, bu kadar zaman bu kadar insan, en çok korktuğum da zengin züppeleri, hele Tipo XL’i olanlar. Bunların arabaya birkaç kez binince, “Ben ne yapıyorum Aşkınla” demiş olmasın?
Gelmeden para biriktirmişim, iki paket uzun Marlboro Lights’ım var mesela cebimde, en sevdiği. Sonra mahallenin marketinin ergen oğlundan biraz “borç” almışım, babası yokken kasayı açtırmışım, Gundi’den Zippo’sunu bile ödünç almışım. Sıcağı ve jöleyi ama hiç hesaba katmamışım.
Sonunda sevdiceğim dönüyor köşeyi yüzünde hayalet görmüş gibi bir ifadeyle birlikte. O güneşin kafamdaki yarım kilo Ondüla’yı eritmiş, yani haberdarım konudan ama konunu vehametini suratını görene kadar anlamıyorum. Eriyen jöleyle birlikte kamyonetin kireci de yapışmış ağzıma burnuma, beyazlar içindeyim.
Sevdiceğim plaj yerine, beni bir bilardocuya sokuyor, bir elimi yüzümü yıkıyorum, kendime geliyorum, sonra da bilardo oynamaya başlıyoruz. Bilardoya o zamanlar pek düşkünüm, Ferhat mesela acayip iyi üç bant oynuyor, baya harçlığını çıkartıyor, ben de özeniyorum ya ona, çok para kaybediyorum bilardo salonlarında. Çeşme’yi düşlerken ama Amerikan oynamak hiç yoktu planlarda, sahilde ne bileyim iki öpüşürüz, biraz sarılırız, denize gireriz, arkadaşlarıyla tanışırım? Bunların hiçbiri olmuyor, başka şeyler oluyor. Ben siyah sekize geldiğimde, çıkartıyor sonunda baklayı, bu yaz başkasıyla çıktığını…
Ben tam olarak dediğinin ne anlama geldiğini kavrayamadan, o devam ediyor: Pişmanmış, beni hala çok seviyormuş, kafası da karışıkmış, sonra biliyormuş hataymış ama bilmiyormuş da...
Her cümle başlangıcı beni umutlandırıp, cümle sonuna gelince yine kafam karışıyor. Kızayım mı söveyim mi ağlayayım mı bilemiyorum? İşte insanlar böyle deliriyor arkadaşlar.
Bilardocudan çıktığımda, tek şey biliyorum: O arkadaşlarının yanına dönecek ve o eleman da o ortamda olacak. Bir an için onu onun yanında düşünmesi bile beni delirtiyor, öyle bikinisiyle. Sonra ya başlarım böyle aşka diyorum, hemen onunla ayrılırsak eğer çıkarım diye düşündüğüm kızları düşünmeye başlıyorum. Sonra yine deliriyorum. Böyle git-geller işte ve o gün başka git geller de olacak.
Biz hala beraber miyiz, ben hala olmak ister miyim, kalbim mi kırık gururum mu (‘Aşkta ve savaşta gurur yoktur’), emin olamıyorum. Sanırım, benden utanıp, kimse görmesin diye bilardocuya sokmasına en çok bozulmuşum. Belki de cidden bilardo oynamak istedi, belki rahat rahat benle konuşabilmek, ne biliyorum di mi? Ama ergensin işte, her şey drama…
Şimdi bir de Caner ’la doyurmamız gereken karınlar ve geçirmemiz gereken bir gece var. Altınyunus Otel’in kapıda buluşuyoruz kararlaştırdığımız saatte, o bokunda boncuk bulmuş gibi sırıtıyor, belli manitasıyla iyi geçmiş buluşma. Caner hep sırıtır zaten ve bu ilginç, en boktan zamanımda bile sinir etmez bu.
Bütçe kısıtlı ve sadece demirbaşlara para harcayabiliriz: 4 şişe Evin Şarabı, iki ekmek, bir kalıp peynir alıyoruz. Bu geceki yuvamız, Altınyunus Otel’in önündeki kayalıkların arasında, ufacık, avuç içi kadar bir kumluk.
Altımızda uyku tulumlarımız, uzanmış yıldızları seyrettiğimizi çok iyi hatırlıyorum. Caner bilardocuda olanları sabırla dinlemiş dinlemiş, sonunda: “Şu baktığımız yıldızlar var ya” demiş, “onlar ölü yıldızlar biliyor musun? O kadar uzaktalar ki, ışıkları gelene kadar buraya ölmüş oluyorlar…”.
Şimdi bu ne perhiz ne lahana turşusu di mi? Ben ne diyom sen ne diyon ama, ama hiç unutmuyorum Caner ’ın bu dediklerini. Kafamı g*tümden, ergen dramalarımdan çıkartıyor dedikleri. Kainatı, yıldızları düşünmeye başlıyorum, vay anasını diyorum. Sonra bir noktada sızıyoruz, sabaha karşı uyku tulumlarımızla birlikte denizin içinde uyanacağız, dertler derya olmuş, bense bir ergen. Kâinatı çözmüş Caner Bey ama, gel-giti hesaplayamamış.
Bu yaz da bir şekilde bitiyor, Boyalık Plajı Laneti II’nin acısı da. Böylece son raunda geliyoruz, Lise 3 başlıyor, final bölümü canavarı. Bir sene önce Edebiyat sınıfına geçerek bindiğim alamet, kıyamete doğru son sürat devam etmiş tüm sene.
Lise sonun ilk dönemi bittiğinde, o kadar çok dersten kalmayı garantilemiştim ki, Haziran gelip de okullar kapandığında mezun olmak için yeterli krediyi toplayamayacağım kesinleşmişti. (“Kredi de ne?” diye sormanız normal, Cumhuriyet tarihi boyunca sadece 94 ve 95 yıllarında lise okuyanlar tattı bu “Kredili Sistemi” çünkü.)
Eski Fen-Mat’tan sınıfımdan arkadaşlarım, 7 senenin 5.5 senesini beraber okuduklarım yani, hatta onları da bırak, Edebiyat sınıfı hariç neredeyse diğer tüm Lise sonlar, yeterli krediyi toplayıp, 5. dönemde, mezun olmuş. Hepsi 6. dönemi evde ÖSS/ÖYS’ye hazırlanarak geçiriyor. Benimse böyle dertlerim yok, dershaneyi zaten sömestr gelmeden bırakmışım, böylece üniversiteyi de tamamen şansa.
Ama bırakın yüksek öğrenimi, liseden mezun olamamak gittikçe büyüyen bir risk ve tek ümidim, etrafta şimdiden dedikodusu çıkan yaz okulu, çünkü bizim gibi çok insan var, diğer liselerde en azından.
Evde de durumlar aynı, pek iç açıcı sayılmaz, hele ki 05 Nisan Kararları sonrası, yani dolar bir gecede 8000 TL’den 42000 TL’ye fırlayınca...
Sabahın köründe işe gidiyor, o tarla senin bu tarla benim güneşin altında çalışıyor, akşamın bir yarısı geliyor, yüzlerce km direksiyon sallamış (ve Lada Samara direksiyonu yani). Eve gelen o değil bir sinir küpü, anam zaten full depreş mod, bende ise işte kavak yelleri esiyor püfür püfür. Evde herkes kendi bokunda boğulmakla meşgul yani ve en iyisi ortalarda pek görünmemek, eve mümkün mertebe gelmemek. Ben de öyle yapıyorum ve böylece bizimkiler bindiğim trenin farkında değil pek fark etmiyor, pederle zaten küsüz.
Mezuniyete (mezun olamamama rağmen katılıp mezunmuş gibi sarhoş olup kep atacağım mezuniyete) bir ay kala, dertlerim genelde böyle.
Ha ama, bunların üstüne, daha can alıcı bir derdim daha var. Benim yaşlardaysanız ve Hollanda’da liseye gitmediyseniz, sizin de o zamanlar dert ettiğiniz bir konu büyük ihtimal. Çok varoluşsal, çok esaslı bir dert:
Ben ne zaman bir sevişeceğim?
1995’in Mayıs’ında bir sabah Hakan ve Soner’le sırtımızda asker çantaları, ayağımızda asker postalları, otostopa başlıyoruz. Çıkacağım bir sürü otostop tatilinin ilki.
Planımız önümüzdeki 9 günlük bayram tatili boyunca uğrayabildiğimiz kadar tatil beldesine uğramak. Okul bitmeden önceki son tatili böyle değerlendircez, gezerek ve mümkünse beni bu büyük derdimden kurtararak. İlk hedefimiz Urla, Hakan’ın dedesinin yazlığı, sonra devam edeceğiz.
Soner, lisedeki en eski ve ilk kankam, 1988’in Eylül’ünde, BAL’ın ilk gününde, İstiklal Marşı sırasında tanışmış ve o zamandan beri ayrılmamışız. Biraz Edi ve Büdü gibiyiz. Her şeyimiz biraz tezat: Ben bir siyah zeytin renginde ve boyunda, Soner ince ve uzun boylu, yemyeşil gözleri ve Bruce Willis gülümsemesiyle pek bir gönülçelen. Daha Hazırlık’ta sakalları çıkmaya başlamış, ben traş olana kadar binyılı deviricez.
Hakan da neredeyse Soner kadar uzun. Yüzünün ortasındaki koca burun bende olsa sırıtır ama ona bir şekilde yakışıyor. Gerçi Hakan’a her şey yakışıyor. Okuldaki herkesten daha cool, çünkü öncelikle İstanbul’da büyümüş, ana baba ayrılınca buraya Lise 1’de taşınıyor. İstanbul’da kalan babası uzun saçlı bir reklamcı, pek bizimkilere benzemiyor.
Ama Hakan bu paha biçilmez coolluğunu, okulda pek nakde çevirememiş veya çevirmek istememiş veya çevirmiş ama biz bilmiyoruz belki, bilemiyorum. Çünkü pek anlatmazdı, hatta hemen hiç konuşmazdı. Bazen yanımızda olduğunu bile unutabilirdiniz burnu olmasa. Senden veya dönen muhabbetten hoşlanıp hoşlanmadığını anlamanız da zaten mümkün değildi. “Hoşlanmasa yanımızda takılmazdı herhâlde” diyip geçmek dışında bir şansınız yoktu. Konuşmasa da hareketlerinden bir şekilde parası olduğunu, ayrıca birden çok kez seks yapmış olduğunu ve bu iki konuda da hayatı boyunca sorun yaşamayacağını anlıyordunuz. Bundan başka ne istersin ki zaten hayatta ha?
Bu üç benzemez, 95 Mayıs’ında, dokuz gün boyunca, Urla, Çeşmealtı, Mordoğan, Kaynarpınar (bilmemeniz normal), Gümüldür ve en son da Kuşadası’na uzanan bir yolculuğa çıktık.
İlginç araçlara bindik. Mesela Urla’ya, kurbanlık koyun taşıyan bir kamyonetin kasasında gittik, Gümüldür’den Kuşadası’na, özel yapım bir Murat 124’te.
124’ün sahibi, kolluk bölümüne rakı ve su bardağını koyabileceği bir bölme yaptırmış, peynir ve salatalık tabağı vitesin yanında, demlene demlene, tıkır tıkır gidiyor ve bir yandan da evden kaçan oğlunu arıyor. Ben de kırmıyorum tabi, iki duble içiyorum ve Müslüm şarkılarına da bildiğim kadar eşlik ediyorum.
İki gece üst üste aynı yerde kalmadık pek ve genelde ne üstümüzde bir çatı ne de altımızda bir yatak. Bir gece izinsiz girdiğimiz bir balıkçı teknesinde, bir gece mezarlıkta, birkaç gece ancak sular çekilince ulaşılabilen bir sahil mağarasında ve birkaç gece arabada.
Böylece Kuşadası’na kadar geldik, burası son durağımız ve benim de son umudum.
Tatilin son gününde, 18 yaşıma giriyorum. Seyahatimizin ana konusu, misyonumuz da ne yapıp ne edip beni bu önemli dönemece bakir sokmamak. Seks konusunda deneyimli tatil badilerim, bana söz vermişler, ne yapacaklar ne edecekler, beni bu utançtan kurtaracaklar. Ana konumuz buydu, her ne kadar şakayla karışık konuşulsa da, belki hani olur ya, belki cidden hani olur ya, bir şeyler olur da, ben de bir üst lige çıkarım diye çaktırmadan umutlanıyorum.
Kuşadası işte bu yüzden önemli, bu kez hem yataklarımız var, bizim karavanda kalıcaz ve oradan da Ada’nın gece hayatına akıcaz. Meşhur Ada barları ve Ada barlarının meşhur İngiliz kızları.
Karavan Turyat denen bir kampingde, Kuşadası’nın dışında, o yüzden sabaha kadar Kuşadası barlarında eğlenip sabah olunca da kızlarla birlikte ilk minibüsle karavana dönücez, plan bu.
Minbüsten inip, barlar sokağına giriyoruz, barlar Bob Marley, Glasgow Rangers ve Bayern München posterli, black-lightlı. Sandalye üzerine çıkmış mini şortlu, koca baldırlı İngiliz kızlar şarkılar söylüyorlar, tekila shotlar, biralar, Sex on the Beach illa ki ve havada Gangsta’s Paradise, Zombie, Friday I’m in Love birbirine karışıyor.
İlk bara üçümüz birden, ikincisine ikiye bir, üçüncüsüne teker teker girmeyi deniyoruz ve 15 dakika sonra, dayak yemediğimize şükrederek, sokağın diğer ucundan çıkıyoruz. Umutlar çok hızlı tükeniyor.
Kaleiçi’nde bir rock bara sığınıp, ılık biralarımızı içerken, son minibüse kaç dakika kaldığına bakıyoruz. Hakan ve Soner’in çok umrunda diil olanlar ama, benim gemiler batmış. Bir elim çenemde, bir elimle yenmemiş tuzlu fıstık bulmaya çalışıyorum kabukların arasında, bir yandan kendime saydırıyorum:
Senelerdir herhangi bir kız arkadaşlarımla bu iş olmamışken, Kuşadası’nda o gece tanıştığım biriyle mi olacaktı? Hani diyelim o kişiyi bulduk bir şekilde, hani karavana da geldik, e peki sonra? Ne yapıcam ki, nasıl yapılır ki? Aaa full fıstık buldum.
Sonra kâinat örüyor öreceklerini:
“Ay inanmıyorum, AŞKIIIIN???”.
Barmen tatlı uykusundan uyanıp sesin sahibi kıza bakıp uykusuna geri dönüyor ben de kapıya ve ana o da ne, kapıda duran bizim Gamze! Liseden yakın arkadaşım, babası Adalı’dır bu arada, bir oteli ve bir teknesi olan bir Adalı hem de. Otelin ve teknenin yanında, bir de Zeyno da varmış yanında bu kez. Beraber bayram tatili için gelmişler, şu anda da She Bar’dalarmış, Gamze sigara almak için çıkmış, tesadüf bu ya, bizi görmüş.
Zeyno’yu (asıl ismi Zeynep) duyunca kulaklarım ve tüylerim bir dikiliyor. Okula geçen sene gelen Alamancı öğrencilerden, en iç gıcıklayanlardan. Bolca gülüp ve kocaman inci dişlerini her daim ortaya boca eden. Renkli gözlü, buğday tenli sonra, işte en sevdiğim kombin.
Gamze ve Zeyno bu arada bir pansiyonda kalıyorlarmış, ve fakat Gamze’nin babasının otelinde oda açılınca oraya geçmeye karar vermişler. “Eee Aşkın, siz de gidin bizim pansiyonda kalın, parasını ödedik zaten bu gece” diyor.
Bizimkilere dönüyorum ve omuzlarıyla “Niye olmasın?” diyorlar. Onları Black Magic Woman’a bırakıp, Gamze’yle She Bar’a, pansiyonun anahtarını almaya gidiyorum. Sokağına bile girmeye cesaret edemediğimiz She’nin kapısı hemen ve ardına kadar açılıveriyor, Gamze’nin önünde, hayatımda ilk kez giriyorum bu efsanevi mekâna.
Zeyno’yu vücuduna yapışmış sarı straplez elbisesi ile bara dayanmış buluyoruz. Beni görünce gülümsüyor ve böylece etraf aydınlanıyor, sarılıyoruz. Buraya kadar gelmişken, hemen anahtarı gitmeyecektim herhâlde değil mi? Ahh Zeynocum sen istersin de kalmam mı diyemiyorum, “Nasılsa artık minibüse yetişme derdimiz kalmadı” diyorum onun yerine.
İlk White Russian’ı o gece She’de içiyorum böylece. İkinci, üçüncü ve sanırım dördüncüyü de. Dördü de beleş hem…
White Russianlar arasında bir yerde, Ace of Base başlıyor ve onunla birlikte Zeyno da dans etmeye. Kolları havada, gözleri kapalı, kalçaları hafifçe sallanıyor. O böyle bir süre dans ediyor, ben etrafa bakar gibi yapıyorum.
Sonra He’s in the Army Now’la birlikte Zeyno bara ben de gerçeklere. Hayatımdan pek memnunum bu noktada ama gitmem de lazım, Hakan ve Soner beni bekler.
Pansiyon anahtarını alıp çıkacakken “Bekle seni pansiyona götüreyim, olur da bulamazsın.” Diyor Zeyno ve içimde bir yusufçuk havalanıyor.
Pansiyonumuz, bir bahçe içinde müstakil, şirin mi şirin, 3 katlı bir binacık. Buraya nereden geçip geldiğimiz konusunda hiçbir fikrim yok, ben yol boyunca arşivi karıştırmışım, Okul Kızları Raporları’nı düşünüp durmuşum. Sarhoştum biliyorum ve okul basket takımı kaptanı da diildim onu da biliyorum ama yine de anlamıştım, yani anlarsınız ya? Nasıl olmuştu ve niye bilmiyorum ama Zeyno’nun bende gözü vardı işte. Yoksa adresi verir, tarif eder geçer, beni niye pansiyona götürsün ki di mi?
Bahçeye girdiğimizde Zeyno “Hay, hala ayakta iblis” diye mırıldanıyor ve hızlıca, oralı olmadan, binaya girip, üst kata çıkan merdivenlere yöneliyor. “Hop, hop, hop” diyor sonradan pansiyonun işletmecisi ve aynı zamanda mahallenin namus bekçisi olduğunu öğreneceğim kişilik: “Nereye gidiyorsunuz böyle?”.
Namus bekçisisnin önünde genelde kapıcılara tahsis edilen (ve niye tahsis edildiğini de kimsenin bilmediği), Türk Malzeme Ofisi masalarından var, Bulvar’ın bulmaca eki yayılmış üstüne. Bekçimiz resimdeki ünlüyü (Kadir İnanır) tanımış, onun haricinde tüm kutucuklar boş.
Zeyno oralı bile değil, “Odaya çıkıyoruz” diyor sanki adam da tam bunu engellemeye çalışmıyormuş gibi ve merdivenleri çıkmaya devam ediyor. Ben, merdivenlerle TMO masanın arasında kalakalmışım, ne yapacağımı bilemiyorum, adam da öyle kuru gürültücü değil belli. Hiç alttan almadan “Öyle odaya çıkmak falan yok” diyor bir adım daha atarak bize doğru.
Zeyno merdivenlerin ortasında duruyor bu kez, sırtı bize dönük, önce bir uzun ooof çekiyor, sonra dönüp “Bak abicim” diyor kesinlikle Bey’i tercih edecek birisine:
“Biz bu gece kalmıycaz odada, bu arkadaşım kalacak, ben de odayı gösteriyorum tamam mı?”.
“Tamam diil yok yok yooooook”.
Zeyno bir off daha koy veriyor, sonra hızlıca elimi kapıp, “kuzenim o benim ve odadan bişey vericem” diyerek basamaklara çekiyor beni. Kuzen miyim arkadaş mı kafam karışıyor ve pansiyoncu beyin de sanırım. Zeyno’nun Düsseldorf damarı galip tabi, biz merdivenlerden çıkarken, bekçi aşağıda, boş gözlerle ve boş bulmacayla bizi izliyor hala.
Bundan sonrası biraz daha hızlı gelişiyor. Odanın ışığının yerini sonunda keşfettiğimde, Zeyno’yu yatakta, elbisesini çıkartmış vaziyette buluyorum. Sırtını yatağın trabzanına dayamış, sol eliyle bana ayırdığı bölüme pat pat vuruyor vuruyor. Kapıdan yatak, olsa olsa beş adım, yani hayatımın en uzun mesafesi.
Sonunda yavaşça yanına uzanabiliyorum, kütük gibi, sanki uyuyan birini uyandırmaktan çekiniyor gibi. Kafam yastığı bulduğunda, içi de soru dolu, kendime şimdiye kadar hiç sormadığım sorular:
Şu anda nefes alıyor muyum? Ne zamandır nefes almıyorum? Şimdi nefes alsam çok mu garip karşılar? Cidden, 18’ime bir gün kala, cidden, lan bir gün kala…
Öyle yanında tabutta röveşata, olacakları beklerken, Zeyno bana doğru eğiliyor. O zamana kadar ona bakmamaya çalışmışım, hani yüzümden çok belli oluyor bence, yani sadece yüzümden değil tabi de. Ama yani başka yere bakarken de öpüşülmez di mi? Mecbur, ona doğru çeviriyorum gözlerimi, gözleri, ahh o güzel gözleri yarı kısık bana doğru yaklaşıyor.
Ben de gözlerimi kapatıyorum ve dudaklarımdan şu kelimeler dökülüveriyor:
“Kuşadası’na da çok göç oldu ya”.
Bu odadan seneler sonra ilk duyduğumda “ne istediğine dikkat et, gerçekleşebilir” lafını, bu gece gelecek aklıma doğrudan. Senelerdir bu anı bekliyorum evet, heyecanlanacağımı da bekliyorum evet tabi, bu mertebe ise bambaşka.
Zeyno’nun altdudaklar sert bir fren yapıyor ve geriye çekiliyor: “Nasıl yani anlamadım, bize mi laf sokuyosun yani şimdi anlamadım pek?”.
Kız pek haklı ve ben de aşırı gerizekalı.
“Yok canım niye size laf sokayım?” diyorum, “affet beni, heyecandan ne diyeceğimi şaşırdım” demem lazım aslında.
“E biz de göçmeniz, Almanya’dan geldik ya sonuçta”.
“Yahu yok sizden bahsetmiyorum ya hani diyolar ya göç oldu falan çok aklıma geldi işte bir an yani”.
Zeyno Allahtan benim sosyo-ekonomik yorumlara fazla takılmıyor, yeşillere gülümseme yayılıyor bir daha, biraz rahatlıyorum ve sonra kaldığımız yerden devam. Altdudaklarımız böyle tanışıyor.
Zeyno sonra yavaşça üzerimdeki örtüyü açıyor ve evet, üstüme örtü örtmüşüm, çok belli olmasın diye, elini karnıma koyuyor ve yavaşça aşağı doğru kaydırmaya başlıyor, o anda ben de zangırdamaya!! Yer yerinden sarsılıyor sanki ve evet, korktuğum başıma geliyor:
“TAMAM, NE ALACAKSANIZ ALDINIZ ARTIK ÇIKIN HADİ ARTIK HADİ, BAKIN YEDEK ANAHTARLA AÇIYORUM HAAA!!”.
Pansiyoncu, kapıyı öyle bir yumrukluyor ki, buzlu cam indi inecek. Zeyno’nun eli yarı yolda frene basıyor, yarı dikiliyor, yatağın kenarındaki sarı elbiseyi alıyor. Birkaç dakika sonra, pansiyonun önündeyiz Zeyno’yla. Laf olsun diye söylenen bir “Ehh hadi görüşürüz”ün ardından, o She’ye, ben bekaretime.
Hakan’la Soner’i onları bıraktığım Kaleiçi’ndeki rock barda bulamıyorum, tüm bu maceralarım sırasında bar kapanmış olduğundan olabilir mi acaba?
Sonraki bir saati tüm Kuşadası’nı altüst etmekle geçiriyorum ve, sonunda bir Yapı Kredi ATM’si içinde uyumaya çalışırken buluyprum bizimkileri. Önce sorgusuz sualsiz dövmeye yelteniyorlar, Hakan araya giriyor, dur bir dinleyelim önce diyor. Hikayem bittiğinde, cezamı fazlasıyla çektiğime kanaat getiriliyor, bir de dayak yemiyorum.
Kafalarımız avuçlarımızda, nerede sabahlayacağımızı düşünürken aklıma geliyor pansiyona dönmek. En kötü ne olabilir ki ha di mi? Namus bekçisine görünmeden, bahçeye giriyoruz, ve giriş katın demir parmaklıklarını kullanıp az kalsın bekaretimi kaybedeceğim odanın balkonuna atıyoruz kendimizi.
Sabah, pansiyoncunun şaşkınlıktan açık ağzının önünden sırıtarak çıkıp gidiyoruz. Çıkarken gözüm masaya takılıyor, hala tek başına duran Kadir İnanır’a. O sabah aynı zamanda, 18’ime bastığım gün.
Korktuğum kadar da kötü olmuyor bu yaşa bakir girmek, başıma taş düşmüyor örneğin. Hatta bir rahatlama bile geldiğini söyleyebilirim, zaman baskısı kalkmış artık, zaten kaçırmışız 18 trenini. Şimdi önümde bir sene daha var, 19’a kadar vaktim. Hem sonra, hani olur ya, ne biliyorsunuz belki atıcam kapağı İstanbul’a o yazın sonunda, oralarda olurdu belki bu işler, olmaz mı ya?
Mini Minnet Notları - II
Caner’e.
Hikayelerimi yazarken fark ettim, ne çok arkadaşım, çete üyem, suç ortağım olmuş şu hayatta. Ne kadar çok insanın hayatımda ne kadar önemli yer etmiş. Bu minnet notlarını yazma fikri de işte bu şekilde gelişti, kalemi elime aldığımda yoktu hiç aklımda.
Hayatımdan gelmiş geçmiş herkese bir not yazmak değil tabi derdim. Bu kitap zaten bunu yapıyor bir yerde. Bu notları ya artık hayatta olmayan veya artık benim hayatımda olmayan kişilere yazmak istedim, en azından içimden öyle gelenlere. Gıyaplarında bir teşekkür etmek istedim onlara.
Caner, ikinci kategoride bu anlamda, hala hayatta yani çok şükür. Benim hayatımdansa, çok hızlı çıktı, Lise’den sonra ODTÜ’ye gitti ve sonra, çok az görüştük, bir-iki en fazla. Caner’le dostluğumuz görece kısa sürmüş, anımız çok az, bu bölümü yazana kadarsa fark etmemiştim, onun dostluğunun, onunla olan anıların beni ne kadar etkilediğini, beni ve geleceğimi.
Lise 2’nin ikinci döneminin ilkk haftası var ya mesela, hani Edebiyat sınıfına geçme olayım? O günün öncesi, fizik laboratuarında, Canerle aynı sıradayız, durup dururken bana “Sen hala mimarlık, uluslararası ilişkiler falan istemiyorsun di mi?” demişti. “Yoo” demiştim, “istiyorum”. Bakışını dün gibi hatırlıyorum, saçları her zamanki gibi Deli Profesör. “Oğlum fen-mat sınıfı bu sınıf biliyorsun di mi, sınıf değiştirmen lazım?”. Belki de tüm hayatımı değiştirecekti bu laf.
Ben o zamana kadar mimarlığa, uluslararası ilişkilere falan hangi sınıftan girilir bilmiyorum bile. Caner de ama pek şakacıdır, acaba diyorum beni mi yiyor? Tuvalete gitme bahanesiyle izin alıp, rehberlik hocasına gitmiştim, kadın da aynı Caner gibi bakmıştı bana. Bir buçuk senedir aslında Türkçe-Matematik sınıfında olmam gerekiyormuş. Hiç olmadım ama, Türkçe-Mat’a geçmedim, o dersten sonra, doğrudan Edebiyat’a…
Lisede yine bir ara, Kaynarpınar’a gitmiştim, ailesinin yazlığında kalmaya. Ne ilginç haftaydı, ne ilginç tiplerle tanışmıştım orada: bunlardan biri yönetmen olacak ileride hatta filmi Fransa’dan Oscar’a aday, bir diğeri dönecek dolaşacak seneler sonra yakın bir arkadaşımla evlenecek. Orada Caner’le Slayer dinleyip, vasiyetimizi de yazmıştık, hangi kaset kime gidecek ölünce. Kasetler çoktan çöpe gitti ama vasiyet duruyor.
ODTÜ’nün ilk senesinin sonunda yaz tatili için İzmir’e döndüğünde de görüşmüştük, heralde bu son iki görüşmemizden biri. Babamın Lada Samara’sıyla Altınyolu geçiyorduk, kız arkadaşı varmış okulda, onu anlatıyor. “Eee nasıl bir tip” diye sormuştum, “Çok ergonomik” demişti.
Ben de sizin gibi tabi, “O ne demek lan?” demiştim, o da “abi böyle çok ergonomik, kısa boylu, o yüzden ayakta dururken dirseğimi kafasına koyup sigara içebiliyorum” demişti.
Sonrası kopuk. ODTÜ bitince ABD’ye gittiğini ve hatta Harvard Üniversitesi’nde bir laboratuvarda çalıştığını da duymuştum bir yerlerden. Sonra 20 senelik bir sessizlik.
Bu 20 küsür senenin sonunda, en son bundan birkaç ay önce konuştuk. Bizi yine bir araya getiren, kainatın yine bir takım örgüleri. Çok ama çok zor bir zamanımda, hızır gibi yetişti diyebiliriz ve isterseniz o kısmı en sona bırakayım.
Sağ ol Canerim, dostluğun, anıların ve 20 sene sonra uzattığın el için...