Romanımla Sana Bir Ses. S02. E12. Aşkın Goes to Hollywood
“Am I cockblocking you?”.
Dönüp yanımda duran, sesin sahibine bakıyorum. Evet valla da Tara bunu diyen, efsane vokalist, en azından benim için, vay be.
Bu arada hani Tara’nın yanımda durduğunu biliyorum, gözüm hep arada onda, sonuçta senelerdir CD çalarımdan çıkan sesin sahibi kendisi. Ama bana konuştuğunun farkında değilim, bu ilk konuşmamız belki de ve konu pipili bir şeyler ama ne demek bilmiyorum.
Ben de soruyorum. Takriben “kısmetini kapatıyor muyum?”a denk gelen bir şeymiş. Bu İngilizce çok komik gerçekten. Peki diyorum bunun tersi de “kuku-bloklama mı oluyor?”. Sanki vücuduna eroin zerk etmişler gibi, yüzüne bir gülümseme yayılıyor, ilk bağlantı böyle kuruluyor aramızda.
Romlarımızı alıyoruz, dışarıya, göt donduran New York gecesine çıkıyoruz birer American Spirit yakmaya.
Tara beleş sigara için yanımıza damlayan Brezilyalı bir trompetçi ile çene çalmaya başlıyor, ahh bu müzisyenler, hep konuşacak bişeyler buluyorlar ve biz non-müzisyenler de kenardan bakıyoruz hep öyle, salak gibi.
Kısa sürede alışmışım ama, onları hallerine bırakıp klübün kapısındakileri dikizlemeye girişiyorum. Lower East Side’daki diğer binalar gibi, duvarları tümüyle graffiti ile kaplı bu binanın da, ki bu bu aynı zamanda klubün de girişi.
Buranın ama tabelası falan yok, Speakeasy (ben uzun süre “rahatça konuşulabilecek yer olarak” anlamışım bunu) dediklerinden, ama alamet-i farikaları var.
Etrafta “Buralarda Nublu diye bir yer varmış?” diye soran insanlar mesela. Bir de, giriş kapısına üzerindeki kırmızı ampulüyle tanınıyor ve bu ışığa üşüşen müzisyenleriyle, ama dünyanın dört bir yanından ve dört bir telinden müzisyeniyle, sonra buranın müdavimi oyuncularıyla meşhur, ressamlarıyla, yönetmenleriyle, fotoğrafçılarıyla, yazarlarıyla, şairleriyle, amatör porno aktörleriyle (bir adet), striptizcileriyle ve stajyer avukatlarıyla (bir adet).
Geldiğimden beri New York’a, hayatımın merkezi burası, zaten gelmeden önce de kendimi hep burada düşlemişim. Sahibini, İlhan Erşahin’i yani, okuyan çok kişi tanıyacaktır ve evet, tam göründüğü gibi biri:
Rahat, geniş, mutlu, eğlenceli, biraz çocuksu, az gamlı, çok güler yüzlü, az egolu, çok yardımsever. Sonra, çok ama çok vefalı.
Kendisiyle ilk tanışmam, bundan birkaç sene önce. Türkiye’den bazı albümlerinin gelmesi gerekiyormuş, bilmemkaç koli CD, acaba bileti alsa, İstanbul’dan biri getirebilir miymiş onları? Ablam bu arada İlhan’la tanışmış bile, bana haber ediyor hemen ve o CD’ler sayesinde beleş New York’a gidiyorum ve sonra İlhanla, yeni açılan Nublu’sunda beleş Corona içiyorum.
Bu gidişim zaten gelişimin de tohumunu atıyor ve geldiğimden beri de buradan çıkmıyorum, hatta kapandığında da çıkmıyorum bazı geceler, anca öğlene doğru.
“Ne klubü?” diye soranlara ama cevabım değişiyor, sevmiyorsam soranı, caz klubü diyip geçiyorum. Bu arada yalan da sayılmaz, İlhan zaten esas olarak cazcı sonra klüpte binbir türlü caz da çalıyor ama minimal tekno da, Forro da, Sırp folku da, dub da, electro clash de, Italian disco da ve hepsinden önemlisi, Brazilian Girls de.
Sevdiğim biri sorunca veya işte birisini etkilemekse derdim, biraz daha farklı anlatıyorum:
Diyorum ki, burada eğlenebilmek için sıkıntı içkisi içip sarhoş olmaya çalışmaya gerek yok. Kimseyi tanımasan da eğlenebilirsin, git otur bara, büyük ihtimalle bardaki müdavimlerden biri (muhtemelen John) sana bir hikaye anlatmaya başlar, veya çok şanşsızsan bir şiir okumaya.
Niye? Çünkü diğer müdavimler çok sıkılmışlardır artık o hikayelerden ve o da kendine yeni bir kurban arıyordur ama yeterince güzel bir insansan ve sabırlı, az sonra o ihtiyarın yanına damlayacak olan kontrbasçı (bkz Juini) sana gecenin kapılarını açacak mesela. Onla birlikte hikayeler çeşitlenecek, sonra shotlar da, grup genişleyecek, bir bakmışsın sahne arkasındasın, yani bodrumda. Sabah çıktığında takside, “New York ne biçim memleket arkadaş” diyeceksin ve yatağa girdiğinde, gözler kapalı ama kafan hala fırıl fırılken yani, tanıştığın tipleri düşüneceksin: Arjantinli keyboardcu, yanındaki Portekizli fıstık vokalist, klubün bodrumunda yaşayan Sırp ressam, daha sonra dünya Muay Thai şampiyonu olacak İtalyan aktris, Cezayirli müptezel udi.
Nublu’da çalışmaya, New York’a indiğim hafta başlamıştım veya bir sonraki hafta tam hatırlamyıorum, ama beklediğimden çok çok daha çabuk gelişmişti orası kesin. Tamam hani, gelirken belki burada çalışırım hayali kuruyorum ama, bunun kolay kolay olmasını beklemiyorum, baya zaman geçer herhal diyorum, o da olursa.
Nublu ufacık klüp çünkü, epi topu taş çatlasa 5-6 çalışanı var herhangi bir gecede, sonra seveni ve çulsuz müdavimi de çok, herkes can atıyor orada çalışmak için. Düşünsenize zaten hep gittiğiniz yere gidiceksiniz ama tek fark, bu kez içkiler beleş, patronun da İlhan, kim çalışmak istemez? Taliplisi çok yani mekanın ve ben de zurnanın son deliğiyim sonuçta ama İlhan saolsun iş veriyor bana. Hatta olmayan bir iş yaratıyor: vestiyerlik.
Burada ama, sadece İlhan değil, Nublu’nun manageri, müdürü demek komik geliyor çünkü, taaa Morbasan Sokak gecelerinden kankam, İbrahim’in rolü büyük ve onun hakkı da mümkün değil ödenmez. İbrahim diyor ya İlhan vestiyerimiz yok, Aşkın vestiyer olsun, tamam diyor İlhan da, göt kadar klüpte nereye vestiyer kurulacak en ufak bir fikri olmamasına rağmen, tam İlhanlık işte.
İbrahim’le girişteki ofis olarak kullanılan odanın, klube bakan tarafını, burası pencereli bölüm, vestiyer haline getiriyoruz. Bundan iyisi Şam’da kayısı, çünkü klubün orta yerindeyim, koca penceremin içinden sarkıyorum, elimi uzatarak bardan içkimi alıyorum, o kadar yakın yani ve karşımda sahne ve dans pisti. Her şeye de hakimim: kim kiminle ne yapıyor, yeni kimler düşmüş, kim kiminle tuvalete giriyor?
Mesaimin çoğunu, böyle geçiriyorum, elimde beleş viskim, arada birileri yanıma geliyor, çünkü klupte sigara içilmesi yasak ama “ofis”te değil. Milletin yerlere düşmüş paltoları, çantaları arasında sigara içip takılıyoruz ve bazen takıldığımız insanlara diyorum iki dakika bak sen vestiyere, ben bodruma iniyorum, esas muhabbetin döndüğü yere. Döndüğümde vestiyere, emanet ettiğim eleman çoktan çıkmış gitmiş, bir saattir kahrolası vestiyeri bekleyen bir grup müşteri var onun yerine, haklılar. Ama fazla kızmıyorlar, kimse fazla kızmıyor ki zaten Nublu’da.
Bu arada klubün bodrumu önemli mesele, Nublu’nun paralel evreni burası, Nublu 2.0. İtalyan restoranlarında mafya gruplarına ayrılan odalar gibi, buraya girebilmek için aileden olmak veya aileden birini tanımak gerekiyor. Ama bir girdiyseniz tamam, rahatlayabilirsiniz, zaten görüceksiniz, burada insanlar baya bir rahat.
İçeri girince sol tarafki “oturma odası”nda bodrumun hayat kaynağı var: bir adet walk-in buzdolabı. Bunun sayesinde, buraya gece girip ertesi öğlen çıkmak mümkün olabiliyor, sadece beleş bira içerek hayatta uzun süre kalınabiliyor, denedim.
Çişini de hemen şu yandaki, “gözlerden uzak”, çamaşır makinesinin durduğu ufak girintideki lavaboya yapabiliyorsun, o sırada Lauryn Hill’in bateristi birisini götürmüyorsa tabi. Burası aslında bir randevuevi değil hayır, aslında sahne arkası, o gece çalan müzisyenler takılsın diye ama hiçbir zaman böyle kalmıyor, bazı geceler dişinle açtığın birayı yanındakine uzatıyorsun, “Thanks” diyen Kevin Spacey çıkıyor. Sonra İlhan’la göz göze geliyorsun, “Sen bu gece çalışmıyor muydun ya?” diyor, aaa evet diyip, yukarı fırlıyorsun.
Bu gece ama çalışmıyorum ve Tara, Brezilyalı elemanı sallıyor ve ben sigaramı yere atıp, arkadan kalçalarını izleyerek, Nublu’nun şefkatli kollarına dönüyoruz: müzik bangır bangır, Forro çalıyor, Forro in the Dark, canlı müzikten sonra sırada DJ ve electro house, ama hep viski ve caipirinha, arada kapı önü yine, arada tuvalet ziyaretleri, alında biriken terler, kulağın içine bağırarak anlatılan hikayeler, sonra kapanış, ama son değil, after arayışı, elde içkilerle arabaya doluşma, orada da tanıdık yüzler, tuvalet ziyaretleri, kulağa bağırarak hikaye anlatma, şafakla birlikte taksi arama, içeri dolan kokuyla birlikte şoförün ekşiyen suratı, arka koltukta, birbirinin üstüne yatmış halde, Williamsburg Bridge üzerinden geçen martıları seyretme, uyuyabilmek için son birer bira, sabah güneşi içeriyi aydınlatmış ve ancak bu sırada gözlerin kapanmış, ellerin diğerinin kalçasında…
New York’un garip bir kafası vardı, belki bir iki yerin daha böyle olabilir, bilmiyorum ve o işte bana çok iyi gelmişti. Bence herkesin oradaki çok kişinin az çok yaşadığı bir hal bu ama, benim gibi yenilerin ve hele ki Atlantik ötesinden gelmişlerin, illegal alien’ların daha iyi bildiği. Şundan bahsediyorum:
Burada kaybetme ihtimalin yok, hayat boyu korktuğun kaybeden olma ihtimalin yok burada!
Ne yaparsan yap, New York’tasın sonuçta, sıçsan bile New York’ta sıçıyorsun. Korkunç bir gün mü geçirdin, eve gelip televizyonu açınca karşına Costanza’nın biraz önce indiğin trene bindiğini görüyorsun ve “Ha ha” diyorsun “doğru, dünyanın başkentindeyim”.
En boktan işlerde çalışsan, en boktan yemekleri yesen de, ne kadar kötü olabilir ki? Zaten tanıdığın hemen herkes, memleketinde senin sınıf tahtana hiçbir zaman yazılmamış işlerde çalışıyor:
komilik, barmenlik, köpek gezdiriciliği, garsonluk, bisiklet kuryeliği, faytonculuk.
Ve sonra herkes paydostan sonra geliyor ve Nublu denen yerde aşure oluyorsun. Necisin ve ne iş yapıyorsun, hiç önemli değil, kimin parayı nereden kazandığı da.
Bunun ne kadar rahatlatıcı bir hal olduğunu düşünebiliyor musunuz, kaybetme seçeneğinin olmamasının? Statü puanları peşinde koşmak zorunda kalmamanın, hele ki bir erkek olarak? Hem de üstüne üstlük, Nublu gibi bir ailenin mensubu olmanın?
Bu halin düşkünü olmanın, afyon gibi uyuşuk kollarına düşmenin ne kadar kolay olduğunu da tahmin edersiniz belki o zaman? Kaybetme ihtimali olmamasının ne kadar bağımlılık yapabilecek bir hal olduğunu da ve bir bakmışsınız, kaybolup gitmişsiniz o miskinlikte, o kaosta, yepyeni bir kuyuya düşmüşsünüz, haberiniz yok. Neyse ama, oralara sonra geliriz.
Bu arada, para lazım tabi ki ve ama o da zor değil. Ayrıca ben zaten iki tur avansla başlamışım, ablamın kanepesi ben götümü doğrultana kadar bana açık saolsun. Çok da uzun sürmeyecek ama götümü başka bir yere taşımam.
Nublu’da vestiyerliğin yanına bişey eklemek lazım tabi ve tabi ki cevap belli, Türk restoranları: Restoran kariyerim de Pasha Restaurant’da “Coffeeboy” olarak başlıyorum.
Evet, ben de ne demek olduğunu bilmiyordum ve hala bilene de rastlamadım. İşim, makinede Türk kahvesi yapmak ve tatlıları servise hazır hale getirmekle sınırlı. Mutfağın girişinde, 30 santimetrekarelik bir istasyonumda yapıyorum bunları, arada komilere yardım da ediyorum Dünyanın en zor işi değil ama en klostrofobiklerden biri olabilir. Karşılığında vardiya başına 50 dolar alıyorum ve bu şekilde iki işte çalışarak, kafamı sokacak bir odanın kirasını çıkartabiliyordum.
Günlük 50 dolara başka işler de yapıyorum bu arada, götdonduran bir kış günü Rhode Island’da denizin ortasında bir salda bir Kübalıyı canlandırıyorum mesela. Yamyamlık konulu bir belgeselde figüranım, ve pek bir oyunculuk da gerekmiyor çünkü ölüyüm, Domuzlar Körfezi çıkartması sonrası açık denizde kalıp birbirini yiyen bir grup Kübalı’dan biriyim, ben menüdekilerdenim.
Merak edenler için, buradan ulaşabilirsiniz:
Bu ama kameralarla, billboardlarla, hatta Hollywood’la son flörtüm değil, ben de keşfediliyorum, Gisele Bündchen nasıl McDonalds’da keşfedilmiş ben de Lower East Side’da bir doğumgünü yemeğinde.
Uzun masanın sonundayım, masanın zırt deliğinde, ama zaten çok kalmıycam, doğum günü sahibi kızı tanıyorum, pek de severim, ama hem Nublu’da çalışıyorum o gece, hem de bunlar kim abi, kimseyi neredeyse tanımıyorum masada?
Özellikle de bu karşımdakini: en son 1980lerde üretimine son verilmiş tel çerçeveli kocaman gözlükler, sarı saçları savaşa savaşa kafatasının ortasına kadar gerilemişler, ama arka ve yanları bırakmıyorlar. Abi muhtemelen 40larının sonunda ve pek tekin de durmuyor. İnsan da tabi düşünmeden edemiyor, 25 yaşında reklamcı bir kızın 25 yaşında reklamcı arkadaşlarıyla yaptığı doğumgünü yemeğine niye kendinden oldukça büyük bir seri katil çağırır? Muhtemelen bu gizi çözemeyeceğim, çünkü pek konuşkan biri değil abi ve hatta dilimizi bilmiyor bile olabilir, zaten ben de kalkıcam, konuşmasak daha iyi.
Kalkmak için harekete geçeceğim, o sırada “What do you do?” diyor. Yav diyorum tam giderayak şimdi nezaket laklakı yapmam lazım, bir de zor soru. Bu soruya cevap başta avukat diyorum, hani adam sansınlar diye beni ama sonra insanlar bir türlü avukat-vestiyer ilişkisini kuramayınca, Nublu diyip geçmeye başlamışım, hem Nublu daha havalı.
“But you gotta be on the big screen” diyor ve hani sadece sözde kalsa, tam anlamam ama, iki eliyle böyle hani kamera lensi yapılır ya, onu yapıp yüzüme el zoomu yapıyor, farklı açılardan bakıyor.
Velhasıl abi aslında mühendismiş, yazılım mühendisi ve Almanmış bu arada, bu tiple bu iki bilgi baya uyuyor, hiç şaşırtmadı. Şaşırtan tarafı yarı profesyonel fotoğrafçı olması, doğum günü sahibi kızı da oradan tanıyormuş, kızın çalıştığı ajansın çekimlerinin bazılarında o çalışıyormuş.
Eee iyi güzel Johann’cığım da, bu el zoomu niye?
Şuymuş, çok ilginç bir tipim varmış, egzotik demedi ama öyle bişey heralde, özellikle reklamlarda oynayabilirmişim. Yüzüm şöyle bir şekillere giriyor:
Ya yok ya yeme beni olur mu öyle şey git başkasıyla uğraş ya ya ama bir bir dakika vallahi mi, yeminlen, ölümü öp?
Bakıyorum Johann gülmüyor, ki zaten hiç gülmüyor, sırtım şöyle bir dikleşiyor, kredi kartımı yerine koyuyorum, yerime geri oturuyorum.
“Bir kalkıp yürüsene şöyle” diyor, bir de boyunu göreyim. Hemen yerimden fırlıyorum, restoranın kapısından yerime yürüyorum tüm nefesim göğsümde, midem sırtımda, sopa yutmuş gibi boynumu uzatmışım, en son izciyken böyle yürümüşüm heralde.
“Tamam tamam” diyor, “boy da tamam”.
“Bak şöyle yapalım, benim sürekli çalıştığım bir kast ajansı var, ben onlar için senin portfolyonu oluşturayım, fotoğraflarını çekeyim, para da almam. Var ya, bırak reklamları falan, film de olur dizi de ha.”
Nublu’ya kadar uçarak gidiyorum, yani hızlı yürümek anlamında değil, havada yürüyorum sokakları. Başımda, ayağımda kavak yelleri, bir tatlı hülyalar, bir binanın yan cephesindeki GAP mankeniyle göz göze geliyorum mesela, aha diyorum, birkaç aya böyle s*kici s*kici bakan ben mi olucam o binadan yoksa?
Sonra bir taksi geçiyor, Abercrombie’li, hoop yan kapıdaki yüz benim yüzüm! Vay be arkadaş, çok da para kazanılıyormuş, ayaklarım birbirine vura vura, hoplaya zıplaya Nublu’ya gidiyorum.
Doğumgünü yemeğinden birkaç gün sonra, bir Pazar günü buluşuyoruz Johann’la ve buluşma yerine Elton John’un doppelgangerı olarak geliyor.
Onu gördüğüm anda dank ediyor, Hollywood bulutlarından aşağı iniyorum, bir dakika lan, eleman gay mi yoksa (evet)?
İşte ama Allahın sevdiği kuluymuşum, normalde Staten Island’daki ev/stüdyosunda çekimi yapacaktık ama ufak bir yangın çıkmış, o yüzden dışarıda çekiyoruz, South Ferry’nin orada.
Acaba o stüdyo yanmamış olsa, neler olurdu, merak ediyorum. Hani beni bodrumda derin bir dondurucuda saklayıp, arada misafirlerine ikram eder miydi? Böylece hem yenilmiş bir insanı oynayan hem de gerçekten yenilen ilk insan olabilir miydim? Bu soruların cevabını bilmiyoruz ama, fotoğraf çekiminin sonucunu biliyoruz.
Şimdi, çekim başlamadan, Johann derdinin aslında beni kast ajanslarına falan satmak değil, götürmek olduğuna ikna olmuşum ama, yine de, ufak da olsa, belki de diyorum, belki de hani dediği doğrudur ha? Umutluyum hala ve niye South Ferry’i gezdikleri anlaşılamayan bazı Uzakdoğulu turistlerin meraklı gözleri altında fotoğraf çekimine başlıyoruz ve onlar da bu arada beni ünlü biri sanıp, onlar da fotomu çekiyor. Şunu yani:
İşte arkadaşlar, bana sorsalar derim azıcık aşım, dertsiz başım, yok ben sessiz sakin kendince bir hayat yaşamak istiyorum, ama ünün ve paranın iki ışık yılı uzaktan da olsa sesini duyunca, dönüştüğüm şey bu işte.
Johann ohh şöyle seksisin böyle egzotiksin dedikçe, çeşit çeşit pozlara giriyorum ama o delici, Yaşar Alptekin bakışları, onlar hep aynı. Hollywood Hollywood olalı böyle bir şey görmedi diyorum çekim sırasında ve muhtemelen haklıyım.
Sonra diyor, hadi takım elbiseni giy, hani güya New York’ta bir hukuk bürosunda çalışıcam ya, onun için takım elbise getirmişim, ilk ve son giyişim South Ferry. Böyle 20ye yakın fotoğrafımız oluyor, ama kalan fotoğrafları paylaşmıyım, yani benim bile sınırlarım var, bir gün karşılaşırsak hızlıca gösteririm belki.
Kısa sürede üne ve paraya kavuşamamış olmam, pek moralimi bozmuyor ama, hem evladiyelik fotolarım oluyor, ne zaman moral bozulsa, aç bak.
Hem sonra, Nublu’da da, restoran kariyerimde de daha yükselicem, pozisyonlarım, gelirim artacak ve hiç uyumadan işe gittiğim günler de. Sonra, 5 senelik oturum almak da üzereyim, kimsenin bilmediği, kenarda köşede kalmış bir vize türü sayesinde. Avukatımı tutmuşum, işlemlere başlamış.
Baya baya alışıyorum her şeye, iyice yerleşiyorum, kaybedememenin dayanılmaz hafifliğini yaşıyorum bir süre daha.
[Juini Booth ve Butch Morris’in ve John Farris’in güzel anısına]