Romanımla Sana Bir Ses. S02. E13. Karmakoma
2005 yazı geldiğinde, Nublu’da “bouncer”ım artık, hani mekan girişlerindeki o insan duvarları, ama güzel, iyi yürekli bir duvardım Allah için, çoğu kez yani.
Restoran kariyerimde de “coffeeboy”luktan önce komiliğe, sonra da garsonluğa yükselmiştim. Hayatımda toplam yükselişlerimden daha fazla bir yükseliş. Artık oda kirasını toplamak dert olmaktan çıkmış, iyice rahatlamışım.
New York’taki işlerim öyle pek kabiliyet, ciddiyet veya ayıklık gerektirmiyordu. Hayalimdeki kariyere kavuşmuştum sonunda, seneler önce Bodrum’da deneyip beceremediğim kariyere geri dönmüşüm. Hobimi, tutkumu işe dönüştürmüşüm. Yaptığım tek ve en iyi şey olan “Partyboy”lukla para kazanıyorum.
Pasha Restaurant’tan, Williamsburg’de yeni açılan bir restorana transfer olmuştum, komi olarak. Tabakları toplarken müşterilerin “Gracias” demelerine çabuk alışmıştım, nereden bilsinler benim Türk bir stajyer avukat olduğunu di mi? Sanırım ben de gittikçe unutuyordum bu kısmını veya unutmaya, arkamda bırakmaya çalışıyordum.
Bir akşam vardiya sonrası sandalyeleri ters çevirip masaların üstüne koyarken, patronla ve patronun önündeki Patrón’la göz göze gelmiştik. “Gel” demişti önündeki sandalyeyi işaret ederekı. Time Out restoranla ilgili kritiğini o gün yayınlamıştı: tek yıldız.
Bu yine kritiğin iyi tarafı öyle söyleyeyim, bizimki pek dertli yani, ehh ben de dertli gönüllere giren. İlk birkaç saat restoran falan konuştuk sonra, hayat hikayelerimize girmiştik, esas olarak onun, ilginç adamdı valla baya ve sabahın ilk ışıklarında patronla restorandan çıktığımızda, restoranın hala tek yıldızı vardı ama yepyeni bir garsonu.
Bu arada Nublu’da da kış bitmiş dolayısıyla, vestiyer de, ee demişti İlhan da, kapıya geç bari, hem daha fazla para, hem daha fazla insanla tanışıyorsun, kapının önüne çıkanlarla içip sıçıyorsun.
Yani kısacası güneş yerinde, her şey yolunda ve benim de yaptığım pek bir şey yok, yoluna rayına sokmak için işleri. Ben sadece takılıyorum yani, şimdiki deyimle, akıştayım sanırım ve ne garip di mi, bundan önceki 28 yıllık hayatımın tam tersi!
O aralar mesela kendimi Türkiye’de bir barda, bir kızla konuşurken düşünürdüm. Diğer yanında, benim aynım, ama New York’a gelmemiş halim, birimiz avukat, birimiz, vestiyer/komi/bouncer. CV’nin bu kadarıyla pek şansım yok doğru ama sen olsan Sultanahmet Adliyesi mi dinlemek istersin, New York dehlizlerini mi: “Nasıl yani Keanuve Reeves miymiş o gece gelen gerçekten?”.
Hülyamın bu noktasında, kızın eli bardaki dirseğime dokunmaya başlıyor ben de omzunun üstünden, diğer bana bakıyorum, avukat olan halime yani hınzır hınzır, “Allah’ın belası herif” diyip gidiyor ve evet, diye dönüyorum kızımıza, Keanu Reeves’di gerçekten.
Böyle, kendi kendime zihinsel mastürbasyonlar yapıyorum işte, bir ilüzyonda yaşıyorum ve bunun kırılması, duvardaki ilk deliklere de fazla kalmamış. Hatta ilk taş atılmış ama ben oralı olmamıştım.
Nublu kapısında durmak, biraz daha ciddiyet gerektiriyor ve biraz da insan sarraflığı belki ve ikisinin de bende olduğundan şüpheliyim ama idare ediyorum. Zorlandığım tarafları da oluyor ve en sıkıntılısı, bazı geceler kapıda sıra oluyor, Brazilian Girls geceleri hele ve de hele soğuksa hava, kimse beklemek istemiyor tabi sırada. Özellikle de kıça yapışmış kotlu ve topuklu ablalar.
“Nerelisin sen?” demişti uzun bacaklı bir tanesi bir gece. Sırayı beklemeden girmek istemiş ben de elini tutuvermiştim tam bu kapıyı açarken ve ben daha cevap veremeden lafını sokuvermişti:
“Belli ki buradan değilsin, olsaydın, güzel kadınların New York’ta sıra beklemediğini bilirdin!”.
“Belki sen de yeterince güzel değilsin” demiştim ve tabi sonrasında çığlıklar, o dönem #Metoo öncesi dönem Allahtan.
Ama en büyük dert, klubü kapatmak, insanları eve yollamak. Müziğin susması, sittiringidin ışıklarının açılması, barmenin servisi kesip de herkese dövecek gibi bakması. Bunların hiçbiri kar etmez o sona kalanlara, ahh o küçük ama kararlı kalabalık.
İki damla içki kalmış kadehlere sıkı sıkıya yapışmışlar, bir türlü yerlerinden oynamazlar. Yerlerinden oynamazlar çünkü, eğer yeteri kadar partilediyseniz bilirsiniz ki, aslında daha fazla partilemek değil istediğiniz, ayılmamak. Arada ince ama çok insanın aradan düşebileceği bir fark var bence.
Bir de bir grup daha var çıkmak istemeyen, sabahlar olmasın diyenlerden değil bu, bunun derdi, o gece tanıştığı ve nasıl olduysa hala yanından kaçmamış olan kız. Bilir ki, dışarıya çıktıkları anda, at fareye dönüşecek. Kız evine gitmek için taksiye bindiği anda unutulacak. Atın at olarak kalması için müzik, içki ve kesinlikle az ışık lazım.
Yani bir after.
Sonunda dışarı çıkan grup, “Eee nereye gidicez şimdi” diye konuşur bir süre ve burada da genelde ben devreye girerim:
“Bir after parti var bildiğim isterseniz.”
“Aa valla mı, nerede?”
East Village’da, Tribeca’da, Midtown’da, China Town’da, Dumbo’da, Bushwick’te… Nerede ne after var biliyorum genelde, özellikle de Lower East Side veya East Village taraflarındakileri, çünkü bu partileri düzenleyenler, tam da olayların böyle gelişeceğini bildiklerinden, gecenin başında bana adresleri fısıldamış oluyorlar, hani sen sırtımı kaşı ben senin sırtını.
New York’un gece hayatı, sosyal sınıfları eşitleyen bir mecra bence ve afterlar, bu işin demlemesinin de demlemesi. Gecenin başındaki yüzlerce partiden geriye kalmış birkaç yüz, şimdi birkaç afterda bir arada. Başka nerede bir Wall Street avukatı Porto Riko’lu kominin omzuna kafayı dayamış, karısının ona 2 senedir dokunmadığını anlatabilir di mi?
Sırf New York gece hayatından bahsettiğimden, bununla ilgili çok şey biliyormuşum gibi gelebilir ama öyle değil. Sırf gece hayatından bahsetmemin tek nedeni, başka bişeyini bilmemem New York’un. Hatta gece hayatını bile pek iyi bilmiyorum çünkü neredeyse tamamen Nublu ve Nublucularla geçti, birkaç Wolf+Lamb, birkaç PS1 partisi, birkaç Frying Pan partisi, birkaç Joe’s Pub hariç.
Gündüzünü ise hemen hiç görmedim, epi topu bir iki Prospect Park pikniği, PS1’daki sergiler hariç, ki onlarda da kafam iyi, sıfır kültürel aktivite.
Gördüklerim bu kadar ve ben, gecesini yaşaya yaşaya, karanlıkta kala kala, gittikçe görme yeteneğimi de kaybediyorum doğal olarak. Farkında değilim ben körleştiğimin ve ama sonra mucizevi şeyler oluyor, ben göremedikçe, gözüme gözüme sokuyor işaretleri kainat abi.
“Oğlum gel, bizimkilerle stüdyodayız” demişti mesaj ve aldığımda, Midtown’da garip bir binanın garip bir katındaki orta düzey bir zenci mafyasının kumarhanesi/randevuevindeyim ya da orta düzey bir zenci mafyasının kumarhanesi/randevuevi nasıl bir yer olursa öyle bir yerde. Bolca kırmızı ışık ve bolca vücudunun yarıdan fazlası kalça ve memeden oluşan zenci ablaların olduğu bir yer ve ben buraya nasıl geldim, Nublu’dan kimleri getirdim, oralar da içerisi gibi flu.
Zenci abilerle kumar oynayıp sol kolumu kaybetmek yerine hemen gelen adrese gitmiştim ve gittiğimde de Electric Lady Studios yazıyor kapıda.
Kulağınıza tanıdık gelebilir, Jimi Hendrix’in kayıt stüdyosu, Electric Lady Land albümünü kaydettiği stüdyo. Nublu bodrumunda tanışan, Nublu’nun özbeözçocuğu, meda-i iftiharı, Brazilian Girls (Hiçbiri Brezilyalı değil ve bir tanesi bayan) yeni albümünü kaydediyor o sıralar, beni oraya çağıranlar da onlar. Cebi derin bir plak şirketiniz varsa, kayıt stüdyonuzu otel gibi kullanıp, eşinizi dostunuzu çağırabildiğinizi bilmiyorum tabi takılmaya.
Ana stüdyoda bir süre takılıyorum, müzisyenler yine müzisyen muhabbetlerini yapıyor ve o kafayla ne kadar anlamaya çalışsam da, mümkün değil, bir noktada vazgeçiyorum ve Jimi Hendrix’in baterisini çalmaya çalışıyorum. Rahmetli ters dönmesin diye, onu da bırakıyorum ve stüdyonun koridorlarında dolaşmaya başlıyorum.
Bu devasa kayıt stüdyolarının otel gibi olduklarını anlıyorum bu şekilde, sağlı sollu odalar var, sağımdan solumdan rocker abiler ve rocker abilerin manitaları geçiyor, odalara giriyorlar birlikte afedersin.
Ben de kendimi bir odaya atıyorum ve aha, mini-bar var ve tabi ki dolu!
Niye bilmiyorum yere oturuyorum, dışarıda sabah olmuş bile ve kesinlikle güneşe çıkacak durumda diilim. Televizyonu açıyorum, belki biraz ninni olur, kırk yılda bir uyuyabilirim belki ha? History Channel’da bir ikinci dünya savaşı belgeseli mesela veya bir NatGeo, belki iyi gelir şu taşikardime.
Dolanıyorum TV kanalları arasında bu umutla ve ama karşıma, karşıma bir eski dost çıkıyor, Can çıkıyor, bizim Av. Can Atalay, Gezi Direnişi’nden şu anda Silivri Cezaevi’nde yatan, halihazırda tutsak TİP milletvekili!
BBC World’deki haberin konusu Orhan Pamuk’un “Türklüğe hakaret davası”. İlk duruşma yapılmış, Şişli Adliyesi’nden çıkıyor. Yüzlerce kişi bekliyor onu dışarıda, yüzlerce kişi bağırıyor, çağırıyor ve o protestoların nasıl bir anda lince dönüşebileceğini biliyorum ve çok korkuyorum ve sadece sanık için değil. Onun iki koluna girmiş, sevgili Can ve yine hukuk fakültesinden arkadaşım, eski dava dostum Fırat için. Bu ikisi, Orhan Pamuk’un davasına dahil olmuşlar ve hatta bodyguardı, aralarına almışlar yazarı, yüzlerce kişi arasından geçiyorlar birlikte. Kafasını korumaya çalışıyorlar adamın, birisi bişey atarsa diye. Gerekirse bizim kafamız patlasın adama bir şey olmasın diye.
Haber bitiyor, bir elimde kumanda ve diğerinde Heineken, öyle kalakalıyorum, olduğum yere çakılıyorum ve ilk hissim, ne yalan söyleyeyim, ferahlık!
Orada, o nefret kusan kalabalığın arasında olmadığım için ne kadar şanslı olduğumu düşünüyorum önce. Etrafımda öyle kalabalıklar yok artık ve hatta benim etrafımdakiler, onlardan bir dünya ötede, bir dünya farklı artık.
Baksana neredeyim? Dünya başkentinde, Electric Lady Stüdyo’larında, Brazilian Girls ile. Baksana, neler yapıyorum artık, ne kadar uzaktayım, nerelere gelmişim di mi?
Bu halim, bu geldiğim yer, bu yaptıklarım, başardıklarım, hepsi ne kadar…
Hepsi, ne kadar da anlamsız!
Ferahlamanın ardından bu geliyor işte, bu derin anlamsızlık hali. Ben tünelin diğer ucundan aydınlığa çıktım diye düşünüyorum ama burası mı aydınlık ha? Ne yapıyorum ki? İçiyorum, sıçıyorum, cebime para giriyor, sonra yatıp ve çoğu kez hiç uyumadan kalkıp, yeniden aynını yapıyorum.
Ne anlamı var tüm bu yaptıklarımın? Daha da önemlisi, kime ne faydam?
Hani bir noktada, solculuğu, devrimciliği anlamsız bulmuşum ve başka bir yol seçmişim de, bu çok mu anlamlı? Kuduruk milliyetçilerin arasında kalmış bir yazarın yanında yer almaktan, daha mı anlamlı?
Şimdi düşünüyorum da, bu hayatımdaki ilk anlam kriziydi sanırım, ilk varoluşsal kriz. Hani “Ne yapıyorsun sen?”in bir tık ötesi bu, “Bu yaptıklarımın bir anlamı var mı?” bölümü.
İlki, insanın kendine çok sorduğu bir soru ve de hep de zihnin cevapladığı, ikincisi ise çok daha az soruluyor, ve bunu sadece kalbin cevaplayabiliyor, eğer hala erişimin kaldıysa.
İlkini, “Ne yapıyorsun sen?” sorusunu yani, bu soruyu ben kendime de daha önce sormuştum ama, bana soran da olmuştu, hem de aylar önce.
New York’taki ilk aylarımda, bir Pazar akşamı Nublu’da buluşmuştuk ablamla.
Ablam ben geldikten kısa süre sonra birkaç aylığına Etiyopya’ya belgesel çekimine gitmişti, giderken pek heyecanlı, bazı Etiyopyalı kadınların hayatlarını kurtaracaklar çünkü. Bir yandan da üzgün, ben yeni gelmişim ve doğru düzgün New York’un keyfini çıkaramadan gidiyor, ona hayıflanıyor, ben o yokken keyfini de cılkını da çıkarıcam tabi.
Sonunda dönüyor işte ve ertesi gün, bir Pazar sabahı, parkta buluşmak için sözleşiyoruz. Pek heyecanlı ablişkom, kardeşiyle buluşacak, başından geçenleri anlatacak, Etiyopya’yı anlatacak, çektikleri belgeseli, o kadınların hikayelerini anlatacak, nasıl onlara hayatlarının geri verilmesine şahit olduklarını anlatacak, bu belgeselin bu soruna nasıl dikkat çekeceğini anlatacak heyecanlı heyecanlı. Birkaç seneye Emmy kazanacak bir belgeseli nasıl çektiklerini anlatacak.
Böyle ulvi işler, ulvi konular konuşacak yani, beni bulabilirse tabi, ben yokum o saatte parkta. Yokum çünkü onunla buluşacağım saatlerde hala partilediğimden, gözümü anca öğleden sonra açabilmiş ve onunla anca akşamına buluşabilmişim.
Geldiğinde de yalnız değilim bu arada Nublu’Ya, önceki gece tanıştığım Brezilyalı sarışını tanıtmışım ona ama pek konuşmamışlar, Brezilyalı İngilizce konuşamıyor diye belki de. O sonunda gidince, çenesi açılmıştı ama ablamın:
Ben nasıl bir insandım böyle? Buralara kadar gelmiştim ve bu muydu yani yaşayacağım New York? Sabah akşam partilemek, bu mu? Bir müzesini, bir tarihi mekanını, bir ilginç tarafını keşfetmiş miydim ki hiç? Kaç yaşına gelmiştim, bu muydu yani?
Veya böyle bir şeyler işte, ne dediğini tam hatırlamıyorum ama, off, nasıl öfkelendiğimi, öfkeden deliye döndüğümü çok iyi hatırlıyorum. Öfke sanırım, duymak istemediğiniz gerçeklerin en iyi göstergesi ve ben kesinlikle hazır değilim bu soruya.
Bu “Ne yapıyorsun?” sorusuna zihin cevap veriyor ya, o yüzden ilk aklına gelen de hep para, para kazanmak. O asıl hedef ya, onu yapıyorsan gerisi teferruat:
Bu da nereden çıktı şimdi ya, ne oluyor ya? Çalışıyorum işte, para kazanıyorum, ne var ki bunda? Biraz da eğleniyorum yanında, ne olmuş ki? Kimseye muhtaç değilim, idare ediyorum işte nereden çıktı bu şimdi?
Böyle bişeyler geveliyorum ama hala çok öfkeliyim, bana çok büyük haksızlık yapmış diye düşünüyorum. Neydi yani biraz takıldıysam, hem bissürü insan tanımıyor muydum böylece? Ne yani sergi sergi gezip, her gün parkta jonglör mü seyretmeliyim? Bu da benim New York’umdu, ona da neydi, kim oluyordu ki?
Aslında, benim kurtarıcım oluyordu bir kez daha. Yakından ve uzaktan daha önce defalarca yaptığı üzere, yine benim Kuzey Yıldızım oluyordu.
Ablamın beni kurtarması, hep böyle doğrudan olmazdı. O hep benleydi, ama haberi yoktu. Ön ergenliğimden beri, sağ omzumdaki küçücük koltuğunda oturur ve beni izlerdi:
Ayşın şimdi ne yapardı? diye sorardım sürekli kendime önemli bir karar vereceğim zaman veya Ayşın şu yaptığımı bilse ne hisseder? veya Ayşın’ın karşısına şu kızı manitam diye çıkarsam ne der?
Peki dinler miydim onun gerçek veya hayali sesini? Kesinlikle hayır. Daha doğrusu, hemen değil. Eninde sonunda ama, yavaş yavaş, oraya gelirdim bir şekilde.
Çünkü bilirdim ki, Ayşın doğruyu söyler. Bunun ne kadar az bulunur bir şey olduğunu biliyorsunuz di mi? Hayatınızda hep doğruyu söyleyen, doğruyu bilen bir insanın olması ve o insanın sizin en iyi haliniz olmanız için çırpınıp durması, siz onu duymak istemeseniz bile?
Bunun ne kadar değerli bir şey olduğunu biliyor musunuz, hele ki modern hayatın bu kafa karıştırıcılığı karşısında? Ama buna sonra geleceğiz, en sonda.
Siz ona bakmasanız da, önünüzdeki Caipirinha kadehine sinirden göz yaşları da akıtsanız, o pek öyle sözlerini yumuşatmadan devam eder, sizi bar sandalyesine çakıverir. Niye biliyor musunuz? Çünkü iyi ablalık bunu gerektirir, iyi Kuzey Yıldızlığı. Sinirlenirsiniz, bozarır, kızarırsınız, tamamıyle ve tümden reddedersiniz dediklerini. Ne dediğine değil, nasıl dediğine takılırsınız.
Ama işte, ne kadar debelenirsen debelen, o tohum oraya atılmıştır. Tohum atılmıştır çünkü biliyorsun, doğru olan o. Çünkü aslında, içte, aşağılarda bir yerlerde, biliyorsun yanlış yoldasın. Tohumun büyümesi ama, o senin onun için ne zaman hazır olduğuna bağlı, ve o Pazar günü hazır olmadığım kesin.
O günler, o dönem, hayatımda bir ilki yaşıyorum, ilk kez, sınava girme, ders geçme, mezun olma, tahliye olma, terhis olma, işe girme, sap olma, para kazanma, kendimi kanıtlama, adam olma kaygım yok. Bunun nasıl bir ferahlık olduğunu bilmem bilir misiniz?
Bir şekilde sonunda olmuşum işte, belki bizimkilerin hayal ettiği şekilde değil, ama bir şekilde adam olmuşum işte. Kendimi bildim bileli ilk kez bizimkilerin cebine bakmıyorum, kendi paramı kazanıyorum.
İşte, “Ne yapıyorsun?” sorusuna, “Çalışıyorum, para kazanıyorum"” diyebildiğiniz sürece, kafanız rahat. Çünkü, kendini kurtarabildiğin sürece, kendi paranı kazandığın, dünyaya karşı hiçbir borcun kalmıyor di mi?
İkinci soru ise, Can’la karşılaşmanın bana sordurduğu o soru, o bakın çok daha önemli, işte kalp açıcı olan çünkü.
“Ben anlamlı bir hayat yaşıyor muyum?” sorusu yani ve bu soruyu ilk kez sormam o Electric Lady Studios gecesinedir (pardon, sabahına).
Can’ın karşıma bu beklenmedik sayesinde soruyorum bu soruyu ama çat diye bir cevap falan gelmiyor tabi, cevap 42 bu arada tabi ki, eğer bilmiyorsanız diye diyorum.
Daha baya bir sormam gerekecek bu soruyu ileride ve ikinci kez sormam için bir on küsur sene daha geçmesi. Cevabını (kısmen) bulmam içinse neredeyse bir yirmi sene. Ama oralara sonra geliriz, dizimizin final bölümlerinde.
Hayatın anlamını bulamasam da bu karşılaşma çok kritik benim için, bir dönüm noktası ve şimdi düşünüyorum da, belki tesadüf de değildi ha? Belki de yukarıdakilerin gözüme gözüme sokması gerekiyordu bazı şeyleri anlamam için?
O günler çünkü, büyük bir karar aşamasındayım, bir senem dolmak üzere birkaç haftaya. Kısaca, Should I Stay of Should I Go, onu anlamaya çalışıyorum?
Önce niye kalmalıyım, onu anlatayım: Hem restoranda hem Nublu’da işler iyi gidiyor, hatta İlhan demiş ki, kalırsan, devam edersen, seni manager yapıcam. Bundan iyisi Şam’da kayısı, daha az çalışıp, daha çok kazanmak demek ki ben o sırada ablamdan bile çok kazanmaya başlamışım.
Sonra, beni seven bir manitam var, Chelsea, birlikte yaşamaya bile başlamışız Williamsburg’de ve bu ne demek, Greencard da öyle çok uzakta değil demek. Kızcağızla beraber olmamın, tek olmasa da ana sebeplerinden birisinin bu olduğunu tabi kendime itiraf edecek değilim o zamanlar, “seviyorum yav” diyorum, sanki sevmek zor bir şeymiş gibi.
Sonuç olarak her şey yolunda, güneş yerinde, Chelsea evimde, işler tıkırında.
Diğer tarafta ne var? Dönsem ne yapıcam bu saatten sonra? Avukat mı olucam ha?
29 yaşına gelmişim ve sıfır tecrübem var, benim yaşımda millet neredeyse partner veya ofis sahibi oluyor. Hem sonra bu kadar yurtdışı tozu yutmuşuz, öyle “sıradan” ofislere de yakıştıramıyorum tabi kendimi, yabancı işler yapan bürolar olsun diyorum olacaksa. Diyorum da, hayatımda belki toplam 20 saat İngilicez dersi almışım, sokakta yolumu buluyor, gece hayatında işimi görüyordum da, otur mail yaz deseler patlarım.
Beni dolgun maaşlar, kalem etekli sekreterler beklemiyordu yani, o şans bir kez önüme çıkmış ve ben de buraya gelerek harcamışım. Dönersem, Sultanahmet dehlizleri bekliyor, icra daireleri ve mahkeme kalemleri, oradan oraya koşturma bekliyor, Can’ınki gibi zor bir hayat bekliyor beni.
O kızın yanında duran dallama Aşkın bekliyor.
Electric Lady gecesinden birkaç gün sonra, kafamda bunlar yürüyorum ve evet, kalıyorum abi, tamam hayatın anlamı falan da, yok abi, kalıyorum, dönemem yani, olacak iş değil. Attan eşeğe yine inemem yok, çok net. Yok yok tamam, cevap çok belli.
Yine de bir gariplik var, böyle bir kararı, yaklaşık 4 sene önce de vermiştim, televizyondan ayrılmaya karar verdiğimde. Ne zordu o karar da, biliyordum ama ne kadar rahatlamıştım sonrasında. Şimdi niye rahatlamıyordum peki, neredeydi kardeşim zor bir karar vermenin ferahlığı?
Bunlar kafamda yürüyorum ve sonraki anı ama çok çok iyi hatırlıyorum, East Village’da, Thompkins Square Park’ın içindeyim ve bir ses duyuyorum:
Sen bundan fazlasın.
Parkın tam olarak neresinde olduğumu bile hatırlıyorum bu sesi duyduğumda. O kadar net hatırlıyorum çünkü, bu sesin kafamın içindeki ses olduğunu önce anlamıyorum ve durup etrafıma bakıyorum bir an: satranç oynayan yaşlı zenciler dışında kimse yok. Ne oluyoruz?
Ses devam ediyor:
Hayatını böyle mi geçirmek istiyorsun? Gece hayatında çalışarak, partileyerek, eğlenerek mi? Gerçekten eğleniyor musun? Gerçekten olman gereken yerde misin? Geleceğinde, rehab dışında bir şey görüyor musun? Sen bundan fazlası, bunu biliyor musun?
İki hafta sonra, bolca kucaklaşma ve ağlaşma dolu bir gün, önce Kuzey Yıldızımla, uzun uzun, sonra havaalanında Chelsea’yle, bu kez bol sözlü: “Bu bir ayrılık değil, biz ayrılmadık, geliceksin yanıma, yine beraber olacağız, biliyorsun di mi?”.
New York’a gelişimden bir sene sonra dönüş koltuğuma oturduğumda, içim ferah, götüm tabi üç-buçuk ve şimdi işte tam televizyondan ayrıldığım günkü gibi hissediyorum. Doğrusu buydu, gece hayatı içerisinde kaybolan bir nokta olmak değildi bence kaderim, en azından böyle olmasını umuyordum.
Yol boyunca, o gün parkta kafamın içinde peydah olan sesi düşünmüyorum, nasıl bir sesti yav o öyle, benim kafamın içindeki o klasik sesten, G*t Aşkın’dan çok daha farklı, çok daha, ne biliyim, şefkatli, güzel.
O sesin ne olduğunu, kim olduğunu, nereden geldiğini anlamam için, birazcık da olsa anlamam için, onunla bir daha buluşmam için, yaklaşık bir 15 sene geçecek. Hayatımın en güzel, en güzel ama en güzel deneyimi için yani. Ama buna, dizinin sonunda geleceğiz, son sözlerde.
Gelecek (ve muhtemelen son) sezonda, İstanbul’da görüşmek üzere.
Bu arada, o işaretler gelince, başka yere bakmayın, kulak verin, benim gibi üçüncü işareti beklemeyin e mi?