Romanımla Sana Bir Ses. S02.E02 Disco Adil
Hakanlar’daki İstanbul’a Hazırlık Kampı dönemim, birkaç ay sonra sona eriyor ve eve çıkıyorum. İstanbul’da yaşayacağım dokuz evin ilkine.
Bu ilk ev Beşiktaş’ta, Sporcu Adil Sokak’ta.
Sokaktaki tüm binalar gibi, dünya çirkini, dört katlı bir apartmanın üçüncü katı. Toplam 2 oda, bir salon ve dört ayıdan oluşan bir ev burası. Ayılardan biri Ferhat, hani birinci sezondan hatırlayacaksınız. Hayatımın bana ilk arkadaş ölümlerinden birini yaşatacak, Minnet Notları I’in kahramanı. Diğerleri de yine bizim liseden, Muhammed ve Tarkan.
İki odaya dört ayı fazla, ama buna bile razıyız. Herhangi bir günde ev ahalisi içinde kira verenler genelde azınlıktayız, dört kişi kaldığımız neredeyse hiç görülmemiş. Evde çok şey eksik ama insan katiyetle eksik olmuyor.
Mesela kalorifer yok, bu da bizi kısa sürede elektrik nasıl kaçırılır, öğrenmek zorunda bırakıyor ve kısa sürede yakalanıyoruz tabi. İşin püf noktası, elektriği kaçırmak değil, memura yakalanmamak. Onun püf noktası da, sayacı saymaya geldiği günleri tespit edip, o birkaç gün sayacı eski haline getirmek, elektriği kaçırmamak. Onun püf noktası da, o günler geldiğinde gece deli gibi içmeyip, sabah makul saatte uyanabilmek.
Yakalanıyoruz ama bir daha yakalanmamak üzere yakalanıyoruz. Sevgili Bedaş memurumuz, bize çok daha sofistike bir düzenek yapıyor saolsun, yarım kira karşılığı.
Biliyorsunuz öğrencilik demek yokluk demek, evde herhangi bir konfor olmaması demek. Alafranga tuvalet bulunca öpüp başına koyuyorsun ve kusarken kafanı.
Bizimki de yokluk anlamında diğerlerinden pek farklı değil, ayrıldığı nokta, odanın ortasında. Bizim evde, her ne hikmetse, salonun orta yerinde bir ardiye var. Duvarın içine oturulmuş, kocaman, yaklaşık heralde 5-6 metrekare, ayakta altı oturarak dört ayı büyüklüğünde bir ardiye.
Peki ardiyeye insan niye sevinir? Ardiye ne işe yarar?
Öğrenciyiz sonuçta, ekstra eşya diye bir mefhumumuz yok. Büyük ihtimalle, salondaki sobanın odunlarını istiflemek için yapmış yapanlar da. Ancak yapanlar bizim nasıl kullanacağımızı bilseler, eminim yapmazlar, muhafazakar insanlar.
İçine geçip, muhabbet ediyoruz mesela, salon dururken niye burası, orasını bilmiyorum. Çocukluğumuzu yaşayamamış ayılarız sanırım. Şimdi düşünüyorum da, ilk erkek çemberlerimizi burada yapmışım, ilk “safe zone”umuz.
Genelde zaten makara kukara yapıyorduk, ardiyeye girdiğimizdeyse sanki orada muhabbet bir daha derinleşir, bir daha samimi olurduk. Göt göte ve herkes birbirinin tokat hizzasında olduğundan, bir daha dikkat ederdik muhabbetimize. Sonra sıcak aylarda, bir nevi sauna görevi de görürdü, “sweat lodge”ımız oluverirdi, bunun ne demek olduğunu öğrenmeme daha bir 25 sene var.
Ardiyenin en güzel zamanları, ot bulduğumuz zamanlardı. Kırk yılın başı, şans yüzümüze gülmüşse, hemen depocuğumuza doluşurduk ki dumanından yeterince faydalanalım, heba olmasın. Sonra içeriye müzik setinin hoparlörünü de koyar, kendi kendimize takılırdık. Ferhat, arada çakmak çakar, disko ışığı yapardı, biraz dans da ederdik götlerimiz birbirine vura vura.
Disco Adil derdik o haline.
Disco Adil çok nadir olan bir şeydi elbet, öğrenciyiz, parasızız. Hepimiz İstanbul’da çömeziz sonra, buraların Tenekeli Mahalle’ye gitmeye o zaman henüz götümüz yemiyor.
O nedenle, ekmek bulamayınca, baliye dadanmış, Disco Adil’e elimizde torbalarla girmeye başlamıştık. Bali torbalarımız ama havalı, ziplocklı torbalar, hani ev ve bina az koksun derdindeyiz. İçindeyken anlamıyoruz tabi, dışarı çıkıp, temiz havadan evin havasına girince fark ediyoruz ölüm riskimizi.
Bali ve tinere dadanmamızın sebebi erişim kolaylığı ve ucuzluğu elbet. Nalbura gidip “evdeki parkeler kalktı” diyorsunuz o kadar. Hatta bizim kadar sık giderseniz, bir şey demenize de gerek kalmıyor, nalburumuz içeri adım atar atmaz baliyi önümüze koyuyor, mahallede adını bildiğimiz tek esnaf.
Mesai saatleri sonrası ama iş zorlaşıyor, hele ki ayakkabı boyacısı çocuklar da evlere dağılınca. Gece saatlerinde hele çok yaratıcı olmak zorunda kalabiliyoruz.
Bir gece ev ahalisi, o zamanlar öğrenci barlarıyla dolu Beyoğlu’nda, Sıraselviler’deki Haydar’da tüm harçlığı sulu bira ve tekilaya yatırmış eve dönüyoruz. Kemancı’nın önünde yatan bir tinerci çocukla göz göze geliyorum bu sırada, gerçi onun gözler kapalı.
Eğilip uyandırmış ve tinerini satın alıp alamayacağımızı sormuştum. Çocuğun önce gözler açılmıştı, bir süre sonra da kafası. Hayatında ilk kez bu soruyla karşılaşıyormuş gibi bir hal içinde. Ciddi olduğumuzu anlayınca, “bu size yetmez abi” diyerek, benle Laz’ı, Dolapdere’nin derinliklerine, tiner kaynağına götürmüştü. İyi çocuktu, başımıza bir şey gelsin istememişi beni Tarlabaşı Caddesi’nin kenarında durdurmuş “buradan sonra sen istersen gelme abi” demişti. Laz’ın bıyıklar var sonuçta, benim gibi yumurta gibi diil.
Disco Adil’e sığmak pek öyle kolay iş değil, ben hariç herkes birer ayıcık.
Muhammed ve Tarkan özellikle birer dev, onlar da Ferhat gibi bizim lisenin üst döneminden. Muhammed, basket takımının kaptanı, smaç yapması ve geniş omuzlarıyla okuldaki tüm kızların gözdesi ve en güzellerinden biriyle çıkıyor hala.
Tarkan’ın ise ondan bile geniş omuzları ve ufak bir kavun büyüklüğünde pazuları. Ev ahalisinde kimsenin derdi okuduğu okul değil, Tarkan’ın da öyle ve onun derdi manken veya oyuncu olmak. Oyuncu olamayacak ama birkaç sene sonra, Best Model bilmemkaçıncısı olacak haberi yok.
Erkeklerin bacaklarını jiletlediğini ilk kez Tarkan’da görmüşüm, sonra Lance Armstrong’da. Eve arada aynı kast ajansından diğer manken ve oyuncu adayı arkadaşlarını getirir, biz de ellerimizde torbalar onları seyrederdik hayran hayran. Kenan İmirzalioğlu’nu da böyle bir akşam tanımış, gözüne kaşına hayran kalmıştım.
Biz Kenan’a bakarken, o da evi inceliyor. Gözlerini eklektik duvarlarımızdan ayıramıyor, nasıl insanlarız biz merak ediyor belli ki. Bir duvar eski Türk filmi afişleriyle kaplı, o zamanlar çok komik buluyoruz bu afişleri, pek popüler işte Dünyayı Kurtaran Adam falan. Atlas Pasajı’ndan alıyoruz onları o zaman.
Sonra benim devrimci köşem de var, kocaman bir Che posteri, altında ‘Hasta La Victoria Siempre’ yazıyor. Bir duvarda başka bir göz ağrımız var, Hollanda’dan aldığım bir poster, bunda bişey yazmıyor, dev bir üçlü var sadece, bu işte evimizin en cool şeysi.
Bir de yedek ayımız var, nev-i şahsına münhasır bir alt komşumuz. Muhammed’in İzmir’den kankası Can, o da voleybolcu ve işte tahmin edersiniz, kolları bacakları.
Bizim eve, merdivenlerden değil, sırf yapabiliyor diye, arka balkondan tırmanarak giriyor. Bir anda salonun ortasında belirince insanın ödü kopası geliyor, kopmuyor ama, çünkü alışığız bu girişlere, eve çat kapı giren bir tek o değil. Evimiz çoktan han olmuş, akşamcı hanı.
O zamanlar akşamcı öğrenciler için, öğrenci evi önemli, hele ki Taksim’e yakın evler ve özellikle de hafta sonları. Okuldan arkadaşlarımızın çoğu öğrenci yurtlarında veya İstanbul’un anasının nikahındaki mahallelerinde yaşıyor. Taksim’e indiklerinde ve özellikle de fazla kaçırdıklarında, geriye dönmek baya zorlaşıyor tabi, Maçka Parkı hiç tekin değil bir de o aralar.
Biz de kısa süre alışmışız, gecenin bir noktasında eve Muhammed’in peşinden 4-5 İstanbul Üniversitesi Avcılar Kampüsü ayısının dolmasına. Başlarda homurdanıyoruz ve tabi o sırada bilmiyoruz, bunlar güzel günlerimiz.
Eve çıkmamızın üzerinden birkaç ay geçmeden, evimiz bir efsane gibi kulaktan kulağa yayılıyor:
“Beşiktaş’ta bir ev varmış, kimseyi dışarda koymuyolarmış”.
Bu şehir efsanesinin peşinden çok öğrenci koşuyor, gecenin bir vakti kapı çalıyor, karşımızda Gitane’da bir milyonluk tekilaları yuvarlayıp, üstüne başına kusa kusa gelmiş bir tip. Ehh ne yapacan, sokağa ataman. İyice boku çıktı bizim evin diye düşünüyorum o zamanlar ama meğersem bunlar da hala iyi zamanlarıymış.
Bir noktadan sonra o kapı da çalmamaya başlıyor, çünkü kapının kilidi bozuluyor. Herhangi bir kartla rahatlıkla açılıyor artık. Ehh kapıyı açabiliyorsan, niye çalasın ki di mi?
Gecenin bir vakti, tık diye kapı açılmaya başlamış artık, evin salonuna hiç tanımadığımız insanlar dolmaya. Bir sabah, karşımda, yani genelde sevgilim olarak kullandığım yastığımın üzerinde bir elemanının kafası. O bana ben ona bakıyorum ve o beni gördüğüne daha şaşkın nasıl oluyorsa.
Neyse, ev hali böyle, ama Disco Adil’e girmek öyle herkesin harcı değil. Seçkin bir azınlığın giriş hakkı var ve yine kutlu bir gün, azcık ot bulduğumuz bir gün, Disco Adil yapıyoruz, Muhammed ve Can ve ben.
Üç kişi, üçümüzde de sadece The Don, havalar ısınalı olmuş baya. Niye King Crimson çalıyor, bunun nesini seviyorlar anlayamıyorum ama değiştirecek halim de yok, zaten çoktan paranoyak olmuşum. Muhammed ve Can konuşsun istiyorum, konuşsun ki kafam Merve’ye gitmesin, onu düşünmeyeyim, onu düşünmek beni kötü yapıyor, hele bu haldeyken...
Merve evimizin diğer demirbaşlarından, yastığımın baş tacı, İstanbul’daki ikinci aşkım.
Merve’yi de annesini de Hakan’dan tanıyorum, aile dostları. Merve gibi annesi de pek hoş hatun ve müthiş bir caz koleksiyonu var. Stan Getz, Joao ve Astrud Gilberto ve Bill Evans’la sayesinde tanışıcam örneğin. Hayatımda en çok dinlediğim albüm olacak Getz/Gilberto.
Merve’nin annesi havalı ve entel olduğu kadar, eski de bir devrimci ve hatta ÖDP’li. Bu yüzden de evlerinin kapısı bana hep açık, hatta sayemde, sadece bana da değil, bizim ev ahalisine.
Çok yakında oturuyorlar ve “ev yemeği” bahanesiyle sık sık bu eve gidiyorum. Derdim yemek değil elbet, Girl from Şair Nedim Caddesi. Eve girerken annesi “bu koku da ne?” diyor genelde, ben de parkeler kalktı da evde diye anlatırdım. Merve evimizde parke olmadığını bilirdi ama annesine söylemezdi, cool kızdı, bana fazla cool.
Henüz 18’ine basmış, çok hazırlık okumaktan hala kolejde son sınıfta, ama görseniz, sanki yedi hayat yaşamış gibi. Bu hayattan çok da bir beklentisi yokmuş gibi bir de, çok da ciddiye alınması gerekmezmiş gibi. Bir ayağı sürekli dışarıda, hayatındaki her şeyi ve herkesi bir anda bırakıp gidebilir bir hava. Pek rahat bir de, herkesin ama özellikle erkeklerin ve kendinden büyük erkeklerin yanında.
Sürekli, bağıra çağıra No Doubt’tan Don’t Speak söyler, annesinin Küba’dan getirdiği Che Guevara kasketi olmadan gece dışarı çıkmazdı. Bir garip havalar cıvalar, pek eklektik, başkası yapsa yakışmaz ama ona yakışıyor, pek cool hep.
Yüzü belirli açılardan güzeldi, ben her açısına bayılırdım ama. Yanındayken kafam hep karışık, içim hep sıkışık. Yine de bir şekilde bir gece Gizli Bahçe’de onu öpmeyi başarmışım, artık nasıl olmuş bilmiyorum.
Böylece ilk üçün şu şekilde değişmiş:
Merve’yle öpüşmek,
Marmara Hukuk’u kazanmak,
B.A.L’a Hazırlık’tan girmek.
Gizli Bahçe sonrası, ertesi akşam, yine Merve’lerde toplanmıştık, annesi yok, o yüzden de benim evin tüm ahalisi oradayız. Merve bana sanki bu olay hiç olmamış gibi davranıyor, hani hem her zamanki samimiyette, gel gör ki sanki aramızda hiçbir şey olmamış gibi. Gel de delirme.
Ben, herkesin önünde onu öpmek, aramızda bir şeyler olmuş olduğunu yedi düvele göstermek için deliriyorum. O ise neşeli bir şekilde, makarnayı hazırlayıp sofrayı kuruyor, tüm esprilere katılıyor ve herkese gülücük saçıyor.
Onu, bu halde, mutlu bir pıtırcık olarak görmek içimi parçalıyor. Gözlerinde bana dair en ufak bir söz yok. Şaraplar içilip, heyecanla yaklaşan yılbaşı planları konuşulurken, içime bir karanlık çöküveriyor. Masaya, etrafında oturan insanlara, dönen muhabbete ne kadar uzakta olduğumu izliyorum bir süre, kimseye de anlatamıyorum derdimi, içim yanıyor ama yandığını da belli etmemem lazım. Edersem bir daha mümkün değil o dudaklara erişimim olmaz.
Yemek bitip, herkes uzadıktan sonra baş başa kalıyoruz. Gitmemi istiyor mu, istemiyor mu bir türlü anlayamıyorum? Masayı toplayıp, ışıkları kapatıyor ve sanki 5 senedir evliymişiz gibi, yanımda dişlerini fırçalayıp, annesinin yatağına yatıyor, yanında benle. İstanbul’da ilk kalp kırıklığı hikayem böyle başlıyor.
Bu şekilde, birkaç ay birlikte oluyoruz. O birkaç ay boyunca, ayağı hep dışarıda biliyorum. Bana aşık değil, beni pek ciddiye de almıyor, bunları da. Yanında hiçbir zaman kendimi rahat hissedemiyorum. Salak değilim, benle sevişmekten zevk almadığının da farkındayım ve ahhh dostlar, işte eeen çok bu koyuyor.
Disco Adil’de o gün otururken işte, Merve’yi düşünmemeye çalışıyorum, içim sıkışıyor düşündükçe, biliyorum yakında tekmeyi yiycem. O belirsizlik hali yok mu oo belirsizlik hali, ooof o delirtiyor işte. Bunlardan daha çoook yaşıycam hayatımda..
Muhammed sazı alıyor bir noktada Allah’tan, ohh diyorum içimden anlatsın da bişeyler kafam dağılsın. Önce biraz kem küm ediyor, sonra Merve’den bahsetmeye başlıyor. Ulan ya diyorum anlat okuldaki kızları anlat ne biliyim basket falan anlat Merve nereden çıktı?
Şuradan çıkmış: üzerinize afiyet, meğersem o da Merve’yle bir gece beraber olmuş. Ama benle çıkmaya başlamadan önceymiş, ama yine de içi içini yiyormuş, söylemek istemiş.
Hay senin içini s**** diye küfrediyorum, içimden tabi.
Şimdi benim yerime kendinizi koyun, o Disco Adil’desiniz ve karşınızdaki eleman, yani bir basket takımı, bana biricik, gepgenç sevgilimle olmuş olduğunu anlatıyor. Yani ne yaparsın? Kıskanmaya hakkım yok, dövmek istesem şansım.
Tek yapabileceğim sevişmelerini gözümün önüne getirmemek. O da mümkün değil, üzerinde sadece The Don’la oturmuş, nereye baksam Muhammed’in kolu, bacağı pazusu…
Bir an önce atmak istiyorum kendimi Disco’dan ama Muhammed de bir cevap bekliyor. “Ya tabi ee olur öyle” falan bişeyler geveliyorum. Ne diyeceksin, “bana niye söylüyorsun bu durumu aklımı mı yememi istiyorsun?” diycem?
Tam çıkıcam, Can söze giriyor. Önce yine bir kemküm, sonra o da Muhammedle aynı itirafta bulunuyor. Onunki de bizim çıkmaya başlamamızdan önceymiş ama, yine de biliyim istemiş.
Gerisin geriye Disco Adil’in duvardan duvara halısına çöküveriyorum. Çıkacak halim yok ama Allahtan Muhammed ve Can çıkıyorlar, yalnız bırakıyorlar beni. Bir süre daha zihnimde koca koca penisler ve onlardan kumdan kale yapan bir Merve, bu şekilde yanıyorum Disco Adil’de.
Sonunda içeriden çıktığımda artık ne kadar zaman geçmiş bilmiyorum, hava kararmaya başlamış. O sırada da bir çığlık!
Salondaki kanepede, hanım hanımcık, güzel mi güzel bir hatun kişi. Alla alla diyorum, Yaradan sesimi duydu içerde, bana birini mi gönderdi? Yoksa çok mu kaçırdım Disco’yu? Ben ona melül melül bakıyorum, ben ve tertden sırıl sırıl olmuş The Don’um, o hala “neler oluyor, kim bu diye” çığlıklar atıyor.
O sırada Tarkan koşarak giriyor içeri, elinde içki bardakları, görür görmez beni belalar okuyor. Meğersem evi boş bilip yeni tanıştığı ilkokul öğretmeni kız arkadaşını getirmiş, ben Disco’da aklımı peynir ekmekle yerken.
Bundan sonra olanları tahmin edersiniz sanırım. Merve’yle hızlıca boka sarıyoruz, çünkü ben bildiklerimi içime atıyorum tabi ve o bildiklerim içimde gurul gurul, kımıl kımıl. Merve’ye bir şey diyemiyorum, ne diycem, ortada aldatma yok bir şey yok. E bildiğimi de bilmiyor olamıyorum, iyice saçmalıyorum ben de, ne zaman dışarı çıksak, kız sanki uçurtma, öyle bir yapışıyorum ki ona ve ben yapıştıkça o kaçmak istiyor, haklı. Sevişmelerimizin büyük kısmı özür dilememden ibaret.
Neyse ki, çok geçmeden Merve Genç Aşkın’ın Acıları’nı uzatmıyor, fişi çekiyor. Gerçi, bir ayrılık konuşması da hatırlamıyorum. Belki de tarihteki ilk ghosting vakasıdır.
Sporcu Adil’deki evden 1997 Temmuzunda ayrılıyoruz. Muhammed’i bundan sonra bir defa daha göreceğim, sonra bir daha kendisinden hiç haber almayacağım. Can’ı ise bir daha hiç. Mankenimiz Tarkan’ı göreceğim ama televizyonda.
Ferhat’la yollarımız bu evde ayrılacak ve iyi de ayrılmayacağız. Sonra o, çok geçmeden önce Türkiye’den, sonra bu dünyadan ayrılacak…
Merve benden sonra, bir Çarşı Tribünü lideriyle çıktı, hatta el ele bize de geldiler saolsunlar. Sonra eleman cezaevine girdi, Merve hayatına devam etti. Aradan geçen 20 küsür senede birkaç evlilik ve aynı sayıda boşanma yaptı. Şimdi birkaç köpeği ile hayvan hakları savunuyor ve seçimlerde sandıkta görevlisi oluyor.
Minnet Notları III.
Ömer’e.
Sporcu Adil’den daha çok kişi geldi geçti, gelmeleriyle geçmeleri arasında da baya zaman geçti. Hele bir ara, evde yaşayanlar arasında kira ödeyenlerimiz azınlıktaydı. Öyle bir curcuna, öyle bir full terelelli hali.
O terellellinin en güzel yanı ise Ömer’di.
Tam bizim sokağın köşesinde takılan, önceleri “şehir eşkiyası” sandığımız, sonra Çarşı Tribün liderleri olduğunu anlayıp, sabah akşam gezmeye başladığımız bir grup vardı. Ömer de bu grubun etrafından ayrılmayan bir sokak çocuğu.
Güneydoğu’da köyleri boşaltıldıktan sonra İstanbul’un bir gecekondu mahallesinde kendisini bulmuş bir ailenin, bir sürü çocuğundan biri. Dayaktan sokaklara kaçmış. Ne zaman, nasıl bizde kalmaya başladı, tam hatırlamıyorum. Ama bir gün bir baktık, onsuz bir şey yapmıyoruz, biz nereye o oraya.
Ortaköy sahiline içmeye giderken, Mimar Sinan’ın, Galatasaray Üniversitesi’nin bahar şenliklerine gizlice girerken, (eski) Kadıköy Vapur İskelesi’nin önündeki küçük çay bahçesinde jigolo olma hayalleri kurarken hep bizimle.
Bizden biraz uzakta durur, birkaç adım geriden yürür, konuştuklarımızı dinlemez gibi yapar, sonra yapılan espriye hepimizden önce katılarak gülerdi. Aynı anda gözyaşları ve sümükler fışkırırdı suratından.
Ömer’in kahkahalarıyla biz de hepten coşar, ona sarılarak Çırağan Caddesi’nden evimize yürürdük. Seneler sonra, sadece Gezi’ Direnişi’nde hissedeceğim böyle bir kardeşliği, böyle bir kabile hissini, oraya ama, o güzel günlere, bilahare geleceğiz.
Ömer, Sporcu Adil’deki son günümüze kadar bizde kaldı. Taşınmamıza da yardım etti. Kolileri aşağı indirirken hem gülümsüyor, hem de arada gözyaşlarını tutamıyor. Aslında sert çocuk ha, sokakta yaşıyor sonuçta ama işte o gün öyle.
“Görüşücez oğlum, ağlama” diyorum ama yalan söylediğimi ben de biliyorum. “Boşver Aşkın abi” diyor sonra da, “ben çok sevdim sizi.”.
“Biz de seni çok sevdik be Ömerim” diyememiş, kamyonete atlayıp uzaklaşmıştım. “O zaman beni niye yanınıza almıyorsunuz” diye sorar korkusundan heralde. Ne boktan bir korku di mi? Bu arada, demezdi de ha öyle bir şey, söyleyemezdi, fazlalık olmak istemezdi çünkü hiç, şehre fazla gelen bir çocuk olarak.
Hayatın insana nasıl zor bir el dağıtabileceğini göstermişti bana Ömer, İstanbul denen insan öğütme makinasının mazgalları arasından yitip gitmek ne kadar kolay.
Arada düşünüyorum onu hala ve “umarım sağdır” diyorum. Ömer gibileri düşününce, önce “umarım sağdır” diyorsunuz, “umarım iyidir” sonra geliyor.
Biraz geç de olsa Ömer’im, biz de seni çok sevdik ya.
Hayat umarım seni kıyıya ulaştırmıştır güzel kardeşim.
Aşkın abin.