Romanımla Sana Bir Ses. S02.E03. Okul Devrimciliği 101
Disco Adil’in ardından, 97 Eylül’ünde İstanbul’daki ikinci evime taşındım. Erenköy’de Ethem Efendi Caddesi’ne yakın bir apartmanın bahçe katı. İstanbul’da ve okulda ikinci senem. Bu evde ama sadece iki ayıyız, Disco Adil’in kalabalığından biraz ağzım yanmış.
Bu kez Hakan var sadece ev arkadaşı ve ama o da yok, ara ki bulasın. Yok çünkü o da kendine güzel sanatlar fakültesinde yeni bir kabile oluşturma peşinde. O kabile de sonra benim kabilem olacak, beni sonraki turlarla, oyunun yeni bölümleriyle, farkında bile olmadığım bir dünyayla tanıştıracak. Ama oralara sonra geleceğiz.
Ethem Efendi’deki ev, pek matah bir ev değil. Bu İstanbul’da yaşayacağım toplam dokuz evin ikincisi ve belki de bu yüzden, çok hatıram da yok bu evden.
Bir sabahı hariç.
1997’nin son günlerinden bir sabah. Hani bazen meditasyon yaparken derler ya kendinizi çok güvende, mutlu hissettiğiniz bir yerde ve anda düşünün diye. Bu sabah işte bunun tam tersi.
Alarm çaldığında henüz tan yeri ağarmamış bile. Hani uyanır uyanmaz günün meseleleri kafanızın içine doluşur ya çok aceleleri varmış gibi. O sabah da farklı değil, günün meseleleri daha ağır bu arada, o yüzden de, tavana bakarken ben kafamın içindeki ses bana yalvarıyor; “Çıkma yataktan” diyor , “sakın çıkma, koy kafayı geri yastığa”.
O ses bir kez daha beni korumaya çalışıyor. Biliyor çünkü, salak değil.
O yataktan çıkar ve yapmam gereken şeyi yaparsam, bir daha o yatağa dönememe ihtimalim yüksek. Hadi döndüm diyelim, bu hemen olmayacak. Olduğunda da tek parça olarak olmayacak bu, uzuv veya kemik sayım değişmiş olacak büyük ihtimalle. O yüzden diyor ki, sakın çıkma, gözlerini kapat, yat uyu, uyandığında zaten geçmiş gitmiş olacak.
Bense tabi ki dinlemiyorum o sesi. Bu bana sürekli doğru, güvenli yolu fısıldayan, hatta bazen bağıran bir eşşolusu yaşıyor kafamın içinde. Ve ben onu genelde hiç dinlemiyorum, hatta tüm bu hikayem biraz nasıl da bu sesi dinlemediğimin hikayesi olabilir. Bu yüzden başıma açtığım çeşitli belalardan kurtulmaya çalışmamın hikayesi. Sonunda ise, aslında bir başka sesin daha varlığını keşfetmemin hikayesi.
Neyse, uzatmayalım, o sabah işte, biliyorum kalkmasam gitmesem daha iyi, yine de kalkıyorum, bok sürdüremem taze devrimciliğime.
Şimdi 6 Kasım’la birlikte virüsü kapmışım. Böylelikle ikili hayatımın birini, gündüz hayatımı, Anadolu Yakası hayatımı yani, tamamen Özgürlük ve Dayanışma Partisi ve okuldaki devrimci mücadeleye adamışım. Diğer hayatım, gece hayatı kariyerim yani, o da paralelde son hızıyla devam ediyor, oraları bilahare anlatıyor olacağım.
Kendimle ufaktan gurur duymuyor değildim. Üniversiteyi kazanmadan önce, henüz birkaç sene önce yani, yaz tatili için geldiğimde İstanbul’a, Kadıköy’de Güğüm’e gitmiştim. İçim gitmişti oradaki, sonra Mis Sokak’taki solcu öğrencileri görünce ve baksana, şimdi biri olmuştum işte.
Sonra sadece öğrenci de değildi etrafımdakiler, ÖDP’de maşallah ne arasan vardı, her türden solcu, muhalif: Yozgatlı Alevi marangoz, Sökeli eski Kurtuluşçu eski kömür işçisi, Ermeni Troçkist, feminist hareketin kurucuları, fizik profesörleri, banka soyguncuları, eski TDKP, TİP, Dev-Genç kurucuları, senelerce kitaplarda isimlerini okuduğum, uzaktan uzaktan hayran olduğum insanlar bunlar ve toplamda üç tane de güzel kız.
Ne arasan var anlayacağınız ve ben bu insanların arasında olmaya, onlarla bildiri dağıtmaya, afiş asmaya, eylem yapmaya bayılıyorum. 80 öncesi hikayeleri dinelemeye, hele o hikayelerin başkahramanlarından dinlemeye, “Vay be abi” demeye bayılıyorum.
Eğlencemiz de eksik değil, seviyorlar içmeyi ve ben, beni artık biliyorsunuz zaten, mücadelenin en sevdiğim bölümlerinden biri bu, bu insanlarla aynı rakı masasında şarkılar, türküler söylemek yani (hele ki ‘Güneşin sofrasındayız, dostların arasındayız’). Rakı masasından sonra bir eski tüfeğin evine geçip Stan Getz veya Ahmed Arif dinlemeye, sonra o kafayla afişlemeye çıkmaya bayılıyorum. Koskoca eski Dev-Sol şefinin “Aşkın bugün okul gergin miydi?” diye sormasına bayılıyorum.
Bir bokun, hem de çok güzel bir bokun parçası olmaya bayılıyorum. Doğru yerde, doğru insanlarlayım, seviyor ve seviliyorum. Belki de hayatımda ilk kez kendimi yuvamda hissediyorum.
Ha bu arada bokumuz da gittikçe büyüyor, renkleniyor, güzelleşiyor, yeni yeni insanlar katılıyor, herkes bizim bokumuzdan haberdar. Umut var yani. Hem de pek nefis bir umut.
Anadolu Yakası’ndaki ÖDP hayatım böyle işte. O binaya günde kimbilir kaç kez girip çıkıyorum, yok Cuma toplantılarına katıl, yok gençlik grubu toplantılarına katıl, yok “Kadıköy’ü Kızıla Boyuyoruz Toplantıları”na katıl ya da hiç bir toplantı yoksa, git bir eski tüfekle satranç oyna ve uzun Maltepe’lerini nezaketen reddet (o kadar da solcu olamıyorum).
Anadolu Yakası hayatımın bir diğer yarısı ise, işte öğrenci hareketi, okul devrimciliği. Okul devrimciliğinin ana teması da “faşizmle mücadele”.
Pek uzun zamandır okullarda bir bok olmadığından, bu “faşizmle mücadele” olayı da tabi insanların kafasını karıştırıyor. “90’larda da var mıydı ya olaylar?” diye soruyor çoğu. Haklı, sanırım bizim dışımızda kimsenin haberi yoktu bu bizim mücadeleden, çatışmalardan. O yüzden, faşizmle mücadeleyi siçin biraz açayım, öncelikle yarışmacıları tanıtayım:
Okul nüfusu (1) Devrimciler, (2) Ülkücüler, (3) İslamcılar ve (4) Diğer olarak dörde ayrılıyor.
Son grup, diğerleri yani; lümpenler, ciksler, tikiler, burjuvalar (bunların arasındaki fark ne ben de bilmiyorum), Kemalistler, apolitikler ve güzel kızlar yani okul nüfusunun yaklaşık %95’ini oluşturuyor. Kalan yüzde üç biz isek, eh kalan yüzde 1 de “Gericiler”, yani Ülkücüler ve İslamcılar’ın dahil olduğu grup. Biz devrimcilerin kaça ayrıldığına ise dilerseniz hiç girmeyelim.
Ülkücülerin sayısı, hemen her kampüste solculardan çok daha az. Biz devrimcilerden bile daha apopüler bir grup yani. Yine de genelde, dayak yiyen ve geceyi nezarette geçiren biz oluyoruz. Çünkü iş adam pataklamaya gelince Ülkücüler de memleket esnafı gibi, sayıca ve/veya silahça çok üstün olmadıkça bulaşmıyorlar. Bizim Ülkücüler de dışarıdan bir kamyon satırlı ve silahlı kankitolarını getirip, o şekilde saldırır, bizi dümdüz edip çıkarlardı. Bunun istisnaları olacaktı ve evet, oraya sonra gelicez.
Ülkücülerle bizi ayıran en önemli husus ise, yani o zamanlar çok fazla husus var sanıyordum ama şimdi bakıyorum da yokmuş, bizleri ayıran en önemli husus, farklı mahallelerde doğmuş olmamız. Farklı ailelere doğmuş olmamız. Hani mesela ben büyük ihtimalle babam sağcı diye solcu oldum, bu aynı şekilde onlar için de işlemiş olabilir. Bilemiyorum. Fiziksel olarak çok yakınlaşmamıza rağmen çatışmalarda, kendileriyle oturup iki kelime etmişliğimiz, bu konuları konuşmuşluğumuz yok.
İslamcıları ise Ülkücülerden bile daha az tanıyoruz. Onlar daha kapalı bir grup, üstüne bizim kampüste zaten pek sesleri çıkmazdı. Bir de hani Ülkücüler yine içiyor sıçıyor, kızlara falan asılıyorlar, ortak noktalarımız var, İslamcılar’da o da yok, o yüzden İslamcılar bizim için yok gibi bir şey.
Yarışmacıları tanıdınız, o halde şimdi size biraz oyunun kurallarını anlatmama izin verin:
Öncelikle, kendinize bir grup seçmeniz lazım. Bağımsız devrimci olmaz. Daha doğrusu olur da, çok dayak yer.
“Sizce bana en uygun devrimci grup hangisi?” derseniz, çok yardımcı olamayacağım. Çok fazla var ve tek tek saymak mümkün değil, devrimciler bölünerek çoğalabileceğinde ısrarcı hala.
Grup, fraksiyon, örgüt adları da çok bir ipucu vermiyor. Hani bir yarışma programında olduğunuzu düşünün, Bir Kelime Bir İşlem gibi mesela, ve devrimciler de “Devrim”, “İşçi”, “Sosyalizm”, “Komünizm”, “Halk” ve “Ezilen” kelimeleri verilmiş (“Türkiye” joker kelime) bir grup yarışmacı. İşte bu kelimelerden boyna parti/örgüt/ dergi çevresi ismi yaratıp duruyorlar.
Velhasıl, bir şekilde bir grubu seçtiniz diyelim, tebrikler, artık devrimci bir öğrencisiniz ve şimdi sırada beklemek var. Öyle, bildiğin bekliyoruz. Mahpus nasıl yata yata geçerse, devrimci öğrencilik de bekleye bekleye. Peki diyeceksiniz, bu insanlar neyi bekliyor?
Devrimi değil hayır, onu bana kalırsa en büyük önderler bile beklemiyor. Okulda da beklediğimiz o değil, okulda beklediğimiz iki şey: biri afiş diğeriyse faşist saldırı. İkincisi de birincisine bağlı.
Birinciyi yapmasanız diğeri muhtemelen olmayacak. Yani afiş asmasan, saldırı da olmayacak ve böylece hem beklemekten hem de dayaktan yırtıcaz ama, öyle olmuyor.
Biraz kafanız karışmış olabilir, şöyle açıklayayım:
90’larda öğrenci hareketi demek, afiş asmak demek. Ota boka, her konuya ve her yere afiş asmak. Sadece asmakla da olmuyor, bakarsan bağ bakmazsan dağ olurmuş , biz de bakıyoruz afişlerimize. Niye? Anlatıcam. Ama afişsiz olmaz, onu bilin, mutlaka afiş lazım.
Afiş haricinde de bir şeyler yapıyoruz. Yazıp çiziyoruz, dergi çıkartıyoruz, kimsenin okumadığı, bırakın okumayı, bok böceği muamelesi yaptığı dergiler. Aramızda kalsın, o derin analizler yaptığımız dergilerimizi, biz kendimiz bile okumuyoruz, tek kazanan Türkiye fotokopicileri.
Biz devrimciler eğlenmeyi bilmez diyenlere yanıt, her bahar, bahar şenliği yapıyoruz okulda. Başı “Koma” (“Koma Amed” pek popüler mesela) veya “Grup” (Koma’nın Türkçesi yani) ile başlayan ne kadar protest grup varsa onları dolduruyoruz okula.
Zaten normalde kimse yanımıza yanaşmıyor, güzel kızlara hayatımda en uzak olduğum dönem. Bu bahar şenliği günlerinde, tam cüzzamlı gibi davranılıyoruz. Biz halaya dururken, güzel kızlar tıpış tıpış uzuyor okuldan, sadece onlar değil, onlarla beraber okulun geri kalanı. Bu tenhalıkla gelen sessizliği, Terörle Mücadele’nin telsizleri dolduruyor.
Bu şenliklerin zirve noktası, Metallica@İnönü Stadyumu veya Jimi Hendrix@Woodstock yani, Grup Yorum getirmek okula. Çok büyük olay, her kampüsün becerebileceği iş değil.
Bir de grup üyeleri sürekli cezaevine girdiğinden olsa gerek, kadroyu geniş tutuyorlar, konsere bir çıkıyorlar yepyeni yüzler, tek ortak nokta bıyıklar, sakallar. Bu sırtlarında bağmalamalarla gelenler Grup Yorum mu yoksa hiç alakasız tipler mi bilemiyorsun, sormak da olmaz. Anında devrimci şiddete maruz kalabilirsin.
Neyse, bizim kampüstekiler bir kez becerdi getirmeyi ve devrimci şiddeti de o konserde gördüydük. O devrimci şiddet yüzünden hayatım tamamen kayıp gidiyordu elimden ya, oraya sonra geliriz.
Evet, şimdi kısaca bir devrimcinin yapılacaklar listesinin üzerinden geçtik kabaca.
Şimdi afişlere ve beklemeye geri dönebiliriz..
Başta da dediğim gibi, hedefimiz yüzde 95’lik “apolitik kitle”. Onlara Kırmızı Hapı sunucaz, onları aydınlatacaz, mümkünse devrimci saflara alıcaz, onun için de kendimizi anlatmamız lazım. Devrimcilik demek Neo’culuk demek, liderlik demek. “Ben aydınlandım sen de gel aydınlan kardeşim” demek.
Demesi kolay da demesi o kadar da kolay değil. Yani, kitlelere ulaşmak, onla konuşmak o kadar kolay değil. Özetle, kitle tırsıyor bizden, kaçıyor. Adamdan sigara istiyorsun, hani bu sayede muhabbet kurucan mesela, merhaba der demez adam sigarayı çakmağı eline tutuşturup, koridorun diğer ucuna ışınlanıyor. Böyleyken nasıl konuşucaz, nasıl aydınlatıcaz kitleyi?
Anfiye giriyorsun bir duyuru yapmaya, diğer kapıdan anfi boşalıyor. Haklılar ama, kaç kere “boykot” çağrısı yapılmış anfilere girilip. Bu çağrıyı yaparken, boğazlı kazağın boğazından dışarı kadar çıkmış etrafını kolacan eden bir adet sopa. Güya saklamışsın. O sopalar tamamen öz müdafaa amaçlı, apolitik dövmek için değil ama Allahın apolitiği işte, ne anlasın di mi, tırsıyor adamlar?
Bir şeyin anmasını yapıcaz mesela, işte çember oluşturuyoruz, birimiz çıkıyor konuşma yapıyor:
“Bugün burada bundan bilmemkaç sene önce, Devlet eliyle öldürülen....”
Anaaa, daha 30 saniye önce koridor Beşiktaş maçı çıkışı gibi, şimdi etrafta insan kalmamış. Kendi kendimize açıklama yapmışız, sonra kendi kendimize aydınlanmışız ve kendi kendimize olaysız şekilde dağılmışız.
Yani yok ulaşamıyoruz kitleye, kitle, arasına köpekbalığı dalmış balık sürüsü gibi, son derece ahenk içinde kaçışıyor bizden.
Eh böyle olunca da bize bir tek afiş kalıyor. Sağa sola, pencereye, tavana, yere, anfi sıralarına, her yere afiş asıyoruz, afiş veya çıkartma:
16 Mart Katliamı anması, Bahçelievler Katliamı anması, 01 Mayıs Katliamı anması, Madımak Katliamı anması, Maraş Katliamı anması, Çorum Katliamı anması, Uğur Mumcu, Turan Dursun, Bahriye Üçok anması...
Anlayacağınız afişlerimiz, biraz nasıl denir, İngilizce tabiriyle biraz “downer”, hani “ayy ne güzel afiş, dur bunu eve asayım” diyebileceğiniz türden değil. Ne yapalım ama, memlekette de katliam eksik olmamış ki?
Bir gün mesela 08 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde afiş asmıştık, o zamanlar Linkedin’de kutlanmıyordu bu gün. Günün anlam ve önemi nedeniyle, kadın yoldaşlara bırakmıştık afiş asımını.
Bizim altıgen dediğimiz, koridorların birleştiği holdeki bir anfi kapısına. Sen gel bir Çorumlu, bizim afişi indir. Yerine de “Çorumlu Öğrenciler Şu Gün Şu Saatte Şu Kantinde Buluşuyor” konulu afişini as.
Afişlerin duyuruların asıldığı bu kapıda yer dar, her afişin asılacağı kadar yer yok kapıda, naapsın çocuk? Bakmadan indiriyor zavallı Çorumlu bizim afişi, sonra biri diyor, oğlum naaptın, devrimci afişi o. Allaaaaaaaah, bizimki okuldan kaydını alıp Çorum’a dönmek üzere!
Neyse biraz sakinleşiyor, bana doğru geliyor, ben niye bilmiyorum, meğersem birisi beni işaret etmiş heralde, git ondan özür dile diye. Özürler diliyor, Çorum falan diyor, aman ben ettim siz etmeyin gibi bir şeyler diyor, ben anlamıyorum. Sonunda anlıyorum, yav yok diyorum, sen sonuçta “gerici” diilsin (diilsin di mi?), senin indirmen sorun diil.
Ama haşa, bir gerici indirse bizim afişi, o zaman o sopalar o boğazlı kazakların boğaz kısmında fırt diye çıkıveriyor, al sana çatışma. Sonra okula minibüs minibüs gerici takviyesi, sonra bize bir güzel dayak, sonra gözaltı (o da bize) ve bir de nezaret. Bazen orada da bitmiyor, okulda bir de bize disiplin soruşturması. Klasik fasit daire.
Ama gerici indirse, Çorumlu indirirse sorun diil.
Biz de ne yapıyoruz, indirmesinler diye nöbet tutuyoruz başında afişlerin. “Bir A4 inmesin diye, kaç devrimci lazımdır?”ın cevabını bulmaya çalışıyoruz. Kendi afişlerimizin askeri olmuşuz yani Yasin’in Ruhiye’ye dediği gibi.
Evet, Okul Devrimciliği 101’in ilk dersi bitti şimdi ikinci derse geçiyoruz.
Şimdi devrimciler ve gericiler olarak biz ve onlarız okulda, iki ayrı kabileyiz, iki ayrı mahalle ve arada işte maç yapıyoruz, biraz kanlı. Biz onlara onlar bize düşman ve toplu bir düşmanlık var, ayrım yok normalde, herkes diğer grubun her bireyinden eşit miktarda nefret ediyor, ne bir tık az ne bir tık fazla.
İdeali bu olmakla birlikte, biz de insanız, senelerce bu insanlarla aynı derslere girip, aynı kantinlerde vakit geçiriyoruz. Kişisel bağlar da oluşuyor, gruptan ayrı görüyorsun bazılarını bir noktadan sonra.
Mesela benim favori gericim Serdar. Onunla aramızda özel bir bağ olduğunu hissediyorum ama bilmiyorum bu bağ nereden geliyor?
Çatışmada apış arama mı vurmuş? Hayır. Anama mı küfretmiş? Etmiştir o, öyle bir tip var ama ben de ediyorum sonuçta. Yavru kedi mi öldürmüş? Muhtemelen ama ondan da diil. Tam bir cevabı yok, gönül bu işte.
Biliyorum bu arada, platonik değil olay, duygularımız karşılıklı. Ne zaman göz göze gelsek, bana doğru parmak sallıyor illa, sonra da o ince, çelimsiz parmaklarını gırtlağına götürüyor, yavaşça boynumu kesiyor. Ben de işte ona sert sert bakıyorum, kaşlarım taş olmuş.
İki gönül bir olamıyoruz tabi çünkü biz de devrimciler de gericiler gibi, sürü hayvanıyız, ayrı takılmak yok. Öyle düello geleneği de yok.
Sonunda ama bir gün, baş başa kalabiliyoruz.
Daha doğrusu Serdar ve kankitosu ile ben. Bu üçlü masa, okulun en ıssız günlerinden birinde, en ıssız koridorlarından birinde karşılaşıyoruz. Hani şu terkedilmiş hastanelerde geçen korku filmleri olur ya, her yer gri, bııızt bııızt diye yanıp sönen florasanlar falan, ortam öyle. Yani tabi ki diil, gündüz vakti sonuçta ama ben öyle hissediyorum onlara doğru yürürken.
Okulda neredeyse kimsenin olmadığı, herkesin evlerde ders çalıştığı bir dönem, vizeler yaklaşmış. Ben de hani ilk sene hiç sınava falan girmemişim neredeyse, bu sene bir iki sınava gireyim diyorum, bu her sene niyet edip beceremeyeceğim bir şey. O sene de niyet etmişim ve o yüzden okula gelmişim, ders notu almaya. Fotokopiciden çıkmış, alt koridorda, in ve cinin top oynadığı yerde yürürken işte onlar giriyorlar koridorun diğer ucundan.
Onları gördüğüm anda, dönüp arkamı çıkıp gidebilirim ama, yolumu uzatmak istemiyorum. Bir an önce eve gidip, önceki gecenin köpeköldürenlerini tuvalete bırakmak derdim, midem yangın yeri. Yanlış kararlar silsilesinin ilk halkası bu, bir gece önceki içki seçimim yani.
Bir de tamam gericilerle kedi-köpek gibiyiz, birbirimize havlıyoruz da, yine de birbirimize girdiğimiz de pek nadir. Her karşılaşma çatışma olsa, ohhoooo, bu okul bitmez. Hiç sanmıyorum sonuçta, sırf bir koridorda karşılaştık diye bir şey olacağını. Son olarak, tabi delikanlılığa bok sürdürmemek de var, o yüzden devam ediyorum yürümeye.
Bunlar da yanlış kararlar silsilesinin ortadaki halkaları.
Gözlerim Tatar Ramazan, koridorda devam ediyorum ve her şey göz açıp kapayıncaya kadar olup bitiveriyor.
Koca koridorda tam da burun buruna gelmemiz (yani ayarlasan olmaz), ilk omuz, ilk yumruk, yerde debelenme, grekoromen, tekmeler, altıma sıçmam, tekrar ayağa kalkmam ve karşılıklı tehditlerle ve kapanış. Hepsi birkaç dakika içinde.
Kavga bitip de ayaklandığımızda, onlar “Bir gece ansızın gelebiliriz!” diye bağırara ve parmaklarıyla benim boynumu kese kese koridordan hızlıca çıkıyorlar. Ben de boş dururmuyum, yeterince uzaklaştıklarında, “Bunun hesabı sorulacak” diye bağırıyorum ama biliyorum ki, sorulmayacak, sorulamaz, sorulmamalı.
Koridorun ucunda kaybolana kadar onlar, olduğum yerde bekliyorum. Hemen dönüp çıkmıyorum, çünkü beni arkadan görsünler istemiyorum. Arkamda olanlar olmuş, yerde debelenirken, artık cortizol endorfin vs ne varsa pompalamış vücudum, sonra Güzel Marmara’ların ekşittiği bağırsaklarıma tekmeler de almışım ve sonuçta, paçalarımdan aşağı inmiş inenler...
Şimdi, 80-90larda büyüyen her erkek çocuğu kesin altına sıçmıştır en az bir kez. Bu gelenek sonraki jenerasyonlarda azalarak bitti anladığım, telefon şakaları ve vatka gibi. Bizim zamanımızda ise pek popülerdi, bir nev-i İngilizce tabiriyle rite-of-passage, yetişkinliğe adım. Başınıza geldiğinde paniğe kapılmamalısınız ve zaten yapılacak şey belli: eve koş (koşabiliyorsan), termosifonu aç, temiz donlara gir, yeniden sokağa çık.
Bu adımları atmak ise bu kez o kadar kolay değil.
Şimdi, bilmiyorum biliyor musunuz ama faşist saldırıların hesabı sorulur? Yani, NATO gibiyiz, bizden birine saldırılırsa, biz de cevap veririz, Çatışma Klubü’nün birinci kuralı bu. Ee bu da ne demek? Evet, gözaltı demek.
O anda karar veriyorum, bu faşist saldırının da hesabını sormayaverelim canım n’olucak di mi? Ben çıkıyım, gidiyim Selimiye’de arkadaşların evinde banyo yapayım, ödünç pantalon falan alayım, bu saldırı da Serdar ve kankitosu arasında, üçümüzün sırrı olarak kalsın. Ne olacak ki?
O gün her şey boktan gitmiyor. Tanrıların bir kısmı yanımda. Neyse ki Allahtan okulun oldukça boş olduğu gün, faşist saldırının hesabını soracak devrimci yok etrafa. Kafam rahat o nedenle, çıkıyorum bizim ana koridora ördek gibi, yürüyüşüm yani, oradan da okuldan çıkıcam, anaaa, o da ne, bir kısım devrimcinin geleceği tutmuş okula!
Bir tanesi ufak bir çığlık koyveriyor beni görür görmez. Hani şu Makak maymunlarının tehlike görünce koyduklarından, meğersem dudağım patlamış, kanıyor, ben farkında değilim. Ehh bir devrimcinin niye dudağı patlar?
Birkaç dakika içinde grup halinde, okulda saldıranları aramaya çıkıyoruz, ben grubun arkasından yürümeye çalışıyorum yok ama, beni öne alıyorlar. Dayağı yiyen, ilk dayağı da atar.
Bu arada, diyeceksiniz niye kardeşim durumunu anlatmıyorsun, böyle böyle demiyorsun, beni bir bırakın gideyim siz çatışın Allah aşkına demiyorsun?
Diyemiyorum çünkü, ve bu da üçüncü dersimiz ey apolitik okuyucu, biz devrimciler arasındaki rekabet feci. Herkes birbirine laf sokuyor. ÖDP, tüm diğer gruplar için ortak hedef. Herkes ÖDP’lilerle biraz dalga geçiyor, yukarıda saydığım yarışma kelimelerinden hiçbiri yok mesela adımızda. Sonra işte biz aşkın ve öpücüğün partisiymişiz de, işte biz, tatlı su sosyalistiymişiz de, ya ama her çatışmada niye bizim kafalar kırılıyor o zaman?
Neyse, ben de diğer devrimcilere Aşkın dayak yemiş, altına sıçmış dedirtemem, olmaz yani, yok. Mümkün değil.
Böylelikle, pantalonum içinde olanlardan habersiz olan yoldaşlarla birlikte, hukuk kantinine dalıyoruz giriyoruz. Hani belki burdadırlar diye. Ben ama rahatım, biliyorum ki, bana saldırdıktan sonra bir de gidip kantinde oturmazlar. Bu kadar akılsız olamazlar. Onları kantinde bulamayınca, çatışma çıkmaz, okulu polis basmaz, ben de bir yolunu bulur okuldan çıkar ve günün geri kalanını bir banyo küvetinde geçiririm huzur içinde.
Ama gün benim günüm diil, net diil.
Bizim salak ve avanak, kantindeler iyi mi? Oturmuş birer geri zekalı gibi, bayat çörek yiyip çay içiyorlar. “NE KADAR GERİZEKALISINIZ, NİYE ÇIKMADINIZ OKULDAN” diye bağırmak istiyorum. Açıkçası biraz da bozuluyorum bu duruma. Yani ben o kadar mı sümsük bir devrimciyim? Patakladıktan sonra arazi olmaya gerek görülmeyecek kadar fos?
Sert suratlarımız ve bir o kadar sert sopalarımızla masalarının başına geliyoruz, en önde mecburen ben tabi. Biz daha masaya yaklaşırken, kantin boşalıyor, kantinci, semaveri daha güvenli bir yere taşımaya çalışıyor. İçerideki herkes, birazdan ne olacağının farkında.
Onlar da farkında ve bize bakıyorlar, fara yakalanmış tavşanlar. Biz de orada öylece duruyoruz, bir süre bakışıyoruz. Sonunda bizimkilerden biri kulağıma “Lan oğlum hadisene” diyor, ben de sonunda harekete geçiyorum ve:
“FAŞİST SALDIRILARIN HESABINI SORACAĞIZ” diye bağırıveriyorum.
Şimdi bu tabi kantinci dahil tüm taraflar için beklenmedik bir hamle, daha doğrusu hamlesizlik.
Bizimkilerden biri tanesi “Eee oğlum sorsana hesabı” diyor kulağıma eğilip, ben de yarım ağız, “Soruyorum oğlum işte” diyorum.
Bunun üstüne bir de ana avrat küfrediyorum bizim tavşanlara. Kafalarını kapattıkları kollarının arasından bakıyorlar şaşkın şaşkın. Dönüyorum, kantinden doğruca üst kata çıkıyorum, arkamdan da bizim Makaklar.
Bizimkilerin surat tabi allak bullak, ne oldu yahu aşağıda? Hani karşı kaleye kadar gidip de, boş kaleye gol atmak yerine, gerisin geriye dönmek gibi bir şey yaptığım.
Bu şaşkınlık kısa bir süre daha sürüyor, tam ihtiyacım olan da bu, millet “noldu lan biraz önce?” diye birbirlerine bakarken, bizim Tekin’i kolundan kenara çekiyorum, o da ÖDP’li, ona açılabilirim.
Anlatıyorum böyle de böyle, ben şimdi çıkıyorum, gidip banyo, temiz don falan, sen diyorum istersen partiyi ara, gerginlik büyürse adam lazım vs.
Şimdi Tekin, tekin adam, metin de. Hatta ben böyle poker-face insan görmedim arkadaşım hayatımda. Bu benim için anlatması zor konuyu, sanki her gün altına dolduran bir yoldaşla karşılaşırmış gibi dinliyor, son derece metin, son derece ifadesiz. Ne bir müstehzi sırıtış, ne ufak bir kahkaha.
O ankesörlü telefonlara doğru yürürken, ben de okuldan çıkıyorum. Birkaç saat sonra, altımda yeni donum ve pantolonum, televizyondan “Marmara Hukuk’ta gerginlik” haberlerini seyrediyorum.
O günkü gerginlik, daha fazla büyümüyor, bir çatışmaya dönüşmüyor Allahtan. Her gün bu kadar rahat yırtmıyoruz ama. Çok kısa zamanda sonra, 1997’nin o son günlerinde, işler çok daha sertleşecek.
Bölümün başındaki sabaha dönüyoruz bu dönem için.
Ha bu arada Tekin şu anda evli, bir çocuğu ve bir beni var. Galatasaray’dan ve arada bu hikayeyi hatırlayıp rakı içmekten hoşlanıyor.