1997’nin son günleri. Uyandığımda hava hala kapkaranlık ve gözümü açmamla, hangi güne uyandığım hatırlayıp, yastığa kafayı geri koymam bir. Sabahları en zorudur biliyorum tabi de, o sabah, o ayrı bir zor. Hala arada o sabah girer rüyalarıma…
Uyuyakalmış olamaz mıyım? Olur ya n’olucak, uyuyakaldım dersin, olur biter, ne yapacaklar, birkaç güne unuturlar!
Kafamın içindeki ses, böyle güzel bahaneler buluyor bana yataktan çıkmamam için, kal yatağında diyor, kapat gözlerini, kapattığım anda uykuya dalıcam onu da biliyor ve uyandığımda her şey geçmiş bitmiş olacak.
Yapamıyorum tabi, hiç yapamazdım da zaten. İlla gidicem o başımı o belaya sokucam.
Velhasıl o sabah da kalmış, uslu bir devrimci olarak, buz gibi havada, minibüse caddesine yürümüş, oradan da Kadıköy’e. ÖDP Kadıköy ilçe binasının kapısını açıp içeri girince beni akşamdan kalma Samsun, Maltepe ve Winston karışımı karşılamıştı. Demek demiştim çaycı abla parti binasını açınca bununla karşılaşıyor. Ve acaba bakalım bugün bana kaç paket sigara içirecek?
Bu sigaraların çoğu, öğrenci sigarası. Dün burada, bu salonda, onlarca öğrenci oturmuş kara kara o ne bok yiyeceğimizi konuşmuştuk, o gün olanları. O gün, işin bokunun çıktığı günlerden. O gün, işin genç hezeyanı olmaktan çıktığı, ölüm-kalım anlamına geldiği günlerden.
O zaman okulda gerginlik niye çıkmıştı, ne olmuştu, tam hatırlamıyorum. Yine afiş meselesi miydi yoksa daha önemli bir mesele mi?
Hatırladığım bir anda koridoru çınlatan “Allahu Ekber!” nidaları. O sesleri ve aynı anda siyah pardesü ve paltoluların bellerinden çıkan satırları da çok iyi hatırlıyorum. Daha doğrusu, satırları değil de, okulun devasa pencerelerinden içeri giren kış güneşinin, satırlardan yansımalarını hatırlıyorum. Işıl ışıl oluvermişti bir anda her yer. O kasap gereçlerinin hedeflerinden biri de benim kafam ve fara yakalanmış tavşan gibiyim o anda. Seneler sonra, Roma’yı, film olan, seyrederken, o öğrencilerin üzerine ateş açıldığı sahnede, hatırlayacağım bu günü bir kez daha.
Beni dünyaya geri, satırların isabet ettiği kafalardan çıkan çığlıklar indirmiş, onlar saolsun, kendime gelip, koridorun diğer ucuna depar atıp ve okulun alamet-i farikası saat kulelerine kadar kaçmıştım. Burada beni hiçbir satır bulamazdı. Bulursa da artık helal olsun, yapacak bir şey yok.
Ellerim sigara yakabilecek noktaya geldiğinde, dumanlarımın arasından, boğazdan geçen vapurları seyretmiştim uzun uzun. Millet işine, gücüne, evine, sevgilisine gidiyor. Ne güzel diye düşünmüştüm. Ahh ne kadar özenmiştim onlara. Onlar gibi, “normal” olabilmek ne çok isterdim. Henüz daha götüboklu, bir buçuk senelik devrimciydim belki ama, şimdiden yorulmuştum. Korkmaktan ve kaçmaktan yorulmuştum.
Korkmak, her an omzunun üzerinden bakmak yorucu iş ve bizim sektörde de bundan eser miktarda var: Kadıköy’de gecenin bir vakti karşılaştığımız gericilerle kavga ederken de var, vapur çıkışı ÖDP bildirisi dağıtırken de, gece karanlığında afiş asarken de, grev yapan işçileri ziyarete giderken de, götün atıyor. En azından benimki.
Bu da beni yoruyor, baya hem de, gel gör ki pek çaktırmıyorum, veya bana öyle geliyor, üstüne bir de her çağrılan yere de gidiyorum. Artık sadece Haydarpaşa da değil, İstanbul’un çeşitli kampüslerine çatışmalara da misafir devrimci olarak katılmaya başlamışım bok varmış gibi.
Hem işin ucunda sadece dayak veya gözaltı da yok. Hani, daha henüz birkaç sene önce, sırf duvara bir iki slogan yazdılar diye Manisalı lise öğrencileri, yani meşhur Manisalı Gençler’i işkenceden geçirmişler, cehennemi yaşatmışlar. Daha bir sene önce Meclis’te pankart açıp üniversite harçlarının protesto ettiler diye Ankaralı güzel kardeşlerimiz içeride, onlarca yılla yargılanıyorlar.
Aynısının, bizim başımıza gelmeyeceğini kim garanti edebilir?
O günler, Derin Devlet’in Susurluk’ta donu dizlerinde yakalandığı günler hala. Her akşam sokakları tencere tavalar çınlatıyor, yine de pek yakında bişey değişecek gibi de değil. İşçilerin, emekçilerin, sokak çocuklarının, kadınların, eşcinsellerin, kot yıkama işçilerinin, siyasi mahkumların haklarını savunurken, düzene her fırsatta çomak sokmaya çalışırken, Derin (veya sığ) Devlet’ten birisinin ensemizden tutup da “gir içeri de gör bakalım” demeyeceğini kim bilebilir? Hatta dememeleri için sebep var mı ki? Mevzu ‘bekaa’ olunca, vicdan işler mi ki?
O karanlık, aradan bu kadar zaman geçti, belki biraz sivilleşti, o kızgın bakışları, o bokun laciverti olan rengi değişmedi. Sonunda da zaten içimizden birine de “Gir de gör bakalım” dedi, Can’ı, Canımızı, 18 yıla mahkum etti.
Tüm bunların üstüne, bir de okul korkusu var tabi, okuldan atılma.
Hani dayak gözaltı falan tamam, bir gece iki gece götün ağrır gelir geçer de, ya okuldan atılırsam? Böyle bir şey olsa, annemlere bunu nasıl anlatırım? Normalde zaten benim gibi birinin bu fakülteyi bitirmesi pamuk ipliğine bağlı, bir de bu işlere girince, cüppeye girme ihtimalim devrim görme ihtimalimden de küçük.
Bu okul, hayatın bana verdiği ikinci ve muhtemelen son şans, biliyorum. Bunu bu şekilde heba edersem bir daha toparlayamayacağımı da. Bu düşüncelerim, ileride doğru çıkacak, kısmen de olsa, ama oralara sonra geliriz.
Sonunda o saat kulelerinden indiğimde, haberler beklediğimden de kötü. Çok kişi yaralanmış, bir kaçı ağır, hastanede hepsi. Moraller bozuk, bok gibi hatta.
Bu halde ÖDP Kadıköy’de toplanmışız, Atatürkçü Düşünce Derneği mübarek, boyna düşünüyoruz: Ne bok yiyecez şimdi? Bu saldırıya nasıl cevap vericez? Veya vericez mi? Gidip hocalara şikayet diye bir şansımız olmadığını tahmin edersiniz. Ertesi gün okula gidilecek mi onu tartışıyoruz saatlerce.
Şimdi burada diyeceksiniz ki, “lan deli misiniz, okula niye gidiyorsunuz?”. Şimdi okul bir çeşit namus, “okulu bırakmamaya” yemin etmişiz. Hani kuralı kim koymuş, nerede yazıyor, bilen yok ama öyle. Okulu bırakmamak, okulu beklemek ana kurallardan. Diyorum ya, öğrenci hareketinin olmazsa olmazı beklemek.
O gün ama uzun tartışıyoruz, kafaya satır yiyeceğini bile bile de hala okula gidilir mi? Pekmez akacak belli, yine de gidelim, gitmeyelim diye tartışıyoruz. Ben, biliyorum garip gelecek, bu kadar çok tırsmama rağmen, gidelim cephesindeyim. Bırakmayalım okulu cephesindeyim, gidelim okula, bizimkiler bile hatta kenara çekiyorlar beni, soruyorlar, emin misin?
Diilim tabi, kim emin olabilir ki böyle bir durumda? Hatta aksinden eminim, yani bunun yanlış, kötü bir fikir olduğundan. Ama bu fikrin yanlış ve kötü bir fikir olması önemli değil o sırada. Bu zamanlarda çünkü, insan doğru – yanlış veya iyi – kötü tartısına bakarak karar vermiyor bence.
Korkuyorsun tabi korkmayandan korkmak lazım ama bu kadar vicdansızlık, bu kadar gaddarlık, seni de değiştiriyor, hınçla doluyorsun, oturup kabullenmek istemiyorsun, yanlarına kalsın istemiyorsun, kahrolsun bağzı şeyler diye bağırasın var ama bu sözün icat edilmesine de, Gezi’ye, daha 16 sene.
Biz ama oraya gitmeyelim, yine aynı sabaha dönelim.
ÖDP Kadıköy’ü açtıktan yaklaşık yarım saat sonra, sabah 7 civarı yani, önceki gün toplantı yaptığımız odada, 28 kişiydik. 28 erkek, 28 kaban, 28 bere ve muhtemelen bir o kadar da sigara paketi.
Toplantıdan “okula gitme” kararı çıkmış, okulu bırakmama, ama cümbür cemaat değil. Kadınlar gelmesin demiştik, sadece bir kısım erkekler gidelim, pozitif ayrılalım.
Kadıköy-Haydarpaşa-Kadıköy otobüsünü bekliyoruz biraz sonra ve ben hayatımda daha neşeli cenazelere katıldım, öyle diyim. Çıt çıkmıyor, suratlar düşük. Birisi dese ki “lan deli miyiz, gitmeyelim.” o anda hep beraber simit alıp Kadıköy sahile oturucaz bir çay bahçesine. Gerçi o saatte onlar bile açık değil. Zaten kimse bok sürdürmüyor, biniyoruz otobüse gidiyoruz.
Okula giriyoruz sonunda, erken girmemizin sebebi de işte diğerleri girmeden, girelim, sonra kucaklarına oturmayalım. Gidelim kendimize stratejik bir nokta seçelim, orada direnelim nasıl direneceksek.
Okul hiç olmadığı kadar sessiz, biz de öyle. Dünya henüz uyuyor veya henüz uyanmakta, biz de çok ayık sayılmayız ve fakat o anda uyanıveriyoruz. Koridorlarda üç hilalli çıkartmalar! Bunlar da nereden çıktı şimdi? Bunlar dün yoktu, nereden geldi?
Gittikçe daha üç buçuk atıyorum şimdi ve daha da atacak çünkü o sırada bir ses, insan sesleri ve bir dönüyoruz ki, bizden bile önce gelenler olmuş. Ve gelenler bizden değil tahmin edersiniz ki. Bir gün önceki, ithal ülkücüler, uzun siyah paltoları ve palto altındaki çeşitli kesicileriyle koridorda tam karşımızdalar.
Bundan sonraki 15 dakikalık ama bana üç ömürlük gelen bölümü, nasıl anlatsam bilmiyorum. Belki de, sadece benzetme yapmakla yetinmeliyim:
Braveheart, Mad Max ve Ocean’s Eleven arasında bir şeyler yaşanıyor. Sloganlar, yumruklar, silahlar, ciyaklamalar, “Ahh yandım”lar, Robocop’lar, polis sirenleri.
Bir noktada, iki grup, birbirine giren Tom ve Jerry gibiyiz, kim kimden, kim kime vuruyor belli değil. Bu halde, döne döne, altlı üstlü, iki grup okuldan çıkıyoruz, Haydarpaşa Numune Hastanesi’nin bahçesinde devam. Bir noktada kafamı kaldırıyorum mesela, Numune Hastanesi’nin önündeki büfenin meyve satarken kullandığı tartıyı kapmış biri, diğerinin kafaya indiriyor.
Ne oluyor da oluyor nasıl oluyor bilmiyorum, verilmiş sadakamız varmış, sonuçta 28 kişi, 28 kafa ve 56’şar kol ve bacak atlatıyoruz çatışmayı, gözaltı bile vermiyoruz, hatta otobüsle kaçıyoruz. Kadıköy’e vardığımızda, utanmasak zil çalıp oynıycaz.
Akşamına, bir parti var, yılbaşı partisi. O partide bir de ben üstüne bir aşık oluyorum, daha doğrusu abayı yaktığım kızla sonunda öpüşüyoruz. Ucuz beyaz şarap, sıcak votka, alt dudaklar, mini devrimci zafer, uçarak, bir bulut üstünde giriyorum yeni yıla.
Fazla sürmeyecek velakin o buluttan inmem. O gün beni ne sarhoş ettiyse, hepsinin etkisi yavaş yavaş geçecek. En önemlisi, o günden sonra okulda işler hepten sertleşecek. Lisedeki gibi, yine bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete, öyle hissetmeye başlayacağım. Saat kulesindeki düşünceler, kaygılar, günü bilirlik bir hal alacak.
Sonra tüm bu solculukmuş devrimcilikmiş, sorgulamaya başlıyorum, düşük yoğunluklu bir bunalıma giriyorum anlayacağınız. 90’larda biliyorsunuz depresyon yoktu bunalım vardı, kafamın içinde sorular da sorular...
π
98’in karanlık bir Şubat günü, Laz’layız, Tufan’ın Tepebaşı’ndaki mahzeninde.
İkisi de liseden arkadaşım, ikisi de delilikle dahilik arasında mütemadiyen halay çeken tipler. Tufan bana daha yakın, çünkü o da benim gibi Marmara Hukuk’la cebelleşiyor fakat onun şeytanları farklı.
Lisede kimin ne kadar fakir olduğunu o kadar fark etmiyorsunuz. Hayat çıplak götleri birbirimizin gözüne daha sonra sokuveriyor. Lisede hiçbirimizin ailesi öyle pek varlıklı değil, herkes aşağı yukarı aynı. İstisnaları, Tufan’ın açlık sınırında yaşadığını ancak İstanbul’da öğreniyorum.
Tufan’ı yaşadığı bu yer her defasında içimi acıtıyor. Henüz bombalanmasına yaklaşık 5 sene olan İngiliz Konsolosluğu’nun yanındaki caddeden aşağıya, Dolapdere’ye inerken soldaki sokaklardan birinde. Dış cephesi tamamen kararmış, muhtemelen ahalisi 6-7 Eylül olaylarından sonra sıvışmış bu binaya bir bakmanız yeterli, içinizdeki hayat sevgisinin lüp diye emilmesi için.
Tufan bir de bu binanın bodrum katında. Büyük ihtimalle kömürlükten bozma bu yerin ev olarak kurgulanmamış olduğu belli:
Yerler, duvarlar çıplak beton. Ne fayans, ne duvarkağıdı, ne korniş, ne parke.
Ufacık bir oda, iki insanın duramayacağı bir mutfak ve o büyüklükte alaturka bir tuvalet. Birkaç ay sonra bu evi Dolapdere’nin lağımı basacak, Tufan, tüm eşyaları bok altında, bana taşınacak bir süreliğine.
Tufan’ı tam anlatmaya kalksam, ayrı bir bölüm lazım. Bu kadar yoksulluğa, babasını yakında alıp götürecek hastalığa, okuldaki hemen hiçbir dersi verememesine, hayatın her hafta bir yolunu bulup da gururunu ve umudunu kırmasına rağmen, nasıl ve nereden hayat azmi ve daha da önemlisi umut buluyor, anlayamıyorum mesela.
Bok denizinin içinde yüzerken bile, yüzünden gülücük eksik olmuyor adamın. Hani tamam, biraz abarttım, tabi onun da morali bozuluyor, canı sıkılıyor, yüzü kararıyor ama, çabuk çıkıyor, daha esnek sanki, ben çok daha kırılganım.
π
Tufan, Doğu öğretileri ile ilk tanışanımız aynı zamanda, Zen ve Motosiklet Sanatı’nı hepimiz okumuşuz, bir anlayanımız o. Ben sonra bir de, Taocu Sevişme ve Seks’i okumuşum, hani belki bir iki şey öğreniriz diye (öğrenemedim) ve orada da bıraktım. Çünkü benim Doğu öğretilerine olan ilgim, caz dinlemeye ve şiir okumaya olanla aynı yerden: kızlar azcık derin, cool bir insan sansın diye. Tufan’ınki ise sahici, hatta zorunlu.
Her karşılaşmamızda, yeni birşeyler okumuş olur, “Moruk, transandantal meditasyona baksana bir ara” gibi laflar eder.
Yani şimdi çok garip gelmeyebilir ama, 90’lar bunlar, yoga hala Hintli işi. Meditasyon duyan hele hiç yok, farkındalık, anda olmak desen bönbön bakarlar. Bakarlar ama, bir yandan da, gözünün içine de bakarlar. O zamanlar çok daha andayız bir şekilde, yürürken etrafımıza ve geçen güzel kızlara bakıyoruz örneğin, yoksa hayatı kaçırıyorsun.
Tufan böyle bir adam işte ve o akşam da herhangi bir Tufan akşamı.
Yenilik, neyinde ve tam onluk bir alet. Aynı zamanda yatak olarak kullandığı küçük divanda bağdaş kurmuş, yeni merak sardığı bu enstürmandan sesler çıkartmaya çalışıyor ve başaramıyor. Karşısında Laz, bir üçlü sarmakla meşgul, bugün kutlu günlerimizden. Teypte İsmet Özel şiirlerini okuyor. Dışarıda ip gibi ince bir yağmur, babamın deyişiyle İstanbul’un sidikli havalarından biri. Şubat’ta akşam daha da erken iniyor mahpushaneye.
Ben bunalımdayım dediğim gibi, hele o gün belki diplerinde¸ o yüzden de, kafamın içinde kalmayayım diye, elime Tufan’ın İstiklal’deki cafelerden toparladığı fanzinlerden birini almışım, onu karıştıyorum, eflatun çünkü fanzin, ne biçim renk yahu bu böyle?
Rengi gibi, adı da bir garip, gerçi adı garip olmayan fanzin de yok ya:
ŞİZOFRENGİ
İki ayda bir çıkartma konusunda kafayı yediğimiz dergi.
Ve mottosu, bakın işte, o çok daha garip:
Bütünüyle kuşkudayız.
O sırada bilmiyorum tabi bu dergi, hatta bu sayı, hayatımı değiştirecek, hem de bir değil, iki kere. O sırada tesadüflerin her zaman tesadüf olmadığını da pek bilmiyorum. Bu belki de hayatımdaki ilk anlamlı tesadüflerden biri, belki de öbür taraftan gelen işaretlerden ilki.
[O sayı için link bu. Şizofrengi/Eylül 93. En azından künyeyi falan okuyun, baya komik.]
Mottoyu okur okumaz bana bir şeyler oluyor, sırtım, kulaklarım dikleşiyor:
Bütünüyle kuşkudasınız ha?
Ben de, bütünüyle, tüm benliğimle, tüm zihnimle kuşkudaydım yahu! Demek başkaları da kuşkuda ha? Çok da kaygılıyım sonra. Yoksa, sadece kaygılı mıyım? Belki, ikisini birbirine karıştırıyorum. Neyse, sonuç olarak, kafam karman çorman.
Neyi doğru, neyi yanlış yapıyorum, bilmiyorum. Neredeyse, lise yıllarımı özliycem. O zaman amaç, finiş çizgisi pek net, İzmir’den kurtulmak, İstanbul’a kapağı atıp özgür olmak. Peki ya şimdi?
Doğru okulda mıydım mesela? Hiç sanmıyorum. Hukukla benim ne alakam var? Kulağa hoş geliyor, havalı fakülte ve kimsenin “E peki mezun olunca ne yapılıyor” dediği bir bölüm değil. O da mezun olabilirsem tabi. Hadi oldum, peki benden avukat olur mu? Bende o kafa var mı?
Hatta bende kafa var mı veya var ise neye basar? Ne görsem etkileniyorum, rüzgar gülü gibiyim? Troçkist abilerin arasında Troçkist, Avusturya İşçi Marşı çalınca Leninist, Trainspotting’den çıkınca punk, FACE dergisini karıştırırken cool, Ahmed Arif dinlerken Kürt, Kemancı’da Green Day çalınca rockçı, Tufan’layken neyzen olmak istiyorum.
Hiçbiri de olamıyorum tam ve herkes, ne kadar da oldukları şey üstüne üstlük ve bundan ne kadar eminler. Bense bütünüyle kuşkudaydım.
Bütünüyle kuşkuda ve kaygılı. Kaygılıyım çünkü, İstanbul’daki kredimi çok hızlı tüketmekteydim, biliyorum. Bu hayatta adam olabilmem için tek şansım bu ve benim ellerimin arasından kayıp gidiyor, her şeyin içine sıçıyorum. Okulda henüz ders vermemişim, neredeyse doğru düzgün sınava girmemişim. Yakın zamanda bir şeyler yapmazsam, benden herhangi bir köy veya kasaba olamayacak. Ne yapmalıyım ne etmeliyim bilmiyorum, beni anlayan da kimse yok, hele o gün tanıştığım psikiyatristin, konuyla alakası bile olmamış.
Dergiyi karıştırmaya devam ediyorum. İlk sayfa aşağıdaki tek cümleden oluşuyor:
Sivas’ı unutmayacağız diyoruz, yalan mı söylüyoruz?
Vava viva, bu da ne yav böyle?
Birkaç sayfa sonra dergiyi, bir grup düşünürün, işte terapist, psikolog, psikiyatrın çıkardığını öğreniyorum. Buyrun bu da derginin ana prensiplerinden biri:
Toplumu normal kabul edemeyiz, dolayısıyla toplumdışını da anormal.
Veya öyle bir şeyler işte.
Bendeki etkisini düşünebiliyor musunuz? Allahım delirmiyorum yani! Yani ben anormal değilim, deli değilim, deli olan toplum. Nasıl bir rahatlama anlatmam zor.
Devam ediyorum tabi, satır satır okuyorum dergiyi ve sonra, işte bir yazı daha çıkıyor karşıma, o her şeyi değiştiren yazı:
BELKİ
“İşçi sınıfı kendisinde içerilmiş ahlaki seçiciliğe sahip bir sıfat tamlaması mı?
Onlar, şöyle ellerini toprağa basarak doğruldular mı kurtuluyor muyuz?
Arkadan diğer köylüler ve tüm ezilenler de kalktılar mı tamam mı, bu kadar mı bu iş?”
Bu devrimci durumlar mutlaka sosyalizme mi tekabül ediyor?
Mitingler, sokak eylemleri, iş bırakmalar nasıl? Çığ gibi.
Ya sloganlar. Oo, çok sert...
“Haklıyız, Kazanacağız” diye bağırıyoruz. “Kazanır kazanmaz yeni taksitlere gireceğiz ve hepsini harcayacağız” demiyoruz. Susuyoruz."
İşçiler, niye kendi “sınıf”larını da sıfırlayacak bir toplumsal eylemin öznesi olsunlar? Neden devleti önce ellerine geçirip sonra söndürsünler. Devlet balon mu? Devlet geçirenin elinde kalmaz mı? Devlet geçirenin eline yapışmaz mı?...”
Böyle, sadece sorulardan oluşuyor yazı. Sadece sorular. Karşıma böyle bir yazı çıktığına, hele ki böyle bir dönemde, inanamıyorum. İnanamıyorum çünkü, bir süredir bu solculukla, devrimcilik ile ilgili bir kuşku var içimde, adını koyamadığım.
Bir şeyler yanlış veya bana öyle geliyor. Mesela okuldaki solcuların, hani kendilerine ilerici diyen insanların, aslında baya muhafazakar, baya atgözlü olmaları, hatta bazılarının fanatik, beni çok düşündürüyor. Ben hiç böyle hayal etmemişim.
Sonra, hani ÖDP’yi pek seviyorum tamam, gururluyum oradan, ama binbir grubun çekişmesi mesela, sanki bir oyun gibi, garip geliyor. Sonra işçi sınıfı diyoruz devrim diyoruz ama ortada ne doğru düzgün işçi var ne de emekçi. Olanlar da pek niye orada olduklarından haberdar değil.
Mesela cidden işçi yoldaşlar gelsin devletin başına geçsin istiyor muyum? Kulağa hoş gelebilir ama, işçi tanımıyorum ki, nereden bileyim? Bana sanki zaten kimse bilmiyor gibi de geliyor bazen, ki, simülasyondayız gibi.
Adını koyamıyorum bir türlü ve bir tek ben böyleyim zannediyorum, “biz ne yapıyoruz?” diye sürekli bir ben düşünüyorum zannediyorum.
Bir yandan da, gerçekten iyilik de yapmak istiyorum, solcuların aslında iyi insanlar olduklarına eminim. Bu dünyayı daha iyi bir yer haline yine onların getireceğine de inanıyorum. Sonra içim cız ediyor haksızlık, gaddarlık görünce, geliyor bir şey oturuyor boğazıma. Bir şeyler yapmak istiyorum, düzene ben de bir şeyler sokayım istiyorum, yaptığımız o mu ama bilmiyorum?
Yani ne içindeyim çemberin ne de dışında.
Belki böylece biraz daha iyi anlatabilmişimdir bu yazının bendeki etkisini. İnsanın kendini yalnız hissetmemesi kadar güzel bir duygu yok. Yalnız değilim, birileri daha, hem de kafası çok ama çok iyi çalışan birileri daha böyle düşünüyor, benzer düşünüyor, sorular soruyor.
Eh böyle olunca da, yazı biter bitmez, yazdığı her şeyi bulup okumak lazım kimse bu diye düşünüyorum. Yazının başına dönüp künyeye bakıyorum hızlıca ve Cin çarpmışa dönüyorum.
O isme, o sayfaya, o şekilde ne kadar baktım bilmiyorum…
Hayal görmediğimi kendime kanıtlamak için kafayı kaldırıp Tufan ve Laz’ı seyretmiştim bir süre onu hatırlıyorum. İsmet Özel gitmiş Yansımalar (Şenol Filiz/Birol Yayla) başlamış bile ve Tufan neyiyle Sonbahar’a eşlik etmeye çalışıyor ve tabi edemiyor. Laz, bir üçlü prizden heykel yapma peşinde, bir kısmi deli elektronik okursa bunlar oluyor işte.
(Yansımalar/Sonbahar için tıklayınız, pek iyi şarkıdır)
Sonra o isme geri dönüyorum. Henüz o gün, bir apartman girişinde gördüğüm o isme.
Dedim ya birkaç aydır pek iyi değilim, annem de bu halimi duyunca, hep illa haberi olur zaten, birisine görün demiş. Soruşturmuş, birileri ona bir psikiyatristten bahsetmişler, aramış bana ismini adresini yazdırmış, adı sanı bu, git gör diye. Ben de o gün Tufan’a gelmeden, gidip adamı görmüşüm, tanışma görüşmesi. Hiç etkilememiş ama adam beni, zaten konuşmadı da ya. Bu dallama kim, benim kompleks problemlerimi çözmek kim? Böyle çıkmışım muayehanesinden o gün.
Ve yazının, Belki’nin yazarı o, aynı psikiyatrist!
Ehh kozmos kafama kafama kakmışken, bu kadar işaret vermişken, artık adama gidicez, bu kadar da öküz değilim tabi ki. Gidiyorum ve dört seans yapıyoruz, son seansın son on dakikası hariç, sadece ben konuşuyorum.
O son on dakikada da, bana bir daha gelmeme gerek olmadığını söylüyor. Yaşadıklarım, her duyarlı gencin yaşadıklarından farklı şeyler değil. Keşke benim gibi daha çok genç olsa. Ha bu arada, otu daha az içsem fena olmaz, kötü düşüncelere iyi gelen bir şey değil, beni daha da paranoyak yapabilir.
Dört seans sonunda, dört cümle. El sıkışıyoruz, ayrılıyoruz ve otu bırakıyorum.
Muayehaneden dışarı, Poyracık Sokak’a çıktığımda, içim ilk günden daha da karışık, fakat bu sefer başka yerden karışmış. Beklediklerimi bulamamışım, hani o kesin. Belki’yi yazan insandan, Şizofrengi’nin fikir babası ve orta sahasının beyninden, başka şeyler beklemiştim.
“Sen ne şair ruhlu, müstesna, yaşının ötesinde bir gençsin böyle” örneğin.
Herkesten öyle zannettiğim gibi, çok da farklı diilmişim yani, hatta belki sıradan. Her ne ise, seanslarımızın ilerde yazacağı kitaplara malzeme olmayacağı belli, “Danışan A.K.” diye beni anlatmayacak sayfalarca. Ben de tabi o zaman onun benimkine konuk olacağını da bilmiyorum.
Ama madalyonun bir de öteki tarafı var, herkesten çok da farklı diilim yahu! Aynı cümleyi tekrarladığımı biliyorum, ama şunu demek istiyorum:
Çok da müstesna olmamanın, çok farklı olmamanın iyi bir yönü de var. Özel olarak kafayı yemediğimi öğrenmek güzel bir şey. Bu içimdeki kaygılar, düşünceler, başımda esen kavak yelleri normal, çok da üzerinde durmaya gerek yok. Panik olmamalıyım.
Bu da işte bir ferahlık getiriyor insanın üstüne.
Beraberliğe razı olmuş, sıradan ama ferah bir genç olarak, Beşiktaş’a kadar yürümüştüm 4. seansın sonunda. Bundan tam 13 sene sonra, bambaşka bir dertle, yeni bir seans için yine aynı yolu tersten yürüyeceğimi bilmiyorum tabi o zaman.
Minnet Notları
Tufan’a.
Şimdi düşünmüyorum da, birçok şeyde olduğu gibi, Tufan’da da yanılmışım.
Onu hep gamsız sanmıştım, ne kadar zorlanıyor olduğunu görememişim, o zaman pek görmüyorum zaten, kafam götümün içinde olduğundan büyük ihtimalle.
Ben de zorlanıyordum ve ama esaslı bir farkımız vardı, bende kendisine karşı ufak bir hayranlık uyandıran bir fark. Ben zorlandığımda, kafamın içindeki sesten kaçmak için elimden geleni yapmaya (bkz. sex, drugs n rocknroll) çalışırken, o tam tersini yapıyor, o sesi fark etmekle meşgul, meditasyonla.
Hangisi daha akıllıca acep? Tabi ki onunki diycem de yine de emin de değilim, belki de herkesin yolu farklıdır ha?
Tufan’la bugünlerden çok geçmeden koptuk. İzmir’e dönmek zorunda kaldı, artık hayatta olmayan babasının evine, ve sınavlara gitti geldi, zar zor, kimbilir kaç senede mezun oldu.
Son görüşüm, 2000’lerin başındaydı sanırım, bir gün alnının ortasında kırmızı kına, üstünde bir pano (hani üste giyilebilen panolardan vardır ya) İstiklal’in ortasında durmuş, meşhur Hintli bir gurunun (sanırım Shri Mataji Nirmala Devi) Türkiye’ye gelişini müjdelerken.
Bundan birkaç sene sonra da, tası tarağı toplayıp, Hindistan’a yerleşti, Hintli bir kadın buldu ve Hintli bebeler yaptı.
Bana “başka bir zihin (ve dolayısıyla hayat) mümkün”ü ilk sen göstermiştin kardeşim, Brahma senden razı olsun.
Kardeşin Aşkın
Bütünüyle Kuşkudayız.... :)