98’in yazının sonunda bir kez daha ev değiştirerek, bir daha hiç geri dönmemek üzere, yeniden Avrupa Yakası’na, Balmumcu’ya taşındım. Bu ev, İstanbul’daki en unutulmaz adresim olacaktı, hala bazen geçerken “Bak o anlattıklarımız şu binanın son katında oldu” derim arada yanımdakine.
Bu evi ve hatıraları da, sanırım en çok Hakan’a borçluyum.
O yaz Hakan’a ailesi, Morbasan Sokak’ta bir apartmanın son katında, deniz manzaralı koca bir ev satın almış. O da saolsun, bu evde beraber yaşamayı (yok canım ne kirası, giderlere katılırsın) teklif ederek bana bir günde üç sınıf birden atlatmış. Üç sınıf ve yedi kat birden. Disco Adil’lerden, bali gecelerinden, tren yolu kenarı bahçe katlarından, boğaz manzaralı balkonlara transfer olmuşum, henüz İstanbul’da kaçıncı senem ki?
Feci heyecanlıyım tabi, böyle bir evde bizim sülalede yaşayan olmamış. Heyecanlıyım da biraz da tırsıyorum. Tırsıyorum çünkü Hakan’la ikimiz olsak tamam da, bir de Barış var, Barış da bizle yaşayacak. Bense bırakın onla yaşamayı, tanışmaktan bile çekiniyorum.
Bu yeni karakterimiz, Hakan’ın yeni kankitosu. Önceki seneyi, güzel sanatlar fakültesinde beraber geçirmişler. Şimdiye kadar ismini çok duymuşum, Hakan kırk yılda bir Ethem Efendi’deki eve kira bırakmaya geldiğinde anlatırdı Barış’ı ve onun ekürisini. Bu anlattıklarından da tek anladığım şu: Barış aşırı cool biri.
Yani düşünün Hakan tanıdığım en cool insan, Barış da onun tanıdığı en cool insan. Yani Hakan böyle dememişti tabi, Barış cool dememişti, çünkü bu da kurallardan biri, coollar, coollar için cool demezler, coollukları bozulur. Ben ama diyebilirdim.
Cool ve coolestla ev arkadaşı olmak hiç kolay iş değil benim için. Hani Hakan’a alışmışım da Barış’ı hiç bilmiyorum ve sonunda tanışıyoruz, aynı gün ikimiz de bu yeni evimize taşınıyoruz.
Barış, 1.70’lerin azcık başlarında. Bu mutlu etmişti mesela, bir de Hakan gibi boylu olsa mazallah. Kalın boyunlu, gözler yeşil, ses davudi. Kollarında dövme, parmaklarında gümüş yüzük, ayağında Nike sneakerlar (ki bunlara sneaker dendiğini de ondan öğrenecektim), altında paçaları tam kıvrılması gereken yerden kıvrılmış, tam olması gereken lacivertlikte bir kot. Bu paça kıvırma işine ben de çok özenmiş ama senelerdir becerememiştim. Özellikle de bolca asker botu giydiğim Grunge/Punk dönemimde.
Kendisininse Grunge’la da Rock’la da pek bir alakası yoktu. Aklı fikri hip-hopta ve en çok da elektronik müzikte. Josh Wink ve Prodigy’in birer şarkısı hariç, o zamana kadar bir bok gilmediğim bir janra.
Hatta bu şarkıların bir janraya ait olduğundan da haberim yok veya bunların dinlendiği yerlere kılab dendiğinden veya bunları çalanlara da DJ. Barış’ın da bunlardan biri olduğundan hiç mi hiç haberim yok.
Bir iki hoşbeşten sonra, ben odama çekilip ilk iş perdeyi takarken, hani kızlar kapıda sırada bekliyor ya, Barış da ilk iş pikabını çıkartıp yerleştirmişti salonun orta yerine.
Birkaç hafta içinde, yeni evimiz tüm coolluğuyla ortaya çıkmaya başlamıştı.
Salonun koyu lacivert boyasına karşı, kocaman, eflatun bir kanape, onun etrafında, havalı sarı koltuklar. Bir köşede bir Lava Lamp yanıp sönüyor, ben en çok tabi buna bayılıyorum, diğer köşede tüm turunculuğuyla South Park Kenny bebeği. Duvarda Wu-Tang Clan posterleri, etrafta mini-discler, Play Station oyunları, envai çeşit adını telaffuz dahi edemediğim dergi. Sonra dev hoparlörler ve bunlardan çıkan bolca elektronik müzik. Bunları görünce, Dünyayı Kurtaran Adam posterimi asmaktan vazgeçiyorum odama.
Evin olmazsa olmazı müzik, ya hip-hop ya da elektronik, özellikle de hauz olanından ve bu müzik konusunda hiçbir şey bilmediğim gibi, birazcık da korkuyorum tabi. İnsan bir müzikten niye korkar onu da bilmiyorum. Bir yandan da, hepsi aynı geliyor, fark nerede onu da anlamıyorum. İşte insanoğlu her şeye alışıyor. Barış’a da alışıcam, elektronik müziğe de (fazlasıyla) ve bizim evi mesken edinen Barış’ın Amerikan Liseli ekürİsine de.
Bu eküri, baya ilginç bir kategori. Market alışverişinden illa ki Clearly Canadian’la dönen(bunu da bir bu evde gördüm bir daha da görmedim), NBA’de olup bitenleri bilen, yeni Nike modellerini takip eden, Cypress Hill dinleyen (ve üstüne üstlük bazı nakaratları söyleyebilen), The Face okuyan, hangi kılabda hangi DJ çalıyor bilen, takip eden, altlarında arabaları olan, hayatımda hiç bilmediğim tür insanlar.

Hani ecnebilerin arasında kalırsınız, sizi İngilizce biliyor sanırlar, siz de çaktırmamak için her güldüklerinde gülersiniz her şaşırmalarına “Fuuuck!” dersiniz ya. Bir DJ’den konuşuluyor zannediyorum NBA oyuncusu çıkıyor, pizza seçiliyor sanıyorum, seçilen akşam gidilecek klüp çıkıyor. Kendi evimde turistim, hatta fransız, bir yandan da her an foyam ortaya çıkacak korkusu.
Bu arada hani hafif acı çekiyorum da, ortam komik aslında, bol bol gülünüyor, ben de onlarla baya gülüyorum, anladığım kadarına. Sürekli birbirleriyle uğraşıyorlar ve zinhar alınmıyorlar. Kendi jargonları da var “Bir şeyler yiyelim mi?” yerine “Bişey yeme mi?” diyorlar mesela.
Hayran olduğum kadar asimile de oluyorum, kısa zamanda onlar gibi konuşmaya, onların dalga geçtikleriyle dalga geçmeye, onlar gibi giyinmeye, telaffuz edemesem de Clearly Canadian içmeye başlıyorum.
Bu noktada, Morbasan Sokak’la birlikte, gündüz ve gece hayatımın arası açılabileceği kadar açılıyor; gündüzleri Avusturya İşçi Marşı, Cemocan, akşam Method Mand, Paris is Sleeping, Respect is Burning…
Sabahları okula gidiyorum, işte orada olanları biliyorsunuz, sonra ÖDP’de işte toplantı, afişleme, bildiri dağıtımı ne gerekiyorsa. Ha bu arada öğleden sonraları Sultanahmet’e gidiyorum, ÖDP Kadıköy’ün efsanevi başkanının seyahat acentasında iş bulmuşum, turistlere uçak bileti ve Kapadokya ve Pamukkale turu satıyorum ve bir insan niye Pamukkale’ye gider hala anlamıyorum. Oradan çıkıyorum, Mis Sokak’ta Öğrenci Koordinasyon’u toplantısına gidiyorum, veya işte dergi çıkartıyoruz (Genç Dayanışma), matbaaya gidiyorum yeni sayıları almaya.
Geceleri ise, Play Station’da NBA oynuyor (yani Shaquille’i alıp tüm tuşlara basıyorum), Upper Crust’tan pizza veya Arbys’den sandviç yiyor, Barış ne çalarsa dinleyip, laflarımın arasına tam ne demek bilmediğim İngilizce kelimeler serpiştiriyorum.
Gündüzleri, asker botu, parka, Terkos Pasajı ürünleri, geceleri İngilizce bişeyler yazan latex tshirtler, sneakerlar, kapşonlu sweatshirtler.
Yoldaşlarım, gece hayatımdan pek haberdar değil, bir şeyler olduğunu tahmin ediyorlar da vehametinin farkında değiller. Özellikle sakladığımdan değil, MC Conrad’ın son albümünü çok ipleyeceklerini düşünmediğimden.
Evdekiler için de aynı şey geçerli, çok zorunda kalmadıkça anlatmıyorum ÖDP Kongresi’nde olanları mesela, ama bazen zorunda kalıyorum:
“Annem ararsa, arkadaşına ders çalışmaya gitti dersiniz, ben bu geceyi karakolda geçiririm büyük ihtimalle” demiştim mesela bir kez Barış’a, “abi anlamıyorum nasıl böyle işlerle işin olur?” demişti. Anlamamalarını anlıyordum. Ben bile bazen anlayamıyordum ya zaten, biliyorsunuz. Bu günlerden tam 15 sene sonra, Gezi Direnişi’yle birlikte Barış benden bile militan olacak, o sırada ikimiz de bilmiyoruz.
Bu evde üç kişi kaldığımız hemen hiç olmadı, Morbasan Sokak bir üs, bir toplanma mekanı, Barış’ın kankitolarından (ki artık bizim de kantitolarımız oldu) bir iki tanesi hep bizde.
Hafta sonu olunca hele, bu kankitoların kankitoları da bize geliyor, eküri iyice genişliyor. Bu günlerde, erkekler en güzel sneakerları, tshirtlerini giyiyor işte Diesel pantollar pek revaçta. İşte kızlar pek güzel, pek havalı, ben böyle pabuçlar olduğundan haberdar bile değilim. Gce çıkmadan, uzun süre hangi DJ nerede çalıyor onun muhabbeti, bol bol önceki haftaların klüp dedikodusu, kimi kimle görmüşler, hangi DJ ne çalmış. Benim en Erasmus’lu öğrenci olduğum saatler bunlar.
Sonra yavaş yavaş çıkılıyor, şimdiki gibi değil, illa gece yarısından sonra. Ne kadar geç gidersen o kadar iyi klübe. Onları kapıda uğurluyorum şefkatli bir baba gibi, tabi çıkarlarken beni de çağırıyorlar, her seferinde bir bahaneler uyduruyorum.
Korkuyorum o klüplere gitmeye valla, hani ben kendimi gece hayatı faresi sanıyorum güya ama klüp, yok olmaz, beceremem, ayağımı bacağımı nereye koyucam bilemem. Hem sonra dans falan mümkün değil, en son pogo yapmışım Pearl Jam konserinde düşünün.
Bir iki üç ay geçiyor böyle, sonunda, bir noktada, tamam diyorum geliyorum, merak yine galip. En fiyakalı üst-başla (hepsi Terkos) ve bir kilo Ondüla, Millenium’a gidiyoruz, Talimhane’ye.
İlk girişimi de çok iyi hatırlıyorum. İlk İstiklal’e çıktığımdaki gibi, Ronaldo’nun elinde Şampiyonlar Ligi maçına çıkan çocuğum yine, bu kez daha beteri, o biçim heyecanlı. Bizimkilerin dizinin dibinden de ayrılmıyorum hiç. Etrafımdaki her şey yeni, her şey aşırı cool, ve ben her şeye ve herkese aşırı bakıyorum, herkes o yüzden bana bakıyor, veya öyle geliyor. Elimi kolumu nereye koyacağımı da bilemiyorum, arka arkaya sigara yakıyorum.
Burası bir garip yer, bir ana salon sonra ama farklı odalar, ışıklandırma bir acayip, renkler 95 yazında ziyaret ettiğim Frankfurt Genelevi’ni andırıyor biraz. İnsanlar hele iyice bir acayip, hele o kızlar, ne kadar farklı, havalı, güzel giyinmiş kızlar bunlar! Bu insanlar Türkiye’de mi yaşıyor yav? Hani onlar Türkiye’de yaşıyorsa, bunca zamandır ben nerede yaşıyorum?
Bu arada korktuğum gibi herkes dans ediyor ben alık alık bakmıyorum, zaten kimse neredeyse dans etmiyor, başlarda daha doğrusu. Birazdan, belli şeyler belli kıvama gelince dansedilecek. Sonra, ileride, o kıvamlara ben de geleceğim, ben de koca gözbebeklerimle birlikte dans edeceğim, hemen değil ama, ona daha var, yelkenleri hemen indiremem, biraz daha direnicem.
Bu gecelerin saatleri de takvimi de daha farklı. Milletin çorbacıya, ıslak burgere gittiği saatlerde, bu kesim partiye devam etmek için birisinin evine gidiyor mesela. Sonra zamanla öğrenicem, sabaha karşı, Millenium’un, 2019’un, Magma’nın, Scene’in, Switch’in, SeventhHouse’un önündeki grupların konuştukları hep bu: Aftera kime gidiyoruz?
O zamanlar o ev, genelde bizim ev oluyor. Bizde çok az evde olan bir şey var, evde “resident” DJ’imiz ve pikapımız. Bu saatlerde işte, şimdiye kadar sadece Televole’de gördüğüm karakterleri, mankenleri, sosyetik güzelleri evin salonunda görmeye başlıyorum, birlikte Clearly Canadian içiyoruz.
24 Hour Party People günlerim, sayılı olacak ama. Morbasan’a taşınmamızdan yaklaşık bir sene sonra, Barış’la çıkmak zorunda kalıyoruz. Haklı nedenlerden: komşularımızın, yüksek sosyeteye de, yüksek basa da öyle pek toleransı yok. 7. Kattayız velhasıl bodrum katındaki kapıcının ailesi bile sesten şikayetçi, haklılar.
Hakan üzgün, özür diliyor, ama özür dilenecek bir şey yok, ne kira almış ne bir şey, bana hayatımda yaşayamayacağım bir sene yaşatmış. Farkında diil sonra, virüsü de bulaştırmış. O eve tabi daha sonra daha çoook gidicem, üssümüz olmaya devam edecek. Şimdilik veda zamanı ve yatağımı bir kere daha taşıma.
Gelidonya Feneri’ni bilir misiniz?
Akdeniz’in tam köşesinde, Kumluca ile Adrasan arasında. 2021’in Ekim’inde Likya Yolu’nu yürürken geçmiştik buradan ve aklımızı başımızdan almıştı, sihirli bir yer. Yani fener sonuçta evet, insan yapısı ama, etrafına, o güzelim ormana o kadar yakışmış ki, o arkasındaki adalara. Hala arada gözlerimi kapatır ve oraya giderim.
Bir de bir Erenler Mevkii var ve orasını bilen daha azdır eminim. İsmiyle müsemma bir yer, buraya erince gerçekten eriyorsunuz biraz cidden.
Gelidonya Feneri etabı öncesi, iki günlük bir Demre – Finike etabı var ki, katırlarla yol almıyorsanız burada baya zorlanırsınız. Bir günde deniz yüksekliğinden 1700 metrelere çıkmanızı gerektiren götçatlatan bir tırmanış. Çok kişiye göre Likya Yolu’nun en zorlu parkuru burası, zirve noktası da işte Erenler Mevkii. Biz mesela becerememiştik, karşımıza çıkan bir keçi çobanı/kovboy, valla baya atıyla falan, bize bir kestirme yol önermişti. İşaretli patikadan çıkıp, ormana, o kestirme yolu bulma ümidiyle girdiğimiz anda daha kayboluvermiştik. Saatler boyunca dön dur, Finike Olay’a manşet olmamıza ramak kalmıştı. Neyse sonra bizi başka bir kovboy kurtardı, pansiyonumuza dönebildik gecenin bir vakti.
Sonraki etapsa, işte Gelidonya Feneri etabı ve orayı geçerken, bunları düşünmüştüm, bu Likya Yolu da hayat gibi demiştim. Dalgalı, değişken, önce çok zor bir etap, o bitiyor, daha güçlü çıkıyorsun o etaptan, daha dayanıklı. Sonra çok güzel bir etap başlıyor. O bitiyor, yine zorlu bir etap ama bu kez önceki etaptan antremanlısın biraz daha. Bir de, zor bir dönemden veya etaptan sonra, güzel bir dönem veya etap gelince, daha bir şükrediyorsun, daha bir değerini biliyorsun. Biri olmadan diğerinin olmayacağını anlıyorsun.
Adrasan’a vardığımızda düşünmüştüm, Morbasan Sokak da benim için bir Gelidonya Feneri etabıydı. Hani hayatımın en iyi evresi olarak değil ama ev olarak ve ev hayatı olarak, çok eğlenmiştim bu evde.
Morbasan’dan sonra ise Göknar Sokak’a taşınmıştım, Teşvikiye ile Fulya arası, soranlara Teşvikiye diyorum tabi ama aslen baya Fulya. Ferah bir 3+1’den, üç kişi yaşadığımız bir 2+1’e geçiş ve evet bölünemiyor biliyorum. O yüzden ben de oturma odasını perdeyle bölüp kendime oda yapmıştım, anca öyle sığabiliyoruz.
Ha bir de giriş altı ikinci katta ev. Kot farkından günün iki saati üç beş güneş giriyor, giren de yosunları öldürmeye yetmiyor. Birkaç hafta uyandığımda Boğaz Köprüsü görürken, şimdi onlarca kedinin yaşadığı karanlık bir arka bahçeye bakıyorum.
Hani evin boktanlığı, ona o kadar takılmıyorum, sonuçta öğrenciyiz, öğrenci evleri de böyle, yapacak bir şey yok. Bu evi benim için tam bir Erenler Mevkii etabı yapan, o sebepler daha başka.
Şimdi, Morbasan’daki evde yaşarken de, durumlar öyle pek iyi değil, hatta ilk büyük darbe buradayken gelmiş, 18 Nisan 1999’da.
Bu tarihi bir çoğunuzun hatırlamasına imkan yok tahmin ediyorum, benim içinse pek müstesna travmalarımdan bir gün. O tür travmalara biliyorum şu anda bir çoğunuzun aşinasınız, yaranız taze hatta.
18 Nisan gününe gelmeden biraz öncesini anlatayım, bundan önceki aylar, feci umutluyuz, öyle böyle diil. Senelerdir bugünü bekliyoruz, buna hazırlanıyoruz, hem de kafamıza cop, götümüze bıçak yiye yiye. ÖDP olarak, ilk genel seçimlerimize giriyoruz ve pek de güzel bir kampanya yürütüyoruz.
“Kadıköy’ü Kızıla Boyuyoruz Kampanyası” ile neredeyse girmedik mahalle, afişlemedik duvar, eline bildiri tutuşturmadık insan bırakmamamışız. Kampanyaya cevap da alıyoruz, öyle boş duvarlar yok karşımızda. Hatta hiç oy vermez, verirse de gider CHP’ye verir dediğimiz insanlar bile Ufuk Uras’tan, aşktan ve özgürlükten, güleryüzlü sosyalizmden, gökkuşağından bahseder olmuş.
Bezgin Bekir’in kediler artık ÖDP şeklinde uyuyor, Adalet Ağaoğlu’ndan Yaşar Kemal’e tüm yazar çizer sanatçı tayfası çıkıyor bas bas diyor “oyum ÖDP’ye”. Seçim konvoylarımız uzun, kaldırımlardaki yüzler gülüyor bizi görünce. 9 Numaralı Otobüs’le bulutlara doğru gidiyoruz anlayacağınız.
Seçim yaklaştıkça ve popülaritemiz arttıkça, partide bir bayram havası. Her masada yüzdeler, tahminler:
Yüzde 3 zaten cepte ama 5 de olmaz mıydı? Niye 10 olmasındı? Olabilirdi, değil mi? 80 öncesinde şu kadar solcu vardı, ee hadi onların yarısı ölmüş olsun, yaşayanların, bir karısı, kocası, iki çocuğu olsa, oldu mu sana yüzde 8? Ben de acaba diyorum kaç alıcaz? Sekiz çok sekiz olmaz, benim gönlümden geçen beş. Beş ne güzel olur.
Olmuyor ama, yüzde 5 olmuyor, hatta 3 de, 2 de, hatta 1 bile olmuyor. Sıfır virgül bişeyler oluyor, haber bile olmuyor. HADEP’in baraj altı kalması haber oluyor mesela ve MHP’nin ikinci parti olması da. Normal şartlar altında Kadıköy merkezden uzak duran MHP’liler, binanın önünden korna basa basa geçiyor, elleriyle gırtlaklarımızı kesiyorlar, sandıkların açılmasından geçmiş şunun şurasında 2 saat…
O güne travma dememde bir sakınca yok, o anı, o balkonda sigara içerken gördüğüm, boğaz kesme işareti yapan MHP’lileri o anı hala dün gibi hatırlıyorum. Hayatın, başıma yıkıldığı o anı...
18 Nisan’la birlikte, dünyanın tepesinden, 2.5 senedir tırmandığım tepeden, yere çakılıyoruz, ben de ÖDP de bugünden sonra eskisi gibi olamayacağız.
O kış bu arada Abdullah Öcalan yakalanmış ve sonrasında tüm ülkede bombalar patlamaya başlamış. Dolmuşa binerken bozuk para değil, koltuk altında paket var mı onu kontrol ediyorsunuz, 90’lar niye özlenir anlayamamam bunlardan işte.
Sonra 17 Ağustos depremi olmuş, düşünebiliyor musunuz, nasıl bir sene? Bence düşünebiliyorsunuz, çünkü, 2023’e baya benziyor sanırım.
Ekonomik kriz, hiper enflasyon, devalüasyon, deprem, yitip giden aileler ve üstüne baskıcı hükümet, eli sopalı (ve hatta boğma ipli) derin devlet, 90’ların realitesi ve aynı zamanda 2020’lerin tabi ki. Beni asıl korkutan bunlar değil.
Memleket bombok tamam, yine bu tür karanlıkların bir avantajı var: Yalnız değilsiniz, çeken sadece siz değilsiniz. Bir başınıza evde çekmiyorsunuz o karanlığı, bunu paylaştığınız çok kişi var, aynı teknede olduğunuz, bu daha dayanılır kılıyor bu halleri kesinlikle.
Aynı teknedeyiz sonuçta, birlikte aşarız, sarılırız birbirimize olur biter.
Hatta, biraz dişini sıkarsan, bu tür toplumsal krizler, bu zor dönemler, insanları birbirine yakınlaştırabiliyor, daha iyi bir toplum olarak çıkabiliyorsunuz o tünelden, biliyorum, gördüm.
Sonra insanın kişisel olarak da güçlendirebiliyor, uyandırabiliyor. O güne kadar yaşadığı hayatı sorgulatabiliyor, şükrettirebiliyor birçok şeye. İnsan farkında olmadığı cevherlerini, bilmediği yönlerini de keşfediyor, ayakta kalmak için, yepyeni yollar bulabiliyor bu dönemlerde.
Kısacası, bu toplumsal karanlıklardan korkmuyorum çok. Benim korktuğum, kişiselleri. Ve benimkinin de eli kulağında. Hayatımın en siktiriboktan dönemlerinden biri. Bu kez teknede 5 kişi olacağız sadece.
Göknar Sokak’taki eve 99 sonbaharında gri bir zarf geliyor, devlet grisi. Tek sayfalık mektup Marmara Hukuk’tan uzaklaştırıldığımı haber ediyor.
Aylar önceki bir Grup Yorum konserinde çıkan bir olay nedeniyle, 6 ay okuldan men almışım. Ne komik, o kadar boka girdim çıktım okulda, o günkü kavgada, ki kavga da denmez en fazla itiş kakış, tek yaptığım araya girmek, durun yapmayın yahu demek.
Ama ilahlar öyle istemiş sanırım, olay sırasında hırpalanan elemanlardan birisinin, ve benim aslında korumaya çalıştığım tipler bunlar o gün, işte bunlardan birisinin babası nüfuzlu birini tanıyormuş. Onu aramış onlar da disiplin cezası almamızı sağlamışlar vs.
Bu mektup da işte, yeni bir ak göt kara göt anı. Bu kez götün karası oldukça koyu, yüksek tahsil hayatımı bitirecek kadar. Benle birlikte ceza alan diğer 4 kişi, onlar ceza bitince okula dönecekler, bitirecekler bir şekilde. Ben ise teslim olucam, 99’un bu son darbesi yıkacak beni, bu mektupla birlikte okulu bırakıcam.
Bırakıcam çünkü, zaten olmayacak duaya amin demişiz biliyorum, Agean Bar’da, anamın “oğlum, güzel oğlum, Marmara Hukuk’u kazanmışsın” dediği o an biliyorum zaten bitiremeyeceğimi.
Sonra zaten az olan krediyi de hemencik tüketmişiz. Düşünün 3. senemin başındayım okulda, ama neredeyse hiç ders verememişim, doğru düzgün sınavlara girmemişim ki, nasıl vereyim?
Sonra uzaklaştırma 6 ay tamam da, dersler senelik, o sene artık vizelere giremeyeceğim, ehh finallerin de bir anlamı kalmıyor. Sene benim için bitmiş sonuç olarak ve dolayısıyla da okul. Bu maç mümkün değil buradan dönmez.
Yani, elbet döner, isteyen yapar, olmayacak iş değil, teorik olarak yapılabilir. Ben ise o teoriti pratiğe dökecek kişi değilim, biliyorum, eminim. Hiçbir zaman olmadım zaten.
Nasıl lisede oturup test çözemediysem doğru düzgün, şimdi de oturup Ceza Genel falan çalışamıyorum işte, kafamın içine üşüşüveriyor şeytanlar ne zaman denesem. O azim bende yok biliyorum, çok ama çok isterdim ama klasik yol, bu “okuluna git, iyi bir iş bul yolu”, bu benim yolum değil, elimde değil.
İşte böyle kalakalıyorum. Yapacak hiçbir şeyim yok artık.
ÖDP bayrakları inmiş. Sultanahmet’te çalıştığım turizm bürosu kapanmış. Haydarpaşa’dan Beyazıt’a, İTÜ Ayazağa’dan Mimar Sinan’a, vapurdan vapura, toplantıdan Sultanahmet’e, Sultanahmet’ten matbaaya, matbaadan ÖDP Kadıköy’e, oradan rakı masasına geçtiğim günler bitivermiş.
Hepsinin üstüne okul da, ve öğrencilik hayatım da...
Böylece, artık beni sabah yataktan çıkartacak herhangi bir neden kalmıyor. Böyle olunca ne oluyor biliyor musunuz? Yataktan çıkmamaya başlıyorsunuz. Sabahtan akşama yatıyorum, içmek dışında çıkmıyorum yataktan, gündüzleri en azından.
Anadolu Yakası kariyerim bitiyor, geriye Avrupa Yakası kariyerim kalıyor ve ben de ona asılıyorum, gece hayatının uyuşuk kollarına bırakıveriyorum kendimi, ya evde içiyorum, ya da hem evde, hem dışarıda..
Göknar Sokak’taki evde, Erenler Mevkii etabı böylece başlıyor işte.
Aşkın selam.Muazzam bir akıcılıkla anlatmışsın.. Bi inceleyip bırakıp nasılsa diye basladigim(önyargimi kabul ettiğim dakilar:))su misali aktı.Likya hayat gibi dediğin yer benim hikayedi kıssadan hissem.Sodanjn bile limonludunu içemeyen ben freshanin nin atası clearly canadian a asardım.. ne özendirici bi anlatim🥰Tebrikkss