Disiplin cezası İzmir’deki eve de gitti mi acaba? Annemler bu işi öğrenince beni kesin İzmir’e geri alacaklar. Alırlar valla, İstanbul’da kalmam için sebep mi kaldı ki? İzmir’de bir iş nereden bulabilirim. Ben ne iş yapabilirim ki? Ya askerlik, ben 18 ay askerde ne yaparım? Ne zaman alırlar beni askere acaba? Yeniden sınava mı girsem? Ama ÖSS’ye birkaç ay var, yetişemem, seneye mi girsem?
Sabah bu düşüncelerle uyanıyorsanız, bir süre sonra diş fırçalamadan votka portakal hazırlamaya başlıyorsunuz. Günün kalanı, daha iyi geçiyor emin olun. Böyle böyle bir süre sonra diş fırçalama bölümünü de es geçiyorsunuz, sonra da toptan sabah bölümünü.
Bu dönemde hayatımdan çıkardığım tek şey hijyen değil, çok basit, minimal bir diyet de uyguluyorum: karadeniz kır pidesi, Tekel Voktası ve Tamek portakal suyu.
Karadeniz kır pidesinin ne olduğunu biliyorsanız ve tekel voktası içtiyseniz, hayatımı Tamek’e borçlu olduğum konusunda hemfikiriz demektir.
Bu basit, minimal diyet bile para tabi bu arada ve ben turizm acentası işimden olduğum için tamamen harçlığa kalmışım. O zaman, beni hala bir hukuk öğrencisi sanan anamdan harçlık günümü Cuma olarak değiştirmesini istemiştim, anam da “niye Cuma” demişti, hafta sonları içkisiz gezmeyim diyememiş, Beşiktaş Pazarı var demiştim, hala daha perşembedir.
Cumaları istisnasız, diğer günler paramız olduğunda ki arada kira da içtiğimiz olmuştu, vazgeçilmez başlangıç noktamız Akdeniz’di. Nevizade’de, Gizli Bahçe’nin girişinin hemen yanında. Meyhaneden öğrenci birahanesine dönen ilk mekandı. Su katılmış birasına kısa sürede alışmıştık, fiyatları da makul.
Ayrıca neredeyse tüm İstanbul öğrenci gençliği önümüzden geçip gittiğinden, masamız hiç boş da kalmıyor. Gizli Bahçe’nin dibinde olması da büyük avantaj, ne zaman kapıdaki eleman çişe gitse, hemen kalkıp Gizli Bahçe’ye sızmaya çalışıyoruz.
Akdeniz akşamlarımın vazgeçilmezi Ahmet. 98 kışında bir akşam Kemancı’da tanışmıştık ve ilk görüşte aşk. Fen Lisesi mezunuydu, doğuştan zekilerden ama ergen zekası kazandığı makine mühendisliğinde çok da bir işine yaramamıştı. Tanıdığım, okulla benden bile başı dertte tek insandı, ama nasıl oluyorsa baya da gamsız. Kendi kendine ud ve saz çalmayı öğrenmiş, bir şekilde Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu, nam-ı diğer Kardeş Türküler’e kapağı atmıştı.
Aklı da fikri de ya müzikteydi ya da kızlarda ve bazen de aynı anda. Kızlara saz çalıp, akıllarını başlarından almaya çalışırdı ve nasıl olurdu bilmem ama alırdı da veya artık şu kahrolası müzik sussun diye onu alıp yatak odasına geçerlerdi, bilmiyorum.
Bunun dışında, belki bir iki kitap ve film vardı şu hayatta ilgisini çeken (ikisine de örnek olarak Dövüş Klubü’nü verebiliriz), o kadar. Kendini ciddiye alışı ve de almayışı, eliyle düzenli olarak kazılı kafasını taraması, hep aynı şeyleri giymesi, her espriyi daha ağzımdan çıkmadan anlaması ve gülmesi (veya gülmemesi) ile tanıdığım en kendine özgü insanlardan. Elinde ne varsa, ev, para, anasının gönderdiği yemekler, veya içki hepsini paylaşırdı. Onunla bir gece çıkıp da eğlenmemek zor işti, Erenler Mevkii’nde bile.
Sonunda aradığım suç ortağımı bulmuştum, 15 sene sürecek bir birliktelik, yoldaşlık, ya o bende ya ben onda. 2010’ların başlarında, sonunda hayallerini gerçekleştirecek, ünlü bir şarkıcı olacak, bu da ama ne yazık ki bizim yolları ayıracaktı.
Okuldan gelen zarfın üzerinden artık kaç ay geçmişti bilmiyorum. Biz yine Akdeniz’de başlamıştık sonra, kapıdaki uzun saçlı çişe gidince, Gizli Bahçe’ye dalıvermiştik. Cuma gecesiydi, merdivenler bile Boğaziçili, Mimar Sinanlı, ama illa ki Sosyolojili, Psikolojili, kırmızı, mavi saçlı ve postallı ve asker çantalı doluydu, sigara dumanından görebildiğimiz kadarıyla tabi.
Kendimize yer ararken, gözümüze Bahar çarpmıştı. O da Boğaziçi Sosyoloji, İstanbul’daki ilk kızarkadaşım Özlem’in kankitosu.
Bir grup kız arkadaşıyla oturmuşlar, bir şeyler içiyorlar. Hemen Ahmet’le berjer koltuklarının kollarına atmaca gibi konuvermiştik. Bahar dışındakilerin ikimize de yüz verdiği yoktu, genelde de verilmezdi zaten, en azından gecenin o saatlerinde. Ahmet’le tünediğimiz yerlerden, kızların muhabbetini pür dikkat dinleyip, ama hiç dinlemiyormuş gibi yapıp, ileride işemize yarayabilecek bilgiler toplamaya çalışıyorduk. Hani mesela Nick Cave seviyorsa (ki hepsi hastasıydı, o zamanlar erkeklerde “yıkılmadım, ayaktayım” tipi modaydı sanırım), Where the Wild Roses çaldığında mesela “bayılıyorum ya bu şarkıya” diyelim yüksek sesle, o da “aaa ben de” desin. Çok ucuz numaralar biliyorum, ve bence yemiş gibi yapıyorlardı ya.
Ama bu gece müzik veya film değildi konuştukları, Bahar’ın yeni çalışmaya başladığı televizyon kanalını konuşuyorlardı. Türkiye’nin en büyük kanallarından birinin haber merkezinde staj yapıyordu. Tüm kızlar haber merkezinde dönenleri, meşhur ana haber spikerinin memelerini (gerçektiler), ünlü haber koordinatörünün boyunu ve politik yorumcunun azgın teke sendromunu dikkatle dinlemekteydiler Bahar’dan.
Ahmet sonunda bir boşluktan yararlanıp en favori filmi (ve tek okuduğu kitap) olan Dövüş Klubü konuşmaya başlamıştı ve ben ona bir türlü kızların bu filmi sevmediğini anlatamamıştım, American Pie dururken, Shakespeare in Love, Eyes Wide Shut varken ne alaka?
Ama o gece berjerlerdeki kızlar değildi pek ilgimi çeken, Bahar’ın stajıydı, Ahmet diğerlerini oyalarken, ben de alabildiğim kadar bilgi almaya çalışmıştım:
Girmek zor muydu, askerlik veya okul şartı arıyorlar mıydı, para veriyorlar mıydı, adam yerine koyuyorlar mıydı?
Soruların tümünün cevabı hayırdı, tam benlik bir yer yani ha?
Ahmet’le gecelerimizi ertesi gün pek konuşmazdık, pek hatırlamazdık çünkü. Akdeniz bölümünü veya Viktor Levi bölümünü belki, ama sonrası, girebilmişsek Mojo veya Line veya Mektup veya XS veya Rıddım bölümleri ya tamamen yok, ya da sadece bir iki kare. O Gizli Bahçe gecesini ama ertesi gün de, sonraki günlerde de hiç unutmadım, Bahar’ın anlattıklarını.
Sanırım artık, kendimi içerek öldüremeyceğimi anlamıştım, kendime acımam yetmişti. Tavana ve sonra da dönüp bahçedeki benden kesinlikle daha sağlıklı o uyuz kedilere bakmak, hayatın gelmişine geçmişine küfretmek yetmişti. Çok şey bilmiyordum ama bir şeyler yapmam gerektiğini biliyordum. Bunu da nereden biliyordum biliyor musunuz? Babamdan.
Hani o ketum, hani o “bak oğlum, hayat yok şöyle bişeydir, yok böyle bişeydir..” diye cümleler kurmamış olan babamdan.
Bana hayatım boyunca bir yol, bir yön göstermedi diye, içten içe haset duyduğum güzel babamdan. İki tike bana güven aşılasa, belki bu kadar debelenmez, bu kadar zorlanmazdım diye senelerce kızdığım adamdan. Tüm bunlarla artık barıştığımı düşünüyorum ve aileme karşı da şükrandan başka bir şey duymuyorum, bir haftadan az gördüğüm sürece tabi. Ama bunlara en son gelicez zaten.
Ortaokul yazlarından biri, bir veya iki heralde, hayatım o zaman kaykay pisti ile tenis kortu arasında geçiyor. Ablam o zaman evdeki dalgakıran, ben çocukluğumu yaşıyorum hala sayesinde. O yaz, bir grup sert çocuk, bizim kaykay pistine dadanmışlardı. Neredeyse hepsi bizden ufak veletler ama faytonculuk yapan abileri onları kolluyor, sonra bellerinde bıçak var, karşı çıksak çıkartıp sokacaklar.
Zorla ellerimizden kaykaylarımızı alıp, biniyorlar, bazen üstünde tepinip kırıyorlar, bazen de ve işte en korktuğum bu, yolun ortasına atıyorlar, araba geçiyor üstünden, paramparça kaykay. Hayatı kaykay olan ve o kaykayı için tüm sene harçlık biriktirmiş bir velet için, dünyanın sonu, her gün aşağı inerken ödüm bokuma karışıyor o yüzden, lütfen beni seçmesinler diye dualar ediyorum.
Sonunda dayanamayıp babamdan yardım istiyorum, baba diyorum, bir görünsen yeter, gölgen bile yeter, sahipsiz olmadığımız anlasınlar yeter, bırakırlar bizle uğraşmayı. Yemek masasındayız, akşam güneşi babamın tüm gün çalışmaktan ter içinde kalmış yüzüne vuruyor, babam kafasını kaldırmadan, “Her koyun kendi bacağından asılır” diyor, sonra kıymalı makarnaya devam.
O laf, ah o lafı hiç unutamıyorum, çocukluğumdan babamla ilgili hatırladığım birkaç hatıradan biri. Ne yapacağımı şaşırmıştım, pek korumasız çaresiz hissetmiştim ve de anlamıştım ki, bu hayatta ne yapacaksam kendim yapıcam. Kimse beni alıp bir yerden bir yere koymayacak, kimse beni kurtarmayacak, babam bile.
Bu düşünce, o yaşlarda, büyürken insanı zorluyor biraz belki ama uzun dönemde, sonrasına da sizi daha iyi hazırlıyor bence. Kimse beni girdiğim tünelden, düştüğüm kuyudan çıkartmayacaksa, o zaman geriye bir seçenek kalıyor: kendim çıkıcam.
Artık o nasıl olacak bilmiyorum, genelde de bilmiyorsunuz zaten ama, tavana bakıp kendime acıyarak olmayacağını tahmin edebiliyorum. Aylardır bunu yapıyorum ve bu gidişle tek olacağım şey sarılık.
O Gizli Bahçe gecesinden ne kadar sonra tam hatırlamıyorum, ama birkaç gün sonra heralde, Bahar’ın staj yaptığı o televizyon kanalının kapısındayım staj görüşmesi için ve televizyon gazeteciliğindeki birkaç senelik serüvenim de böylelikle başlıyor.
Doğru bir karar mı, ben ne anlarım haberden, ne alakası var?
Bunları düşünmüyorum, belki de düşünüyorum ama ona rağmen gidiyorum. Sadece diyorum, bir adım at, bir şey yap, sabahları seni yataktan kaldıracak bir şeyin olsun. Yeniden diş fırçamla barışayım istiyorum.
Ve Erenler Mevkii etabının ikinci bölümüne başlıyorum böylelikle.
Televizyon haberciliğine, gazeteciliğe karşı bu ilgim nereden çıkmış peki?
Öncelikle, tahmin edersiniz ki hukuk fakültesini yarım bırakmış biri olarak o zamanlar her gün bir iş teklifi almıyorum. Bir yandan da gazeteciliğe, özellikle de araştırmacı gazetecilik de saygın bir iş. Gaddar patronların, savaş tacirlerinin, tüyü bitmemiş yetimin hakkını yiyenlerin foyasını ortaya çıkarmak da devrimci bir uğraş, Uğur Mumcu’nun kuşağıyız sonuçta ve 18 Nisan ve okuldan men henüz içimdeki devrimciyi tamamen öldürememiş o zaman.
Haber merkezine ilk adım attığım anı hatırlıyorum, böyle şeyleri unutmak zor. Yaklaşık bir buçuk halı saha büyüklüğünde, açık bir ofis, koca, yüksek tavanlı bir salon düşünün. Büyük salonun girince sağ tarafında, editörlerin, haber koordinatörünün, haber müdürünün ve ana haber spikerinin kübikler var. Katın sol tarafında, uzun masalarda haber merkezinin diğer mensupları, adliye, yurt, İstanbul, magazin ve dış haber muhabirleri, kameramanlar, prodüktörler, stajyerler, arşivciler.
İçeri girer girmez, burası benim yerim. İçerisi Wall Street’i andırıyor (önceki yaz sokağından geçmişim), hani filmlerde bağırıp çağırır ya borsa simsarları, traderler, belki biraz da Taksim İlkyardım Acil’i. Haberini yazmaya çalışan bir iki muhabir dışında, kimsenin sandalyesinde 15 saniyeden fazla oturduğu yok, bitmek bilmeyen bir koşuşturma, gürültü ve de patırdı ve de kahkaha.
Havada amfetamin kokusu, ohh en sevdiğim, kafamdaki şeytanlardan daha güzel kaçabileceğim bir yer düşünemiyorum doğrusu.
Hezeyan da çok, eğlence de ve sadece arkanıza yaslanıp içeri seyretmeniz yeterli bunun için:
Haber Koordinatörü, diğer uçtaki İstanbul Haber muhabirine kaçırdığı haber için ana avrat gidiyor, o sırada bir adliye muhabiri koşarak editörünün masasına “Aha işte sana çivili katil” diye bir kaset fırlatıyor, aynı esnada bir diğer editör, bir kameramanın kafasında “oğlum bu ne s*k*m açı lan” diye kaset kabı kırıyor.
İçerisinin enerjisi, en kötü akşamdan kalmalığa bile birebir ve dertlerinizi unutmanız için de. Sabah haber merkezinin kapısından girip de akşam haberleri yayınlanıp, 21:30 gibi işten çıkana kadar, sivildeki dertlerinizi düşünecek vaktiniz olmuyor, çıktıktan sonra da haliniz.
Ben de cumburlop atlıyorum kaosun ortasına, çünkü kenarda durup, olan biteni izlemeye ve yavaş yavaş oyuna girmeye vakit yok. Haber merkezinde, kim olduğun, ne okuduğun, para alıp almadığın veya ne kadar aldığın hiç önemli değil. Kimsenin senin pişmeni beklemeye fazla sabrı yok. Bir an önce işi kapıp işe yaramalı ya da siktirolup gitmelisin.
Ben dış habere atanmışım dış habercilikte de formül aynı, haberin üç ayağı var: (1) görüntü, (2) metin ve de bu ikisinin karışması, yani (3) montaj.
Biz dış haberciler için, görüntü de metin tarafı da nispeten kolay. Reuters ve Associated Press saolsun, bizi dünyanın dört bir tarafından zibilyon haberin görüntüsü ve metniyle boğuyor. Benim de ilk görevim, uydu alıcılarında bu görüntülerin kaydedildiği kasetleri değiştirip durmaktı.
Metin işi görece kolay, orijinal metinler zaten Reuters ve AP’den (“eypi” diyoruz biz) geliyor, bazen aynısının türkçesi AA’dan (buna da “AA”). Bizim işimiz bu metinleri Türkçeye, daha doğrusu halkımızın anlayacağı ve seveceği şekle, dönüştürmek.
Tercümesi, benim gibi, İngilizcesi varmış gibi yapan bir için bile zor değil pek. Genelde bol bol vaktim de oluyor tercüme için, halloluyor çeviriler bir şekilde, zaten kimse senden BBC inceliği ve doğruluğu beklemiyor, rakip Reha Muhtar düşünün.
Ama haber yazmayı öğrenmem, o zamanımı alıyor, bakın o bir sanat işte. Çünkü, haber bülteninin süresi belli, Galatasaray Leeds United Maçı, Üzeyir Garih cinayeti veya 11 Eylül değilse elinizdeki haber, haberiniz birkaç dakikayı geçmemeli, hele ki dış haberse.
O birkaç dakika içinde de hedefimiz, verilebilecek en çok bilgiyi vermek değil hayır, halkımız biliyorsunuz zaten en akıllı halk değil, yani kanal yetkililerinin görüşüne göre, onlar bilgi değil, görüntü istiyor, aksiyon istiyor. Dolayısıyla haber metni, aksiyonun, görüntünün arasına serpiştirilen, nasıl diyim, cenaze çelengi gibi bişey, kimsenin umrunda değil ama olmazsa da olmaz.
İlk yazdığım haber, Mozambik’teki bir sel felaketiyle ilgili ve eminim şu anda bunu hatırlayan Mozambikliler yoktur ama ben hiç unutmadım. İlk eserim, ilk bebeğim şöyle:
“Mozambik yine bir sel felaketiyle sarsıldı”
EFEKT
[yazarın notu: mesela buradaki “yine” kelimesi, orijinal metinde yok, tamamen benim g*tümden uydurmam. Bizim gibi gariban seven milletlere, “bu zavallıların başı da b*ktan kurtulmuyor” hissi vermek amaç]
“Ülkenin doğusunda hafta başından beri etkili olan yağışlar, birçok yerde ağır can ve mal kaybına yol açtı.”
EFEKT
“Yetkililer can kaybının onbinlerle ölçülebileceğinden korkuyor.”
[yazarın notu: Mesela, gerçek rakam bundan çok düşük olsa bile (ki gerçek rakamlarla pek ilgilenmezdik) biraz abartmanın ne sakıncası vardı di mi? En kötü, Türkiye’den giden yardımlar artar.]
“Yağışların bir hafta daha sürmesi bekleniyor.”
EFEKT
Bu ‘Efekt’ bölümleri olarak bıraktığımı yerler, bolca aksiyonlu görüntü için.
Buralarda işte diyorsun montajcıya şu kasetteki şu görüntüyü kullan şu dakkadan itibaren vs ve bu da işin en zor bölümü demek. Çünkü, montajcılarla çalışmak zorundasınız.
Montajcılar, hayatımda gördüğüm en ilginç insan topluluklarından biriydi. Yerleri haber merkezinin iki kat aşağısında, senede sadece 2 hafta, o da muhtemelen Erdek’te güneş görebiliyorlardı. Kalan hayatlarını, yerin dibinde, florasan ışıklarının altında geçirmekteydiler ve bu güneşsizlik her hallerine yansımıştı, işini daha severek yapan bulaşıkçılar göreceğim daha sonra hayatımda.
Onlarla iyi geçinmek çok önemli ama, hele ki henüz taze bir stajyerken. Onlar yoksa, dünyanın en iyi görüntüsü en iyi metni olsun elinizde, haber de olmaz. Sonra ama esas yetenekleri, esas önemleri, olmayan haberleri yaratabilmeleri, yoktan savaş var edebilmeleri:
Mesela, haber merkezinde işe başlamamdan çok geçmemiş, Ukrayna Sahil Güvenlik botları, bir Karadenizli balıkçı teknesini batırmış. Birinci haber olarak girecek bu ve ben neden olduğunu anlamamışım. Bir balıkçı ölmüştü, birkaç tanesi de yaralanmış ama, yani balıkçılar da neredeyse Kırım’a kadar izinsiz gitmişler. Neydi bu kadar büyütülecek?
Zaten görüntü de yok, bir balıkçının cep telefonuyla çektiği sallanıp duran, sesi olmayan, yaklaşık 20 saniyelik bir görüntü dışında, elimizde hiçbir şey yok. Ama yanında dolandığım muhabir, hiç dert etmiyor durumu. Montaj stüdyosuna giriyoruz, ve önce görüntü “aynalanıyor”. Böylece, 20 saniyelik görüntü oluyor 40 saniye. Sonra bir iki efekt daha, büyütülüyor görüntü zoomlanıyor bişeyler yapılıyor, bir dakika kadar görüntümüz oluyor. Ama yine de ana haberin ana haberi için yeterli değil.
Burak, yani tecrübesi itibariyle çoktan şef olması gereken diğer dış haber muhabiri, elime bir kağıt tutuşturup beni arşive gönderiyor. Kağıtta “karadeniz balıkçı tekne”, “sahil koruma” ve “Diyarbakır düğün” yazıyor. Arşivden koşa koşa, eski haber bültenlerinin kaydedildiği 9-10 kasetle birlikte tekrar avid stüdyosuna dönüyorum.
Arşiv görüntüleriyle de bolca oynanıyor, montajcı sanki Mortal Combat oynuyor, stüdyodaki her tuşa basıyor, bazılarına aynı anda. Aa bir bakıyorum, “Karadeniz’de Cinayet” haberimiz için artık “yeni” görüntülerimiz var, nur topu gibi yeni sahil güvenlik botları var mesela. Dikkatli gözler bu botlardaki Hollanda veya Norveç bandralarını seçebilirler ama biz dikkatli gözlere iş yapmıyoruz zaten.
Ama hala bir sorun var, ses yok. Onu nasıl çözücez bilmiyorum ve Diyarbakır düğünü görüntülerinin bunun için olduğunu da. Havaya sıkılan Keleşlerin seslerini alıyor montajcımız, bir güzel görüntülerin altına döşüyor.
Montaj stüdyosundan, elimizde 7 dakikalık bir haberle çıkıyoruz, yayından sonra Türkiye ayağa kalkıyor, işte Ukrayna Büyükelçisi çağrılıyor vs, diplomatik kriz.
Sanırım o gün virüsü kapıyorum, nasıl bir gücü olduğunu fark ediyorum ve o güç gözümü de kör ediyor, ve tabi sahne ışıkları da, birkaç sene sürecek körlüğüm.
O birkaç sene bir yandan da hayatımın en garip dönemlerinden biri. Kafam her zamankinden daha da karışık, annemler beni öğrenci sanıyorlar, ben stajyer muhabir olmuşum, her gün her gece “Ne yapıyorum ben böyle lan?” diye soruyorum kendime. Sonunda birkaç sene sonra, kafamın dışından bir ses bana “ne yapıyorsun lan sen burada?” diyor ve o sesle her şey değişecek. O sesin sahibine hala minnet borçluyum, ama oraya sonra geliriz.
Sonuç olarak bu dönem, Erenler Mevkii’nin sonu değil, hatta daha henüz başlangıcı. Yine de hayatımda çok önemli bir dönem, çünkü etabın bitmesi için, adım atmam gerekiyordu, o uzun bir etap, yola çıkmak lazım. O zaman böyle düşünmüyordum, zaten içinden geçerken bilmiyorsunuz nereye gidiyorsunuz, ne olacak. Şimdi ama kıyıya çıktıktan sonra yani diyebiliyorum, iyi ki o karanlık denize atlamışım, o gün Bahar’la iyi ki karşılaşmışım.
Ne komik di mi, siz farkında bile değilsiniz ama anlattığınız bir olay, bir yorum, iki kelimeniz, bir başkasının hayatını değiştirmeye yetiyor bazen. Siz adım atmaya karar verirseniz, kainat bir şekilde o bir kelimeyi, o bir kişiyi de karşınıza çıkarıyor sanırım.
Daha evren neler neler ne tipler çıkaracak karşıma evren, o sırada haberim yok. ama sizin birkaç güne olacak.
"Tekel Voktası" haha iyi uymuş... :)