Romanımla Sana Bir Ses. S02.E07. Dear Saddam
Bu romanın amacı, öyle görünebilir belki ama inanın başımdan geçen her olayı, her hikayeyi anlatmak değil.
Bazı önemli dönemeçleri, dönemleri anlatmak asıl hedefim ve o noktaları birleştirip bir nevi bir Kahraman’ın Yolculuğu’na ulaşmak, aslında bir “eve dönüş hikayesi” çizmek. Bunu çizerken de, bazı dönemeçlerle, ana noktalarla bazı anılar, insanlar, olaylar örtüşüyor, ben de o noktaları birleştirirken, o anılarla, o insanlarla anlatıyorum ana hikayeyi.
Ama arada öyle saçma, öyle abzürt hikayeler var ki, hani tamam hayatımı etkilememiş, birleştirilecek bir nokta değil o, ama öyle komik (veya trajikomik) ki, anlatmak da istiyorum, bir yandan sizi sıkmamak da var işin ucunda tabi.
Bu konuda en çok zorlandığım bölüm de işte bu televizyonda geçen senelerde başıma gelenler. Neyi bırakayım neyi tutayım, hep soruyorum kendime.
Saddam’ı, bir de kısa olduğundan, hiç bırakmak içimden gelmiyor mesela.
Bu Saddam olayı ne zaman olmuştu hatırlamıyorum ama artık iyice alışmıştım haber merkezine, kapmıştım da işi, çoğunu en azından. Hatta bültendeki sıradan dış haberlerin çoğunu ben yapar hale gelmiştim. Montaj katından haber merkezine, oradan birahanede içen alkolik sesçiyi bulmaya, ses stüdyosundan arşive oradan tekrar montaja koşturup duruyorum.
Haber de yazıyor, ses de kaydediyor, montajcılara bira ısmarlayıp istediğim montajı da yaptırıyor ve ne yapıp edip, haberleri bültene yetiştiriyorum. Dış habercinin standart bir gününü kurtarabiliyordum yani. İlk bölümü atlatmışım. İngilizceden pek çakozlamayan bir dış haberci olarak hiç fena iş çıkarmıyorum. Ama ilk dil krizi, pek ırak değil (dayanamadım).
Haber Genel Müdürü, benim gibi stajyer için Allah katı yani, nereden ayarladıysa Saddam’la röportaj ayarlamış resmi olmayan yollardan. Atlayıp Bağdat’a gidecek ama bir de resmi yoldan izin almak lazımmış. Sabah bizim dış haberler masasına geliyor “Saddam’a mektup yazın röportaj talebi için” diyip gidiyor. Evet, doğru, Irak Devlet Başkanı’na bir mektup yazılması lazım. Ve öyle zamanında Ölü Ozanlar Derneği’nden çıkıp da gaza gelip Milli Eğitim Bakanı’na Avni Akyol’a yazdığım gibi bir mektup da değil, bu kez iş ciddi.
Sonra benim yazmam lazım çünkü dış haber şefi de dış haber muhabiri de arazi olmuş duyar duymaz görevi, ben kalmışım Word 1997’le baş başa. Bombayı kucağıma bırakıp gitmişler, körsır yanıp sönüyor, bana bakıyor boş sayfa, ben ona bakıyorum, hayatımın ilk yazar tıkanması.
Oturuyorum, kalkıyorum, sigara içiyorum, dönüyorum, yok, mümkün değil, olmuyor. Bu arada olmayan, hani ne biliyim nasıl bitireceğimi bilmemek de değil, nasıl başlayacağımı bilmiyorum.
İlk cümle bir çıksa, belki gerisi gelecek de, hani bir ihtimal ama ilk cümle çıkamıyor. Saddam’a nasıl hitap edilir bir türlü bilemiyorum, her şeyi olan bir erkeğe ne hediye edilir?
Şöyle şeyler yazıp aynı anda da siliyordum kimse görmesin diye:
Dear Hüseyin
Dear Hussein
Mr. Saddam
Dear Saddam Hussein
Your Excellency
Dear Excellency
Dear President of Iraq
Dear Mr. President Saddam
To Whom It May Concern
Hüso
Bir noktada dış haber şefi, televizyon kariyerimin ana karakteri Eren, o gelmişti yanıma. Önce boş ekrana bakıyor sonra bana ama hani ama kızamıyor da, farkında saçmalığın, “Ne yazıcaz oğlum?” diye soruyor ben de aynı şeyi ona. Karar veriyoruz, bunu çözse çözse ablam çözer, ama o da San Francisco’da yaşıyor o zamanlar, bekliyoruz uyanmasını, tüm gün Haber Genel Müdürü gelip mektubu istemesin diye korka korka bekliyoruz. Neyse ki ilahlar yardım ediyor, röportaj planından vazgeçiliyor, yani kimse mektubu sormuyor bizden ama daha sınanıcam ileride. Ablamı daha sonra daha çok arayıp uyandırıcam.
Mesela George W. Bush’u hatırlar mısınız? Dünyanın içine sıçtı ama (gerçi hangisi sıçmadı ya) ama çok komik elemandı Allah için, bize sürekli malzeme veriyor. Henüz başkan adayı, kampanyası sırasında, CNN mi ne bir videosunu yayınlıyor, bu zil zurna sarhoş bir düğünde abuk subuk konuşuyor ve işte ABD ayağa kalkmış. Biz de kaldırıcaz ama, haber metninde ne dediği yazmıyor, ben de bir türlü anlamıyorum ne dediğini videodan, sarhoş eleman. Ablamı arıyorum, orada gece 4 falan heralde, ona dinletiyorum Allah aşkına söyle ne diyor diyorum, suratıma kapatıyor telefonu, haklı.
İşte böyle, ufaklı büyüklü bir sürü şey oluyor, ve her gün bişeyler oluyor neredeyse. Sadece kanalda da değil, dışarıda da, o zamanlar, sanırım tam bir paratönerim sanırım.
Dış haber genelde masa işi ama, bazen de değil, önemli milletlerarası meseleler olunca, bizim şef atlayıp gidiyor haber yapmaya. Rusya’ya gitmişti, benim daha ilk aylarım, ama vizesiz gitmiş, nasolsa o yoldayken vize işi hallolur diye ama olmamış tabi, sınır karakolunda bunu gözatlına almışlar. Beni apar topar Rus Konsolosluğu’na gönderdiler, “bir bak bakalım” diye, neye bakıcam, ne yapıcam? Neyse, işte saolsun ilahlar yardım etti, bizim şefin vize aslında çıkmış, bana sadece onu çalmak kaldı, öyle cebimde vizeyle fıydım konsolosluktan.
Bu hareketim beni Eren’in, şefin gözüne sokmuş olacak, Rusya dönüşü, bir akşam beni yemeğe çıkardı, Bahadır Ocakbaşı’na gittik, Etiler’de o zamanların gözde mekanı. Normalde Marmaris Büfe, harçlık günlerimde Burger King yiyen birisi için, önemli yemek ama önemi kebabından değil. kariyerimin dönüm noktası bu, o güne kadar Eren’le bir iki kere sigarada muhabbet etmiştik, o kadar. Beni böyle baş başa yemek yemeye çağırması? Götü boklu stajyerim sonuçta, o ise haber merkezinin prensi, lüks arabalarla geziyor. Allahım neler konuşacaz acaba?
Bir saat içinde, büyüğün yarısı bitmiş, kalanının da gidişatı belli olmuş. Masada rakı bardağı ve kül tablası dışında işimize yarayan bişey kalmamış. 2’şer sorti yapılmış acılı ezme, sırf alışkanlıktan sipariş edilmiş patlıcan salatası, dona yazmış çöp şiş yağları.
Oturduğumuzdan beri neredeyse hep ben konuşuyorum, yine becerememişim cool olmayı, lisedeki sarhoşluklarımdan, tiner tornalarına, araba kazalarımdan, devrimci kavgalara. En komik, en abzürt ne hikayem varsa, frenim patlamış gibi anlatıyorum. Sanırım ne kadar fırlama, ne kadar işbitirici biri olduğumu ispatlamaya çalışıyorum.
Sonunda Eren anlatıyor, nasıl bu yaşta şef olmayı başardığını. Aslında, neredeyse bir fırlamalığı tek bir olay sayesinde diyebiliriz, ve çok acayip, çok abzürt hikaye, hikayenin sonunda ama CNN’in BBC’nin alkışlarını alıyor bizim haber merkezi bir şekilde ve hoop, bizimki stajyerlikten şefliğe, Alfa Romeo’lara terfi.
Hikayeye bayılmıştım, bu zekaya bayılmıştım, şimdi tam ikna olmuştum işte aradığım yerin burası olduğuna. Yüksek tahsil gerektiren bir iş yapamayacağım, plazalarda çalışamayacağım onu biliyorum zaten. Ama öyle tüccar, al satçı, ne biliyim dükkan sahibi, garson falan da olamam. Burası sanki ikisinin arası, Eren’in yaptığı o hinliği, ben de becerebilirim, fırlamalık tek geçer akçem.
Sonra Eren biraz ciddileşiyor, biraz haber merkezi sırlarını anlatıyor, kim kimin adamı kim yönetime yakın kim neci. O kafayla anladığım şu, içeride klikler var, gruplar, baya Dallas entrikaları ve bana diyor ki üstü kapalı, bizle misin? Siz kimsiniz tabi tam bilmiyorum ama tarafım belli. Yarım bardak rakıyı fondip yapıp, masaya koyana kadar Eren kalkıp tuvalete gidiyor ve iyi de yapıyor, kalsa daha “Mezara kadar senleyim abi” gibi bir şeyler diycem biliyorum.
O işerken ben de akıllıca cevabımı düşünmeye koyuluyorum. Off başım da dönüyor ha ve burası da amma dolu ve amma gürültülü. Hele şu yan masa, amma çok bağırıyorlar. Hele özellikle de şu dazlak kafa bişey diyince gülüyorlar. O kadın da ne yav öyle, tam Bergen’e benziyor ama çirkini.
Sonra önüme dönüyorum, Pazar akşamı yemek yiyen ailelere bakıyorum dumanlar arasında ve o dumanların arasında bir karaltı peydah oluyor. Arkasından da omzumda bir el, hani şu pazarcı ellerinden.
Elin sahibi siyah boğazlı kazağının üstünden bana bakan bir izbandut. İzbandutun kafa, sakince sağa doğru yatıyor, bana kapıyı işaret ediyor. Diyorum ben bir yerden tanıyorum ve aha tamam ya, bu ayıboğan o Bergenli, 5 psikopatlı masadan.
Bergen’in yanındaki dazlak kafa da o sırada kalkıyor, yanımızdan geçiyor küfrede küfrede, “öldürücem bunu” diye bağıra bağıra dışarı çıkıyor. Fara yakalanmış tavşan gözlerim, kapıdan tekrar ayıboğana dönüyor, omzumdaki el artık koltukaltıma girmiş, beni çok da nazik olmayan şekilde kaldırmakla meşgul:
“Bilader bizim abiyi biraz kıllandırmışsın kadınına baktın diye tüm gece. Senle bir konuşmak istiyor o yüzden dışarıda. Korkma ama yeni çıktı cezaevinden o yüzden aslında keyfi yerinde.”
Koyun gözlerim Eren’i arıyor ama o pisuarda halen. Şef garsonla göz göze geliyoruz, ellerini arkasına kavuşturmuş, yere bakıyor. Her şeyin farkında ama yapacak bir şeyi yok. O zamanlar, öyle zamanlar, “Allah dövmesi” var diye barmen öldürülen zamanlar, her sokağın mafya otoparkı, her mahallenin bir kap-kaç çetesine, her klüp girişinin bir namlı isme ait olduğu yıllar. En son gözlerimle kebap yiyen ailelere çeviriyorum, o zamanlar akıllı telefonlar yok, çocuklarla bile göz göze gelebiliyorsun, ama onlar naapsın?
Ayıboğan öyle bir bakıyor ki, yani çıkmazsan her şey daha kötü olacak çok net anlıyorsun, gözleri güzel anlatıyor. Ben de ne yapayım, usul usul çıkıyorum dışarı, kapının önüne, valelerin olduğu yere. Vale de yerini bırakmış, arabaların arasında sigara içiyor, başka yerlere bakıyor, şahit yazmasınlar diye mi acep? Belki bizimkinin mafyasından o da?
Dışarı çıktığımızda, çete liderimiz, kendi kendine konuşup küfrediyor, tam bir meczup gibi. Keyfi yerinde hali buysa! İzbandut, restoranın kapısını tutmuş ve Gong! çalıyor, bizimki üstüme doğru küfürleriyle yürümeye başlıyor.
Tek dileğim burnum, burnuma kafa atacağından yüzde yüz eminim ve atmaması için kısa dualar ediyorum. Annemin “hokka burunlu oğlum” nişanını kaybetmek istemiyorum. Tabi kafa atmakla bırakmayacağını da biliyorum, heralde bıçaklardı da diil mi?
Yani bir kafa için dışarı kadar çıkartmazdı heralde, beni patlıcan salatasına sokuverirdi. Bu arada hiç bıçaklanmamışım ve de bekaretim bozulsun da istemiyorum tabi. O zamana kadar o kadar çatışmada bıçaklanmamışım, satır yememişim, kebap yerken Etiler’de bıçaklanmak koyardı bak. Bir de sanırım çok acıtırdı, ama en azından iz bırakmazdı yüzümde. Hele ki bacağımdan bıçaklarsa, bu geceye devam bile edebilirdim belki?
Çetebaşımızın küfürler yaklaştıkça ben de geri geri gidiyorum, sonunda bir Opel Vectra’da duruveriyorum. “Ne bakıyon lan bizim hatuna” diye kükrüyor gelirken, tükrükleri ayaklarımın ucuna düşüyor artık, dişlerin bir kısmı altın.
Ne cevap verebilirim ki, yani siz olsanız ne dersiniz?
“Hatun değil, kadın öncelikle”?. Sanmam.
“Baktım ama niye baktım, bir sor?”. Filmi seyrettiyse, bir ihtimal işe yarayabilir ama ikisi de küçük ihtimaller ve burnuma çok az kalmış durumda.
“Abi valla bakmadım” mesela? En iyi ihtimal bu, ama o kadar emindi ki baktığımdan. Ve haklıydı, bakmıştım. Ama “bir kadın senin yanına düşmek için nasıl bir günah işlemiş olabilir” diye bakmıştım. Böyle mi deseydim, tamamen dürüst mü olsaydım, takdir ederdi belki samimiyetimi ve tek dijit bıçaklardı.
“Abi özür dilerim, abi çok abi özür dilerim bakmam bir daha yeminlen” diye haykırıverdim ve birkaç saniye dünya durdu, sesler kesildi, burnum yerinde, kollarımın arasından ne olduğuna baktım ben de. Tatar Ramazan tokadı havada asılı, belindeki tabanca ortada, kalmıştı öyle.
“Lan senin ben gelmişini geçmişini s*k*y*m lan, lan ***na koyiim bir vursam yarısı boşa gidecek ***na koyiim” diye söylene söylene dönüp restorana girdi bizim çetebaşı. Sonra bir anda döndü şlak diye tokadı indirdi, hani “aa çakmağın bende kalmış” der gibi, sonra içeri girdi.
Heralde diyorum, benden inkar bekliyordu, “yok abi bakmadım” diycem o da benim yalanlarımla hepten sinirlenecek falan, ağzımı burnumu kıracak. Hala tam bilmiyorum fikrini neyin değiştirdiğini, belki de hatırladığımdan daha fazla ağladım salya sümük, bilmiyorum.
Ama kurtuldum bir şekilde ve hayatımın en mutlu sigaralarından birini içip, içeri girdim ben de, ne yapıcam. Eren tabi o sırada masaya dönmüş, iyi tanıdığı şef garsondan da almış haberleri, ama dışarı çıkmamış bu arada. Heralde ben de bir stajyer için çıkmazdım. Neyse, tüm restoran beni görmüş olduğuna pek sevinçli, neredeyse alkış kopacak. Diyorum ya o zamanlar paratönerim.
Masaya oturup, hızlıca kalan rakıyı içtik, çeteyle aramızda 3 garson, gereksiz bakışmaları kesmek için baraj yapmış.
O akşam, takıma girdim sanırım, Eren’in sadık bir askeri oldum ve sonra, sonrası da çok hızlı gelişti, kadroya girdim, maaş almaya başladım ama merak etmeyin, sizi anılarla boğmayacağım, bir çoğunu zaten anlatmasam daha iyi.
Sizi bir sonraki bölümde doğrudan 2000 Ekim’ine götüreceğim, ABD seçimlerinden hemen öncesine, Scene Club’ın bahçesine.