Romanımla Sana Bir Ses. S02.E08. The End is Near.
Kuruçeşme’deki Scene Club’ın bahçesindeyiz, 2000 senesinde bir Ekim gecesi. Hala en unutulmaz klübümdür, buradan pofuduk turuncu duvarlarına selam olsun, dilleri olsa keşke.
O gece bahçe de içerisi gibi: İstanbul’un önde gelen mini eteklileri, birbirlerine sakız soran holding veliahtları, büyümüş gözbebekleriyle gülümseyerek gökyüzünü seyreden bir sürü Bilmemnezade veya Bilmemneoğlu soyadlı. Ahh onlara, o “zengin züppeleri”ne nasıl sinir olurdum ve nasıl isterdim onlar gibi olmayı, uzun süre taşıyacağım bir haset.
Ama bu hasedimi kendime saklıyorum, öyle oturmuş etrafa Diablo gözlerle bakmıyorum etrafıma, şimdi baksam normal karşılanır gerçi. Ama o zamanlar şimdiki gibi değil, milletin birbirine gülümsediği, insanların dans etmekten aşk terleri döktüğü zamanlar, bolca kucaklaşıyorsun dans pistinde, sarılıyorsun, o zamanlar 24 Hour Party People zamanı, Zeitgeist farklı.
Ben de dansa ara vermiş, bahçeye çıkmışım, bardan öyle melül melül bakıyorum etrafa ve sonra telefonuma, telefona baktıkça biraz endişeleniyorum çünkü birazdan hayatımın en abzürt telefon konuşmasını yapacağım. Elim Votka-Redbull’da, ağzımda ip haline gelmiş sakızım, vücudumun çoğunluğu Carl Cox’un baslarına emanet. Sonunda içkiyi dikiyor, beraberinde sakızı yutuyor ve Eren’e dönüp, “haydi bismillah” diye numarayı çeviriyorum, numara bir FBI mensubunun numarası.
Telefon sonunda açılınca, diğer taraftaki kim olduğuma ve ne için aradığıma uzun süre inanamıyor, belki bugün dahi tam anlamamış olabilir. Ben de zaten sesini duyar duymaz, saçmaladığımı anlıyorum, o kafayla bile. Ama aramak zorundaydım, bir şeyler yapmam gerekiyor çünkü.
“Oğlum bir şey bulmalıyız, yoksa sıçtık.” bundan birkaç saat önce Eren durup durup bunu söylüyor bana, “bir şey bulmalıyız yoksa benim de senin de ayağını kaydırırlar.”.
Bir şeyler bulmamız gereken konu, ABD’de başkanlık seçimleri. Şimdi Eren dış haber şefi ya, onu New York’a gönderiyorlar o hafta. Herhangi bir muhabir için yurtdışına, hele ki New York’a gönderilmek bir hayal, bir ödül ama Eren içinse dert. Derdi, oralardan elle tutulur bir haber getiremeden dönerse, ayağının kaydırılma ihtimali.
Eren’le birlikte o sene bir sürü olay, iş atlatmışız bu arada; Leeds United maçı, Sırbistan Meclis baskını, Euro 2000, Hafız Esad’ın ölümünü (sayesinde güzelim tek günlük tatilim, Pazar günüm bok olmuştu), Concorde kazası, ikiz doğurmuş panda. O ikizler yüzünden az kalsın işimden oluyordum ya, neyse, analı babalı.
Bu arada Eren’le artık kanka olmuşuz, en azından haber merkezi dışında, geceleri de çıkıyoruz ve ben Eren’i bizim Morbasan Sokak’tan Barış’ın DJ’i olduğu ve dolayısıyla beleş girip beleş içip sıçabildiğim Scene’e getiriyorum genelde.
Eren’e diyorum, işte sokak röpleri yaparsın New York’ta diyorum ama salak diil “Lan oğlum onu biz de biliyoruz da, kaç tane sokak röportajı yapabilirim ki, kaç Türk’e sorabilirim ki. Bana daha sağlam bir şeyler lazım”.
Eren’in bu stres söylemi sırf beni gaza getirmek için, biliyorum bana baskı yapıyor çünkü, o yazın iki ayını New York’ta geçirmişim. İki yazdır ABD’deyim, hani ilki abla hasreti, ikincisi ise “İngilizce geliştirme” kisvesi, ikisinde de cebimde babamın dikişleri patlayan ek kartıyla.
İyi de yani ben gitmişim orada partilemişim, ona nereden bulucam senatör veya başkan adayı? Sonra belki de hiç yanmaması gereken bir ampul yanıyor, çok saçma bir ampul. Bir dakika yav diyorum, olur mu olur?
O sene, Al Gore vs George W. Bush yarışıyor ve ama bir üçüncü aday daha var, Ralph Nader ve onun Green Party’si. Green Party’nin oy oranı yüzde bir-iki en iyi ihtimal ama resmi olarak Amerika’nın 3. büyük partisi ve o sene yarış o kadar yakın ki, bu yüzde birkaç oyun Al Gore’a seçimi kaybetmesine neden olabileceği söyleniyor.
Ya diyorum Eren’e, Ralph Nader’a ne dersin? O da aklıma o yaz New York’ta tuttuğum evdeki oda arkadaşım, St. Louise’li fotoğrafçı bir eleman var, Dennis, ondan geliyor. O çünkü Green Party üyesi, sanırım yani ve arada kampanyayı takip ediyor, gösterilerin, yürüyüşlerin, basın açıklamalarının falan fotoğraflarını çekiyor.
“Tamam iyi fikir de, napıcaz mail mi atıcaz adamlara “merhaba, ben Eren, sizinle görüşebilir miyim?” diye”?
İşte Prof. Zihni Sinir anı.
“Ben acaba Tunç’a mı sorsam?”
“Tunç kim oğlum?”.
Tunç benim dayıoğlu, Amerika’da doğmuş büyümüş büyük kuzenim. Hukuk okuduktan sonra FBI’ya girmiş. Ee, FBI da MİT gibiyse ki öyledir herhal, adamlar dinliyorlardır heralde Ralph Nader’ın telefonunu di mi? Yani Tunç da biliyordur telefonu di mi?
Eren önce bir boş boş bakıyor yüzüme sonra bir rahatlama, tabi diyor ya “Tabi dinliyolardır adamı oğlum manyak mısın?”.
İkimizin de zihninden FBI mutfağındaki buzdolabına magnetle yapıştırılmış Al Gore, George W. Bush ve Ralph Nader’in cep telefonu numaraları geçiyor, tek yapması gereken Tunç’un mutfağa kadar gitmesi. Çok mantıklı yani, yani o kafayla, Scene’in barında pek mantıklı geliyor en azından.
Ben bu arada, anneme mesaj atıp, Tunç’un cep telefonuna ulaşmışım bile. Ama, en son beni sünnetsiz görmüş bir akrabayı aramak da pek kolay iş diil, hele konu buysa.
Tunç’nın onu kimin aradığını anlaması pek kolay olmuyor tabi. Bir de o sırada anamı arasam, o kadar tech-house’un (U.F.U.K başlamış) altında beni tanıması zor. Sonunda kim olduğumu anlayınca “Is my aunt ok?” diye soruyor telaşla. “No no she’s fine” diyorum “I’m calling for Ralph Nader.”
Sonra uzun bir sessizlik oluıyor tabi, en azından diğer tarafta. Tunç, Ralph Nader’ı doğru duymadığını zannediyor tabi önce sonra yok diyorum doğru. Kafam mı iyiydi acaba? Evet iyiydi ama, konunun bunla alakası yoktu. Konunun neyle alakası vardı? FBI diyorum Ralph Nader, diyorum “hani olur ya?” ama anlamıyor. Böylece, kapatıyoruz, kuzenimle bu son telefon konuşmamız oluyor.
Yılmıyorum ama, bu Green Party olayını öyle çabuk bırakacak değilim, belki de bu benim şefliğe sıçrama olayımdır ha? Belki bu benim adam gibi para kazanma, televizyonda kariyer yapma yolumdur, bu yeşil yol? Bu yolun sonunda belki beni de birileri adam yerine koyar belki ha?
Ertesi gün ilk iş New York’taki ev arkadaşım, işsiz fotoğrafçı Dennis’e mail atıyorum ve aramızda şu minvalde bir git-gel oluyor:
Konu: RF Başkan
“Abi naber nasılsın, bana Ralph Nader’la röportaj ayarlayabilir misin?”
Re: RF Başkan
“Abi ben sadece gönüllü olarak arada gidip fotoğraf çekiyorum, sana nasıl Ralph Nader’la röportaj ayarlıyım. İyi min sen?”
Re: re: RF Başkan
“Abi peki Ralph’ın telefonu var mıdır?”
Re: re: re: RF Başkan
“Abicim, Ralph Nader’ın telefonu öyle Altın Rehber numarası diil, bende ne arasın. Ama bak Allahın şanslı kuluymuşsun, özel asistanının numarası var, ben genelde fotoğrafları ona gönderiyorum: + 001 555 ********.”
Sonrası malum, koşarak Eren’e bokumda bulduğum boncuğu gösteriyorum, haber merkezinde bir bayram havası ama çaktırmamak da lazım. O gece de Scene’e gidiyoruz ve yeterince cesaret topladıktan sonra ben, bahçeye çıkıyoruz.
Şimdi, niye bu görüşmeleri Scene’den yapıyorum, onu anlatıyım. Çünkü ben hala İngilizce konuşamıyorum, yani tamam iki senedir Amerika’da aylarca kalmışım, teorik ve de yazılı İngilizcem gelişmiş ama konuşma (ve duyduğunu anlama), hala pek zayıf, hele telefonda.
New York’ta mesela bir Meksikancıdan burrito alırken, adam bana şunu da koyam mı bunu da koyam mı diyor ve dediği hiçbir şeyi anlamadığım ve anlamadığımdan da çok utandığımdan için dürümü öyle elinde bırakıp çıkmışım. McDonalds’lardan bile uzak duruyorum, bissürü seçenek var, tek yiyebildiğim Greenpoint’teki evin altındaki Afgan tavukçu, seçenekler çeyrek, yarım ve tam, o kadar, 2 ay tavuk ve patates yiyorum sırf bu yüzden.
Ama işte kafan güzelken cesaret gelir ya, en güzel cesaretler de Scene’de geliyor, oradan arayabiliyorum ve bu gece en çok cesarete ihtiyacım olan gece. Toplayınca yeteri kadarını, Jenny’i arıyorum uzun uzun çalıyor sonunda açılıyor ben işte bilmiyorum ne geveliyorum ama arkadaki Dave Seaman’dan olsa gerek, Jenny yanlış oldu sanırım gibi bişeyler diyip kapatıyor. Haydaaaa.
Sonra bir kez daha arıyorum, yine bahçeden, bu kez hoparlörlerden biraz daha uzak bir noktadan ve bu kez arayan farklı bir Aşkın. Bu kez Jenny açar açmaz, başlıyorum konuşmaya, Green Party’nin ortadoğu politikalarının (öyle politikaları var mıydı acep?) Türk kamuoyunda nasıl da yakından takip edildiğini, sık sık Ralph Nader’den bahsedildiğini (sokakta görseler halı satarlar), burada ne kadar sevildiğini, onunla bir röportajın nasıl büyük yankı yaratacağını anlatıyorum veya anlattığımı düşünüyorum, tüm tuşlara aynı anda basıyorum yani.
Bir süre sessizlik, Eren’in kulağı benim kulağımla kaşık yapmış, tırnakları pazularıma geçmiş farkında değil, fonda Deep Dish, bir süre bekliyoruz.
“Dış haber şefiniz ne zaman geliyordu demiştin?”.
“Yarın”.
“Ok, iki gün sonra Pittsburg’de bir Green Party eylemi olacak, eylem sonrasındaki basın toplantısı için buraya not alıyorum.” Eren’in tırnakları damarlarıma girmiş, bana dönüp gözleri fal taşı gibi açık, dişlerini sıkıp bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Eğer kalp krizi geçirmiyorsa, ne demek istediğini anlıyorum:
“Yok yok yok Jennycim” diyorum, “biz zaten akredite oluruz o basın toplantısına. Bize özel röportaj lazım, bir yarım saat yeter yeminlen”.
Bir sessizlik daha, Knights of the Jaguar olmasa kalp atışlarımızı duyarsınız.
“Ok” diyor sonunda Jenny, “Mr. Eren, bilnemle TV Turkey, for a 15 minute exclusive with Mr Nader following the Pittsburg press meeting.”.
Sonraki sevinci tahmin edersiniz işte, düğünümüz var a dostlar, etraftaki Dinçkök’lerden, Mermerci’lerden, Kozanoğulları’ndan utanmasak halay çekicez, Alllaaaaaaah, dıptıs dıptıs dıptıs. Bolca vokta-redbull, sarılma, tekila-Kahlua, biraz daha votka, sarılma, gülüşmeler, after, sabahın ilk ışıkları ve sızış…
O röportajı büyük ihtimalle hatırlamıyorsunuz, bir kere üstünden yirmi kusür sene geçmiş bir de zaten Ralph Nader yani bir MJ falan değil, bir de öyle bir röportaj da olmadı zaten. Bir kısım lojistik konular, kaçırılan uçaklar vs, Eren o gün orada olamadı ve dolayısıyla Türk halkı da Ralph Nader’ı yakından tanıyamadı.
Eren ama New York’ta sokak röpleri yaptı, Hillary Clinton’a bir ara kalabalık arasından mikrofon bile uzattı ve sonra da döndü. Kimse onu işten de atmadı, hatta yıldızı gittikçe parladı, daha da yükselecek belli kanalda hatta transfer teklifleri bile gelecek.
Aramız bu arada daha da yakınlaştı, sağ kolu oldum hepten, biliyorum o yükseldikçe ben de yükselicem, çok yakında bir buçuk asgari ücretten kurtulabilicem. Ralph sayesinde, o gazla, kafamdaki seslerin, “Oğlum ne yapıyorsun sen” seslerinin üzerine toprak döküp tam gaz devam.
Ha bu arada seçimleri biliyorsunuz George W. Bush kazandı. Çoklarına göre ahh o Ralph Nader olmayaydı o mendebur, Al Gore alırdı. Sonrasında oğul Bush’la birlikte, hatırlarsınız, dünya bir Rock n Roll retrosuna girecek.
Scene gecesinin neredeyse bir sene sonrası, korkunç akşamdan kalmayım o gün, yani genelde öyleyim ama o gün bir acayip, önceki gece önemli geceydi çünkü, ben de bir spikeri almışım onla uzun bir öğle yemeği yemişiz, haber merkezine doğru iniyorum.
“Şu olaya bak, uçak kalk sen git ikiz kulelere çarp.”
Bu sözleri duyduğumda garip bir haldeyim, midem lunaparkta. Bedenime rahat olmasını telkin ediyorum, fazla iş yok nasolsa bugün, rahat rahat bülteni hazırlar, sonra da bülten yayına girmeden daha eve gidip zıbarabilirim. Ne de olsa, dış haber kimsenin umrunda değil bugünlerde, tüm Türkiye hala Üzeyir Garih cinayetini konuşuyor, kafalar çok karışık bu cinayetle ilgili ve bence hala da karışık olmalı ya.
Haber merkezinin kapısının önünde bir an duruyorum, yani iki kat ve yaklaşık 30 saniye sonra, biraz önce merdivenlerin başında asansör bekleyen iki yöneticinin konuşması anca o sırada dank ediyor:
Nasıl yani, ikiz kulelere uçak mı çarpmış gerçekten?
Haber merkezine girer girmez, ben de bu soruyu soruyorum, yeni dış haber stajyerimize. Her zamanki gibi, masada oturmuş, bulmaca çözüyor. Hayatımda bulmaca çözerken bu kadar mutlu olan birisini daha görmemişim. Kafasının üstündeki Reuters ve Associated Press monitörlerinden, dünyanın dört bucağı, yedi düvelinden birbirinden ilginç görüntüler akıyor ama o hala resimdeki ünlünün peşinde.
“Özcan, önemli bir haber var mı?” diye soruyorum. Öğlene doğru işe geldiğimde de sormuşum ve daha cevabını bitirmeden uzamışım yemeğe.
“Yok abi” diyor, “ama ikiz kulelere uçak çarpmış diyorlar.”.
“Ne demek “diyorlar” oğlum? Kim diyor? Köşedeki bakkal mı, AP mi?”
“Yok, abi Anadolu Ajansı’nda da diyor ikiz kule olayını.
İşte herkesin o sırada nerede olduğunu hatırladığı bir gün. Benim yerim zaten belli de, ben ama olayı hala çözemiyorum, gerçi o sıralarda, kimse tam çözememiş, bissürü yanlış bilgi dolaşıyor etrafta.
Özcan’ı ofis sandalyesiyle birlikte kenara itip, bilgisayarın başına çöküyorum ve evet, gerçekten de Reuters de Ey Pi de, ve AA da, ikiz kulelere çarpan uçaktan bahsediyor. Net bir şey yok ama olağanüstü bir durum da, “Chesna tipi özel uçak” olma ihtimali var deniliyor.
Rahatlamış, arşivde biraz uyumayı planlarken, telefon çalıyor bu kez “Önemli haber var mı?” diye soran Eren. Bugün bunu sormak için ikinci arayışı ve ben yine “Yok” diyorum, “sadece İkiz Kuleler’e bir uçak..” derken ben daha cümlemi tamamlamadan “Chesna’dır o Chesna’dır” diyor. Amatör pilotlar New York gökdelenlerine arada çarpıyorlar, önemli bişey olamaz, daha önce de görmüş.
Öyle görünüyor diyorum, önemli bir haber olursa haber ver diyor, kapatıyoruz.
Eren’in o gün işe gelmeyeceği zaten belli, o ve kız arkadaşı, ben ve onun kız arkadaşının kankası, yani benim kız arkadaşım, dışarı çıkmışız bir gece önce. Önce Umut Ocakbaşı sonra Andon Bar, sonra Dilson Otel’in altındaki Shaman, dağılmışız. Kaçta çıktık eve nasıl geldik, beraber mi çıktık, hiçbir şeyden emin değilim ama tek bildiğim Eren’in o gün işe gelmeyeceği.
Telefonu kapatıyoruz ve birkaç dakika sonra, önce Reuters sonra AP, normal yayını kesiyor, canlı yayına geçiyor ve görüntülerde sadece bir bina var, dumanlar çıkan bir bina.
O günün kalanı, tam bir gaz ve toz bulutu. Nasıl geçti o gün, eve kaçta gittik, veya gidebildik mi yoksa haber merkezinde nöbete mi kaldım, hatırlamıyorum. Bir şeyi çok iyi hatırlıyorum ama ilk şoku atlattıktan sonra hemen telefona yapışmamı.
Ablam yaklaşık bir sene önce New York’a taşınmış. Ama ben onu aramıyorum, ben evinde götünde pireler uçuşan Hakan’ı arıyorum. Sonunda telefonu açınca bana hemen ama hemen New York’ta çektirdiğimiz fotoğrafı bulmasını söylüyorum. 1999 yazında ablamı San Francisco’da ziyaretten dönüşte 1 hafta New York’ta kalmıştım ve Hakan da gelmişti o bölüme ve biz ne hikmet bilinmez, ne alaka yani, o kadar New York dururken İkiz Kuleler’i ziyaret etmiştik.
Binanın lobisinde, kulelerin karton cut-out’u önünde çektirdiğimiz fotoğraflar, tepede turu tamamladığımızda basılmıştı. Aramızda “lan alsak mı, ama çok pahalı” diye konuşurken araya fotoğrafçı atlayıp, ana dilimizde “Abi çok güzel çıktınız” diye bizi yağlamış ve o fotolardan bir tane almıştık. Sonra da bu adamlar Türkiye’den gelip de burada bu işi nasıl kurdu diye baya bir konuşmuştuk.
Hakan bir kendine gelse ve o fotoğrafı bulup, kapaktaki numarayı söylese, yanan kulelerin tepesinde mahsur kalmış bu soydaşlarımıza telefonla ulaşıp onları canlı yayına bağlayabilirim. Uğraştığım bu. Ralph Nader olmamış, belki bu olur ha?
Ama bu da olmuyor, Hakan “ne fotoğrafı ne İkiz Kuleleri diyon ya” diyip uykusuna geri dönüyor. Sonradan, bizim Türklerin o gün orada olmadığını, o saatte dükkanı açmadıklarını öğrenip, seviniyorum. Onlar ölmedi diye değil, zaten arasam da ulaşamayacağım diye…
İnsanlar orada cayır cayır yanarken, onları hayatlarının son dakikalarında canlı yayına bağlamaya çalışıyorum, onlar feryat figan bağırsınlar ki ben geleceğimi garantileyim. İnsanlığımın en dip noktalarından biri belki de o zamana kadar ve bunu da o sırada fark etmiyorum. Birazcık başarı, birazcık adam yerine koyulmak için, ne hale gelebileceğimi fark etmiyorum. Birazcık başarı, iki tike adam yerine koyulmak için daha ne kadar bedel ödeyeceğimi de bilmiyorum o sırada.
Fark etmemi sağlayan, bunları değil ama, gidişimin gidiş olmadığını, alarm zilim, bir cümle, tek bir cümlelik bir dış ses (tv jargonu).
Oğlum sen manyak mısın, naapıyosun burada?
Bunu bana söyleyen bunu bana söylediğini eminim hatırlamıyor, hayatımı değiştirecek bu cümleyi. Ne garip işler di mi, kainat işte, işine karışılmaz?
Ben de cümlenin tam tarihi hatırlamıyorum, Kasımdı ama onu iyi hatırlıyorum, 11 Eylül’ün üzerinden yaklaşık 2 ay geçmiş yani.
Biz bu arada, 11 Eylül’den sonra sanırım bir 45 gün soluksuz çalışmışız, haber merkezinde yatıp kalkmışım bazı geceler. Bin Laden’siz, Ayman al-Zawahiri’siz, Cheney’siz, Bush’suz günüm geçmemiş. Sonra 11 Eylül haberleri biraz sakinledi, bu arada Yener Yermez yakalandı (hatırlayan?) ohh biraz rahatlıyoruz derken, bu kez de Afganistan Savaşı, sonra Irak gelecek, Dear Saddam dehlizlere girecek.
Kasım geldiğinde ama, bambaşka şeyler konuşuyoruz haber merkezinde. Türkiye böyle işte, never a dull moment.
Siz de 80 ve 90larda büyümüş bir çocuksanız, ekonomi nedir bilirsiniz: maaş nasıl erir, kemerler niye sürekli sıkılır, işsizlik nasıl hortlar ve enflasyon canavarı hangi yaratıktan yapılır (cevap ejderha)? Sonra bir çocuk olarak, ekonomi gündemini iyi takip etmelisiniz, kriz varken harçlığa zam istenmez mesela. Ve o zaman onlardan da bolca var:
1990 Körfez krizi, 1994 krizi, 98 Asya krizi ve sonra bize özel yapım krizler, 2000 ve 2001 krizleri.
Bizim 2000 krizi, 2001 Şubat’ında yeni bir zirve yapmış, hayatımızın orta yerine gelip oturmuş. Her bülten (kanalın rengine göre) Ayemef veya İmefe ile açılıyor. IMF heyetinin hangi Türk yemeklerini sevdiğinden, Kemal Derviş’in hanımının terliklerine kadar her şeye hakimiz.
Bense, üniversiteden terk, askeri ücretten hallice maaş alan, birkaç sene içinde 18 ay askere gitmek zorunda kalacak olan biri için, dışarıdan oldukça gamsız görünüyorum. Deli gibi çalışıyor ve daha da deli gibi içiyorum, son birkaç sene hiç durmamışım, ama hiç, hiç kendimle kalmamışım, bunları düşünmemek için elden ne gelirse yapmışım.
İlkini takiben “Oğlum lan sen hukuk okumuyor muydun lan?” geliyor.
Sözlerin sahibi Hüseyin, haber merkezinin en eski, en tecrübeli muhabirlerinden. Alabildiğine esmer ve bereketli sakalları var, yüzü henüz büyük ihtimalle o sabah kestiği sakallarının karalığını taşıyor. Hüseyin Abi’yle pek öyle arkadaş sayılmazdık, ama severdim onu, zaten Aleviydi, bir sıfır önde başlamıştı.
Ben o sırada Radikal bulmacasındaydım, kafamı gazeteden kaldırıp, Hüseyin Abi’ye bakıyorum:
“Evet abi.” diyorum, hani “ne var ki bunda?” der gibi.
“Niye buradasın oğlum sen?” diyor.
“Nasıl yani abi anlamadım” diyorum da bal gibi de anlıyorum aslında.
“Oğlum görmüyor musun şuranın halini?” diyor ve masalarda ufak kümeler halinde oturan, karalar bağlamış onlarca muhabiri gösteriyor. “Millet ne halde baksana, git okulunu bitir lan manyak mısın? Git avukat ol oğlum salak mısın, bu çekilecek iş mi?”.
Ne diyeceğimi beklemeden, söylene söylene sigaraya gidiyor ve haber merkezi sessizliğe geri dönüyor, buranın sessizliği de bir garip.
Hüseyin Abi’nin bahsettiği yeni işten çıkartmalar. Kasım 2001’de kurlar yine fırlamış, işler ve moraller bombok. Haber merkezinin en az üçte birinin işten atılacağı konuşuluyor. Daha önce de oldu, gördüm, stajyerim diye yırttım. Sonuçta haber merkezi pek para kazandıran bir yer değil ve her ekonomik krizin ayak sesinde, buradan başlıyor yöneticiler.
Haber merkezinde kimse Hande Ataizi’nin tuvalette sıkışmasını veya Sadettin Teksoy’un kutupta kıldığı namazı konuşmuyor artık o günlerde, kovulacaklar listesinde misin, değil misin, tek konu bu? Benim kafam rahat bu arada, biliyorum kovulmayacağım. Kovulmayacağım da, kalmalı mıyım?
Aslında o kadar iyi biliyorum ki cevabı ama doğruyu yapmak ondan da zor! O kadar aşılmaz bir etap, öyle bir Erenler Mevkii ki okula dönmek, ben de kafamı iş ve gece hayatına gömmüş, bir mucize olmasını bekliyorum.
Okuldan aldığım 6 aylık ceza çoktan bitmiş, benle birlikte ceza alanlar, okullarına dönmüş, mezun bile olmuş. Ben güya yeniden üniversite sınavlarına girip, gazetecilik veya radyo tv falan okuyacaktım, onu da yapmamıştım.
Anam ve babama gelince, babam zaten okulla ilgili her türlü durumdan habersiz. Okulu hemen hiç sormaz, ben de söylemezdim, televizyonda çalıştığımı biliyorlar ama okula da devam sanıyor. Anneme ise, eninde sonunda, hemen her boku anlatırdım veya kendi öğrenirdi. Bir ara okuldaki gericiler nereden buldularsa telefonu İzmir’deki evi arayıp anneme “Oğlun ayağını denk almazsa bir daha zor görürsün” demişlerdi, kadıncağız o geceden beri gün veya gece yüzü görmemişti.
İkimizin de bu kara gün seviciliği, kara gün yoldaşlığı aramızda garip bir bağ oluşturmuş, yediğim ettiğim hiçbir boka kızmaz “ah yavrum benim” der, birlikte, yaşlı gözlerle uzaklara bakarız.
Beni ne zaman İstanbul’da ziyarete gelse, kendisini ufak bir itirafla gafil avlardım. “Anne, ben ot içiyorum” demiştim örneğin bir keresinde, “Ahh yavrum benim, ben sen eroin kullanıyorsun sanıyorum” demiş ve sevincini bana Sisley’den sweatshirt alarak göstermişti. İlginç insan Allah için.
2001 Eylül’ünde de gelmişti, Cihangir’deki yeni tuttuğum, seneler sonra yerin 8 kat altında olmayan ilk evime taşınmama yardım etmek için. Ona orada okulu bıraktığımı itiraf edivermiştim ve bir anda, gözümün önünde, 10 yaş birden yaşlanıvermişti. Ama yok, dönemezdim okula, olmazdı, o kesindi. Ben o kişi diildim.
Hüseyin Abi dönüp gittikten sonra, ben de önüme, gazeteme dönmüştüm, bulmacaya. Aama yok olmadı, konsantre olamıyorum.
Gittim sigaraya ve üçüncü sigaradan sonra, haber merkezine döndüm ve Eren’i buldum, beni de listeye eklemesini istedim, atsınlar beni de ve en azından biri işini kaybetmesin. Eren epey direndi, oğlum bu kadar dayandın, güzel günler çok yakın, kafam çok karıştı tabi ama direndim. Birkaç gün sonra, listeye eklendim ve böylece televizyona, haberciliğe de veda ettim.
Berlin Duvarı’nın yıkılışı, ne kadar şaşırtmıştı, hani götü boklu bir velettim ama, hatırlıyorum insanların tepkisini: Ya durup dururken nasıl olur! Sovyet bloğunun içten içe nasıl çürümüş olduğunu, içi boş bir dev olduğunu bilmiyorduk tabi. Hüseyin Abi’nin o sözleri, belki de laf olsun diye söylediği o sözler de bendeki duvarı yıkmıştı. Çoktan yıkılması gerektiğini bildiğim o duvarı.
Böylece, altıncı sınıfın ortasında, toplam 42 dersin 33’ünün olduğu gibi durduğu hukuk öğrenimime geri döndüm. Erenler Mevkii zirve tırmanışım böyle başladı, daha doğrusu ben öyle sandım.
Hüseyin Abi’ye.
O günden sonra Hüseyin Abi’yi bir daha hiç görmedim. Bunları okumadığından da eminim. Ama şunu diyim gıyabında, iyi ki Hüseyin Abi, o gün, o iki dakikanı ayırmışsın. Bunu çok bilerek, düşünerek yapmadın onu da biliyorum ve yapmana da gerek yok, önemli olan iki dakika da olsa beni düşünmüş olman. Sen o gün yapmasan, o duvar yine yıkılacaktı biliyorum, ama çok daha geç ve iş işten çok daha geçtikten sonra.
Teşekkür eder ve zımpara sakallarından öperim.
Dış haberci Aşkın.