Romanımla Sana Bir Ses. S02.E09. Hayat Bilgisi
Bazen bir söz duyarsınız, bir şarkı sözü mesela veya bir filmde bir sahne, bir replik, böyle cart diye oturur bir yerinize. O ana, o güne, o döneme, artık neyi uyandırmışsa sizde, oraya gidersiniz, o duygu gelir bildiği yere kurulur yine.
Zor, karanlık günleri hatırlattıysa o söz, ki genelde öyle olur, o zamanki üzüntünüz kısa bir geçit töreni yapar önce, sonra ama, o günleri atlatmış ve öyle umarım ki, daha iyi biri olarak çıkmış olmanın şükranını duyarsınız.
Everyone has a thousand wishes before a tragedy, but just one afterward.
Tür. Bir trajediden önce insanın binlerce dileği vardır, sonrasında ise sadece bir tane.
(“Beartown” adlı Fredrik Backman romanından)
Bundan birkaç ay önce, sevgili dostum, güzel kardeşim Evren, ki kendisiyle muhtemelen bir sonraki sezonda tanışacaksınız, yeni okuduğu bir romandan bu alıntıyı yaptığında, bana da işte aynısı oldu. 2002’e gittim, bir Kasım sabahına.
03 Kasım 2002 tarihi ilk duyduğunuzda anlam ifade etmez, AKP’nin iktidara geldiği seçim günü dersem belki, hatırlaması daha kolay. Ben ama biraz daha farklı hatırlıyorum.
O gün, gözümü hayatımın en boktan akşamdan kalmalığına açmıştım. Gözleri açınca önce bir ranzanın üst katında yattığımı fark etmiştim, bu garipti işte, sonra da odanın tavanına yakın küçük pencereleriyle göz göze gelmiştim, parmaklıklı pencereler. Bu da garipti bakın.
Taksim Karakolu nezaretinde olduğumu anlamam, o birkaç saniye daha sürecekti. Anlar anlamaz, zihnimde kocaman bir tabela yanıverdi, tek bir dilek:
Allahım lütfen yaşıyor olsun.
Tek dileğim buydu, o günden önceki binlerce isteğimi, dileğimi, umudumu unutuvermiştim, hepsini alsınlar, bir tek bunu versinler. Ama öyle olmadı, zaten olsa, bu dramatik açılışı yapmazdım sanırım.
Birkaç saat sonra önce Beyoğlu Adliyesi, hakim “kusura bakma, meslektaşım olacaksın belki ileride, ama yapmak zorundayım”, ağzımı açıp bir tek kelime edememiştim, ne dersin ki? Ölümlü trafik kazası veya hukuki tabiriyle, taksirle ölüme sebebiyet vermeden tutuklanıyorum, bir sonraki durak, Bayrampaşa Cezaevi.
Karakoldan bizi almaya gelen cezaevi aracına bindiğimde, tam o anda, annemle babam İzmir’den ancak yetişiyor. Annemin cezaevi aracına vuruşunu, durdurmaya çalışmasını hatırlıyorum:
“Oğlum, canım, seviyoruz seni güzelim, bir tanem oğlum. Ne olursa olsun..”
Sesi çatallanınca, elini ağzına götürüp öyle kalıyor. Babam da arkasında, hayatımda babamı bu şekilde ikinci kez görüyorum. İkisi de benim yüzümden diye düşünüyorum, ikisi de benim yüzümden. Zaten hepsi hep benim yüzümden değil mi?
Bayrampaşa Cezaevi’nde ilk durağım, Karantina Koğuşu.
Burası, Bayrampaşa’yı gözünüzde nasıl canlandırıyorsanız, oradan da berbat bir yer, bayramda Esenler Otogarı’nı andırıyor, otobüslerin kalktığı yeri değil hayır, bodrum katlarını.
Kendimi otoyolun ortasına atılmış kedi gibi hissediyordum burada. İçeride herhangi birisinin suratına 3 saniyeden uzun bakarsam, götümden şişlenicem biliyorum. Birisine yanlışlıkla çarparsam, hele bir ayağına falan basarsam!
Nereye, hangi köşeye saklanacağımı düşünürken, birisi televizyonu açmayı akıl ediyor ve televizyonda bir sürü yorumcu, yeni kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin seçim zaferini tartışıyor.
Türkiye için yepyeni bir dönem, benim için de.
Koğuşun girişinde, kapının yanına çökmüş, herkesten uzakta, haberleri seyredip kafamı dağıtmaya çalışıyorum ama hak verirsiniz ki, pek kolay değil bu. Sonra koğuşun demir kapısı açılıyor ve içeriye Süleyman giriyor. Taksim Karakolu’nda ayaklı başlı yattığım, kapkaç çetesi lideri. Onu görünce seviniyorum. Tanıdık yüz görmek sanırım her yerde güzel. Ama Süleyman’ın surat pek de tanınacak halde değil, gözü kan çanağı, kaşının köşesi patlıcan moru, dudakları paramparça.
“Eskiyim ya, ondan”.
“Nasıl yani?”.
“Eskileri alırlar böyle bir sopadan geçirirler girince”
“Eskiler kim?”.
“Sen bi bok bilmiyon ha?”
Bu şekilde Bayrampaşa 101 başlıyor: Süleyman’ı dövmelerinin sebebi, daha önce Bayrampaşa’da yatmış olmasıymış, 2001’den, manidar adıyla “Hayata Dönüş Operasyonları”ndan önce yani. Operasyon öncesinde cezaevi tamamen mahkumların elindeymiş. Mahkumlar gardiyanları ceplerinde sallar, hatta işlerini yaptırırlarmış. Bu yüzden ne zaman 2001 öncesi yatmış biri buraya bir daha girse, gardiyanlar “burası eski burası diil koçum” dayağı çekerlermiş eskilere.
İlkokul 1’de, Hayat Bilgisi diye bir ders ve onun da Çevremizi Tanıyalım diye bir ünitesi vardı. Adana’dayken ne zaman bir yerlere gezmeye gitsek, pikniğe falan, anam babam, “Bakın çevremizi tanıyoruz” derler, gülüşürdük, pek hoşuma giderdi.
Seneler sonra ve hayatımda hiç ama hiç tahmin etmediğim bir Hayat Bilgisi dersi alıyordum, bu kez öğretmen Süleyman.
Olduğumuz koğuşu sordum, bura nere? Cezaevinde önce birkaç gün burada kalır, sonra suçuna göre, esas kalacağın bloklara transfer olurmuşsun. Burası geçici bir koğuş olduğundan bu kadar pis ve karışıkmış. Biz Özel Tip Cezaevi’ndeymişiz bu arada. Daha ağır suçlar, organize suçlar, adam öldürme v.s, onlar Sağmalcılar Cezaevi’ndeymiş, yani bu binanın yanındaki binada. Burası, daha hafif suçlar varmış, mesela gasp, yaralama, tecavüz, dolandırıcılık, hırsızlık, polise mukavemet ve trafikçiler. Ve benim şansıma bir de Hizbullahçılar, baya bir insan katletmiş insanlar, ama oraya, onlara sonra gelicez, birkaç gün sonra.
“Trafikçiler”i duyar duymaz, ona kazayı anlatmak, ne kadar yatacağıma dair tahminini öğrenmek istiyorum ama susuyorum. Adam sonuçta Beyoğlu’nda kapkaç çetesi sahibi, emekli savcı diil. Hem sonra, ne fark eder ki zaten, her şey bitmiş değil mi?
Biraz daha sigara içtikten sonra Süleyman’la gidip, kendimize bir boş ranza buluyoruz yatıyoruz yine ayaklıbaşlı.
İnsanın rüyasından uyanmasının ne boktan bir şey olabileceğini Bayrampaşa’ya kadar bilmezdim. Hani tamam, sabahları en zorudur evet ama, bu kadar zor olabileceği aklıma gelmezdi. Nasıl olmasın, düşünsenize rüyanızda hiçbir zaman cezaevinde değilsiniz ve uyanınca hep oradasınız. Bu günlerde bir de ağzımda Süleyman’ın çorapları.
İlk sabahımı özellikle hatırlıyorum, nasıl unutursun ki zaten?
Havalandırmaya çıkmış, bir köşeye çömelmiş, diğer mahkumlara seyrediyorum. Bazısı hızlı, hatta yarışır gibi, bazısı usulca yürüyor. Kimisi ikili üçlü gruplar halinde (ulan ne ara arkadaş oldunuz?), kimisi tek başına. Genelde kafalar aşağıda, ama istisnasız, hepsinin bir elinde sigara ve bir elinde tespih. Benim henüz tespihim yok ama çifter çifter taşıycam yakında.
Gözüm, bileğimdeki damgaya takılıyor o sırada: Switch Club.
Gece olanlar, bir kez daha dönmeye başlıyor kafamda. Switch’den Soner’le çıkışım, Sıraselviler’den Cihangir’e yürüyüşümüz, tam eve girecekken, şans eseri yer bulup da kapının önüne parkettiğim arabayı görüşüm, “hadi bir tur atalım, öyle yatalım” diyişim.
Şakır şakır yağmur altında Tarlabaşı Caddesi’nden Karaköy’e doğru inerken, trafik ışıkları. Sonra yeşil, kalkmamız, bir anda Soner’in “Abiiiii!” diye haykırması ve aynı anda cama birisinin çarpması. En sol şeritten en sağa, hızlıca kırmam. Yolun ortasında yatan adamın etrafına birkaç kişinin üşüşmesi. Hıçkırmaktan kıpırdıyamamam.
Yanımda bir polisin bitivermesi o sırada ve “ben kazayı gördüm, senin bir suçun yok” demesi, omzunda ağlamam. Sonra gelen polislerin beni Adli Tıp’a, alkol muayenesine götürmeleri, Soner’e önce Can’ı, sonra Seyhan Abi’yi ve sonra da annemleri aramasını söylemem. Sonra Taksim Karakolu. Sabah, tek dileğimin gerçekleşmediğini öğrenmem. Sonrasını biliyorsunuz.
Havalandırmanın köşesinde, kafam ellerimin arasında, düşüncelere daldım. Kazada ölen insanı düşündüm. Kimdi, neciydi, ailesi var mıydı? Ben bu azabı, bu vicdan azabını, kaldırabilir miyim? Ben bundan sonra aynı insan hiç olabilir miyim? Aynı insan olmak zaten ister miydim?
Sonra okulu düşündüm, Şubat’ta başlayacak vizeleri. Mümkün müydü, hayal kurmaya izin var mıydı? 277 promille, hayal kurabilir miydim? Bunu düşünme bile bence, bunu sakın düşünme. Hep maç buradan dönmez derdim de bu kez maç bitmiş, stadyum dağılmış artık.
Sonra ana babamı düşündüm, ne hallere soktuğumu onları. Onları düşünmeyi çok çabuk bıraktım, yok yapamıycam.
18 ay askeri düşündüm sonra. Düşünecek ne çok şey var di mi? Bolca da vakit var zaten sorun yok. Buradan çıktığımda, ki kimbilir kaç sene sonraydı, çoktan okuldan atılmış ve asker kaçağı olacaktım. Buradan direk askerler mi alırdı beni? Öyle bişeyler duymuştum Süleyman’dan, doğru muydu?
Kaç sene, kaç ay, kaç gün? Ya tazminat? Ne kadar ödeyecektik? Neyimiz vardı ki nasıl ödeyelim? Bizimkiler ne yapar ne eder, borca girer, yine de öderlerdi ve lütfen ödemesinlerdi. Çok şeye dayanırdım belki ama bu utanç, yok, mümkün değil.
Ellerimle kafatasımı sıkmaya başladığımı da çok iyi hatırlıyorum ve yalvardığımı, lütfen Allahım şu parmaklarıma güç ver de, kafatasımı kırsın şu parmaklarım.
Boğazıma bir yumru oturuyor tabi, dokunsalar hüngür hüngür gidicem, iyi de bildiğim şey bu. Ama yok, burada gidilmez öyle di mi? Bunu da Süleyman’a sormama gerek yok sanırım, burada zayıflık gösterilmez di mi, ne ederler bana sonra?
Evet, bir de böyle bir derdim vardı ve hatta dertlerimin en acili:
Ben burada nasıl hayatta kalacağım? Cevap, üç gün sonra geliyor.
Avukat görüşü günündeyiz, karşımda Seyhan Abi ve aaa bir bakıyorum yanında da Can, Can Atalay, mezun olmuş, stajyer avukat olarak görüşe gelmiş. Hayatında ilk kez cezaevine giriyor ve ne yazık ki, biliyorsunuz ki, bu ilk girişi olmayacak, onunla ileride rolleri değiştireceğiz. Bu kez ben onu ziyarete gideceğim.
Seyhan Abi, onu da ÖDP’den tanıyorum. Pos bıyıklı, iri yarı, güzel yüzlü, dosta güven düşmana korku saçan bir tip. Sadece eski solcu diil bir de eski polis, hem de kariyerli bir polis. Bu solculuk ama başına iş açmış, 80 darbesiyle içeri girmiş, işkence görmüş, işkence odasından çıktığında, hukuk okumaya, kendisine bunu yapan insanlara kök söktürmeye karar vermiş. Felekten geçmiş bir avukat yani, hem de birkaç kez.
Parti içerisinde ayrı gruplarda yer aldıysak da, çok rakı masasında yan yana düşmüştük ve aslında hiç onun tipi olmamama rağmen, beni nedense severdi. Ben de onu ve çok da güvenirdim.
“Aşkın nasılsın”. diye başlamıştı.
“Sen söyle Seyhan abi”.
“Şimdi konuşmak için erken, ölenin ailesiyle konuşmaya çalıştık ama konuşmaya yanaşmıyorlar.”.
“Aile” kelimesini duyunca irkiliyorum. Demek bir aile var geride kalan ama kabuslarıma konuk olmasınlar diye, başka bir şey sormuyorum.
“Bu durumda genelde kan parasında anlaşınca hakim tahliye eder. Zaten seni tutuklamalarının sebeplerinden biri de, karşı taraf sana bişey yapmaya kalkarsa diye. Avukatları buldu beni, ama çok para istediler.”.
“Ne kadar istediler?” diye soruyorum ve aynı anda da pişmanım.
Rakam değil tek kötü haber, esas sonrası:
“Annenler evi satmayı düşünüyolar..”
Senelerdir İzmir’de kirada oturduğumuz evin sahipleri, birkaç sene önce evi satılığa çıkartmışlardı. Bizimkiler de, ellerinde avuçlarında ne varsa birleştirmiş, üstüne borç alıp, evi satın almışlardı, tek mülkleri.
Sonra ne kadar yalvardım bilmiyorum Seyhan Abi’ye, satmasınlar diye, söyle diye ama, anamı tanıyorsanız, o sırada tapudan çıkıyor olmalı.
“Tamam oğlum merak etme ben de söyledim annenlere bu rakam fahiş diye. Zaten olayın oluş şekline göre senin kusurun fazla değil. Alkolün fazla. Yani bana kalırsa, senin kusurun sekizde iki, ama alkol yüksek olduğundan, genelde bilirkişiler bir iki puan da oradan verir yani sana verecekler bence sekizde dört.”
Sekizde dördün beni içeride ne kadar tutacağını duymak bile istemiyorum ama sordum, soruverdim, en az kaç ay dedi tam olarak şimdi hatırlamıyorum, 8-9 ay veya bir yıl? Yatılır, yatılır, o kadar yatarım bence de. Ama Şubattan önce çıkamazsam, vizelere yetişemezsem yani, hukuk fakültesi, o işte tamamen bitiyor, tamamen atılıyorum okuldan. Ama zaten bu hayale izin vermiyorum, bu dertlerimin en sonuncusu. Önceki sene, 33 dersten, sadece 8 tane vermişim. Bu sene, yani 7.senemde ise kalan tüm dersleri, 25 dersi vermem lazım ki, vermem lazım ki mezun olabileyim, tamamen atılıcam yoksa. Cezaevi olmasa da mucize gerekiyor, şimdi ise…Neyse biliyorsunuz.
“İçerisi nasıl” diye devam ediyor Seyhan Abi ve ben hala annemlerin evi satacakları korkusundayım, kafamı kaldıramıyorum, yumru kafam kadar olmuş, göz göze gelsek, hüngür şakır gidicem biliyorum. Ne Seyhan Abi ne gardiyanlar ağladığımı görmemeli. Ben öyle kendimce metin olmaya çalışırken hayatımın en ilginç dersini alıyorum, en beklemediğim yerde, en beklemediğim hayat bilgisini:
“Darwin’i yanlış anladılar” diye devam ediyor Seyhan Abi, “güçlü olan değil, esas uyum sağlayan ayakta kalır.”.
Neden bahsediyor anlamıyorum ama anlatsın, benim ağzımı açacak halim yok, yumruyla cebelleşiyorum, Seyhan Abi sen anlat diyorum içimden, o da anlatıyor:
“Bak ben ilk cezaevine 17 yaşımda girdim. Babama musallat olan birileri vardı, dükkanını bastılar bir gece, ben de kazmayı kaptığım gibi üstlerine saldırdım. Adam yaralamadan 8 ay içerde yattım. Bilirim yani ne haldesin. “Ben buraya nereden düştüm” diyorsun, biliyorum. Deme bak öyle. Bitirme kendini. Bak, ben de ilk düştüğümde böyleydim. Yedim bitirdim kendimi. Sonra baktım faydası yok, içerdekilerle ahbap olmaya başladım. Etrafındakilerle konuşunca, rahatlarsın, içeriye alışırsın, o zaman zaman daha çabuk geçer. Hepsi gelecek hepsi geçecek Aşkın, sen merak etme, senin başına gelen, herkesin başına gelebilir. Git ve içeriye alıştır kendin, muhabbet et insanlarla. Güçlü olmaya çalışma, üzülmek, ağlamak bunlar da normal şeyler, uyum sağla ama.”.
İşte barajın duvarı bu şekilde yıkılıyor, arada “Saol Seyhan abi, çok saol Seyhan Abi, saol Can” diyebiliyorum sadece. Ayrılırken Seyhan Abi’ye, annemlere ağladığımı söyleme e mi? diyorum, geri zekalıymışım gibi bana bakıyor. Eh haksız sayılmaz.
Tatar Ramazanım benim, güzel Seyhan Abim. Can’ım benim, güzel kardeşim.
Bu görüşme, bu sözler, cezaevi hayatımın dönüm noktası oluyor, ama şimdi düşünüyorum da, belki de tüm hayatımın?
Karantina’ya döndükten sonra “Ben buraya nasıl düştüm” diye dövünmeyi bırakıyorum artık, en azından azalttım diyelim. Üç gün bir kenara çekilmiş ve zamanı geri almayı ve olmuyorsa da kafatasımı ezmeyi denemiştim, ama sonuç vermeyecek gibiydi. Üç gün tamamdı, üç gün yeterdi, düştüğüm deliğin içinde, kendi bokumda ve kendi bokumla kavga etmek için, yeterdi.
Bir şekilde düşmüştüm ve ne kadar üzülürsem üzüleyim, bu bir şeyi değiştirmeyecekti. Kendime acımak, sızlanmak, kendimden nefret etmek, ve o sırada bilmiyorum ama, cezaevinde sızlanan dışarıdakinden de az seviliyor inanın. Böyle yaparsam, her şeyi daha da bok edicem ve artık yeni boklar ekleyemem CV’me, kredim tükenmiş. Önümde, ne kadar süreceğini bilmediğim bir Erenler Mevkii’nin de Erenler Mevkii var. Mümkünse buradan tüm yaşamsal organlarımla ve kafayı tamamen çizmeden çıkmayı becermem gerekiyor öncelikle.
Seyhan Abi muhtemelen annemleri ararken ben de koğuşa dönüyorum, yeni bir mahkum olarak. Milletle konuşmaya, sigara ve dert alışverişi yapmaya girişiyorum. Hukuk fakültesi öğrencisi olduğum haberi, koğuşumuzdaki farelerden hızlı yayılıveriyor ve kısa sürede, basket antrenörü olmuşum, mahkumlar etrafımda çember yapmış, taktik vermeye başlamışım hırsıza, kredi kartı dolandırıcısına, karısını kesene, kapkaççıya, adam kaldırana.
Bu arada, çoğu Türk Ceza Kanunu'nu, en azından sık sık ihlal ettikleri hükümlerini, benden çok daha iyi biliyolar ama yine de bir “uzman” görüşüne niye başvurmasınlar di mi?
O akşam yakaladığım popülaritem, pek uzun soluklu olmuyor ama, iki olay, beni hemencik unutmalarını sağlıyor, saman alevi gibi yanıp sönüveriyorum.
Önce televizyon odasından bir “AAAA” sesi geliyor, arkasından koğuşta ufak bir dalgalanma. Ben henüz vermemiş olduğum Ceza Usul dersinden hatırladığım bişeyleri bir dolandırıcıya saçmalarken, televizyonun sesi sonuna kadar açılıyor ve Şansal Büyüka ve Erman Toroğlu, Fenerbahçe - Galatasaray maçının son 15 dakikasını anons etmeye başlıyor. Maç 6-0 bittiğinde, Karantina’nın tümü, bütün koğuş, üst üste, alt alta, tv başında, bu insanları böyle görmek çok ilginç gerçekten.
Öyle bir hezeyan, öyle bir sevinç dalgası, akıl almaz. Mahkumlar, en azından Galatasaraylı olmayanlar, çocuklar gibi şen, kaç on sene yatacaklarının derdini unutmuş, en son ilkokulda (gidenler en azından) yaptıkları el şakalarını yapacak Galatasaraylı arıyorlar koğuşta. Yav diyorum şansa bak, cezaevinde, Karantina Koğuşu’nda hem de, girdiğim gece iktidar değişiyor, büyük olay, 3 gün sonra Fenerbahçe – Galatasaray derbisi. Hele ki böyle bir skor! Bunlardan daha abzürt, daha garip ne olabilir di mi?
Bekleyin, o da oluyor.
Bu iki olay bizi günlerce götürür diye düşünürken ben, koğuşun koca kapısı açılıyor bir kez daha. O kapı zaten pek kapalı da kalmıyor bu arada. Sürekli açılıp açılıp içeri birileri giriyor, bir gün önce haberlerde gördüğümüz ele güne bağıran Roche yutmuş lu hırsız, bir gün sonra koğuşun kapısından giriyor ağzı burnu karışmış.
Bu kez ama giren başgardiyanın kendisi ve yanında oğlu. Şimdi gecenin bir vakti, ne alaka yani, oğlun niye burada? Yoksa bugün “Bring your kid to work” günü müydü? Yoksa “Bak oğlum, derslerine çalışmazsan, sonun burası” subliminali mi veriliyordu velede? Aklımdan ilk geçenler bunlar.
Sonra velet kafayı çeviriyor ve birbirlerine 6 yerine arada 7 ve üstlerini yapan mahkumlar, parmakları havada, bir “AAA” koyuveriyor. Hani sanki katil büyükanne çıkmış, onun gibi bişey, başgardiyanın yanındaki çocuk değil, cüce!
Başgardiyan, bu yeni üyemizi bizzat kendisi getirmek istemiş meğersem. Onunla uğraşmamızı, uğraşırsak fena yapacağını, onun da bizim gibi bir insan olduğunu söylüyor ve sonra da, sarışın cüceyi, hala ağzı açık ahalinin arasına bırakıp dönüp çıkıyor Karantina’dan.
Başgardiyan uzar uzamaz, Meydancı, bunun da ne demek olduğunu Süleyman’dan öğrenmişim, olaya el koyuyor, cüceye yani. Baktı ki izdiham çıkacak, cüce ezilecek, onu alıp beyaz plastik bir masanın üzerine koyuyor öyle, vazo gibi. Hah, tamam mı, şimdi herkes rahatça görebiliyor mu? Ok, o halde soru cevap bölümü başlayabilirdi:
Adı neydi? Necip. Bu isim hiç tutmuyor tabi, kısa sürede Küçük Hüsamettin’de karar kılınıyor. Neden buradaydı? Kalpazanlıktan. Bu günün üçüncü “AAA” dalgalanmasına yol açıyor bu. Peki nasıl yakalanmıştı? Bastığı yüzlük dolarla bir Rus’la Laleli’de bir otele gitmiş, otelin parasını da aynı dolarla ödemiş tabi. Resepsiyon anında doların sahte olduğunu anlamış, Küçük Hüsamettin tam Rus’la işi pişirirken polisler basıp, alıp götürmüşler. Pipisi de küçük müydü? Evet:(
Ertesi gün, Karantina’dan dağıtım günüydü. Bizim kapkapçı Süleyman’la vedalaştık. Eğer olur da İstiklal civarında telefonum çalınırsa, onu aramamı söyledi. Teşekkür ettim, pantalonun da onda kalabileceğini söyledim. Sırıttı, altında New York Urban Outfitters’tan aldığım clubber pantalonuyla, dönüp gitti. Acaba hala yaşıyor mudur diye düşündüğüm insanlardan.
Kalan mahkumiyetimi geçireceğim, B4 bloka transfer edildim o gün ve yine aynı gün, annemlerin evi satmaktan vazgeçtiğini öğrendim. Mahkumiyetin ilk bölümünü, Karantina’yı, tek parça atlatmıştım, şimdi, ikinci bölüm başlıyordu.
Bu arada, buradan sonra, bu kafamın içindekilerle, bu duygularla cezaevinde nasıl cebelleştiğimi anlatmayı da kessem daha iyi sanırım. Yoksa bu o sinir olduğum ağdalı, melankolik romanlara dönecek, zordu işte tabi ve tabi ki, her zor şey gibi bu da bitti, geçti, gitti. Hayatımı etkileyen bir olay olarak kaldı ve bence hala etkiliyor ama oraya sonra geliriz.
Seyhan Abi,
Allah senden razı olsun, ne diyim. Hem iyi gün hem kara gün dostluğun, abiliğin, babalığın için. Bir dakika bile “iyi bir avukatım var mı?” diye düşündürmediğin, anamları bir de bunla uğraşmak zorunda bıraktırmadığın, ve üstüne bir de bunları neredeyse çerez parasına yaptığın için.
Sana bunu yeterince söylememiş olabilirim ama, senin borcun ödenmez.
Ha bu arada evet, haklısın, uyum sağlayan ayakta kalıyor.
Aşkın.