Romanımla Sana Bir Ses. S02.E10. Cehenneme Övgü
Karantina Koğuşu sonrası, Bayrampaşa Cezaevi’ndeki yeni yuvama transfer oldum.
Bizi koğuş başkanı & ağası karşılamıştı. Kalın dudaklı, kumral saçlı ve inanılmaz ağır Laz aksanlı ve muhtemelen eski bir Rum. Bu tabi bir risk (o sırada bana her gördüğüm risk ya), şöyle düşünüyorum; ben şimdi diyelim koğuş ağamızın bir dediğini anlayamadım bu aksan yüzünden mesela çok ayıp olur mu ve bu banyoda göte bir şişe mi tekabül ediyor?
Ama sakin görünüyor, sakince konuşuyor ve temizlik de imandan geliyor. Bu konuya parmak basmadan edemiyor, bloğu temiz tutmak çok önemli ve sanırım onun sayesinde, blokun her köşesi istisnasız benim evden daha temiz. Bak anam buna sevinecek.
Sonra biraz daha anlatıyor içerisini:
Blok iki katlı, her katta 4’er koğuş var koğuşların kapıları 24 saat açık ve herkes blok içinde gezebiliyor, öyle koğuşuna kapalı değilsin yani. Alt katta sosyal tesisler var, havalandırma en önemlisi, sonra televizyon odası ve ki bu oda aynı zamanda açık mutfak. Mescid de var (ve bakın şimdiki aklım olsa heralde en çok orayı kullanırdım ama ayağımı bile basmıycam tabi ki) ve tuvalet ve banyolar da bu katta.
Tüm mevcut o sırada 70 kişiye yakın. Genelde artıyor ama mevcut, giren çıkandan fazla çünkü, öyle kolay kolay kimse çıkamıyor girince. Ahh ağam, deme böyle şeyler, bak duyar duymaz bunu, o katır geliyor hep oturduğu yere oturuveriyor.
Birkaç saat için de olsa, geçmişi ve geleceği düşünmeyi unuttuğumu fark ediyorum o sırada ama tılsım bozulduğu anda, onlarca düşünce üşüşüveriyor, birini kovsam beşi geliyor, ama neyse ki evi satmayacaklar. Şimdiki aklım olsa, heralde o mescitten kolay kolay çıkmaz, dua eder, meditasyon yapardım, sonra da spor ve muhabbet, gerçi bu son ikisini de yaptım baya.
Aslında biraz paradoks gibi di mi? Yani meditasyon, farkındalık, esas olarak insanı anda tutan bir şey ya, ana çeken. O yüzden, böyle düşününce, en son cezaevinde o an’da olmak istemezsiniz di mi, cezaevinde olduğunu unutmak, mümkün mertebe, kafanı meşgul etmek?
Her taraf beton, her taraf ruhunuzu öldürmek için dizayn edilmiş ve normalde görseniz kaldırım değiştireceğiniz insanlarla çevrilisiniz, niye o an’da olasınız ki (aslında bu yönüyle, herhangi bir ofis ve/veya şehir hayatına benziyor ama, şimdilik oraya girmeyelim)?
Ama aslında cezaevi gibi bir yeri çekilmez kılan, geçmişe dair duyduğun utanç, pişmanlık, üzüntü, bir sürü “keşke” yani ve geleceğe dair umutsuzluk, çaresizlik ve bir dolu kaygı. Keşke’ler ve kaygı’lar olmasa, hikaye dolu yer aslında, ne tipler ve ne dersler var, ileride görüceksiniz. Esas cehennem, hep kafanın içi. Yani, böyle bakınca da, insanın en çok an’da olması gereken yer belki de cezaevi, ha?
Neyse, şimdi hikayeye dönelim.
Yeni odam, ikinci katta, blokun iki adet iki kişilik koğuşundan biri. Diğerleri sekizer kişilik olduğundan, VIP gözüyle bakılıyor bu iki kişilik koğuşlara. Koğuş badim, nitelikli dolandırıcılıktan içeride ancak kesinlikle böyle bir şey söz konusu değil tabi ve ileride benden isteyeceği borcu da kesinlikle geri ödeyecek tabi ki (ödemedi). Koca bir göbeği, bembeyaz teni ve hiç susmayan bir ağzı var ve bu sonuncusu özellikle, baya iyi bir şey aslında. Ketum koğuş badisi demek, zihninizde yaşamanız demek.
İlk birkaç gün, yeni yuvamı tanımakla geçiyor, savannayı kolaçan ediyorum sık çalıların ardından. Kim kimdir, kim necidir, kim ne kadardır içeride, kim neden içeride, kim kimin adamı, kimle konuşulur kimle konuşulmaz? Bu anlamda biraz ilkokulun ilk gününe benziyor.
Kısa sürede, bazı demografik bilgiler elde edebiliyorum ve mesela blok nüfusunun suçlara göre dağılımı, aşağı yukarı şu şekilde:
1. Beşte bir taksirle adam öldürme. Çoğunluğu taksici veya otobüs şoförü, benim gibi “trafikçi” yani ve bir tane tekne kaptanı (2002 yazında BÜ öğrencilerini taşırken Boğaz’da batan ve 4 kişinin öldüğü teknenin kaptanı)
2. Beşte üç dolandırıcı ve ufak çaplı mafya. Bunlar da alt gruplara ayrılıyor; minibüs mafyası, nitelikli dolandırıcılar, zimmetçiler, rüşvetçiler, kredi kartı dolandırıcıları, banka memurları, bir PTT memuru vs.
3. Bir adet kundakçı. Hani Boğaz’daki tarihi yalılar “bilinmeyen bir sebep”ten yanar ya, işte kendisi o bilinmeyen sebeplerden biri.
4. Yedi adet Hizbullahçı (evet, bildiğimiz Hizbullah),
5. Bir adet Recep Abi.
Ana iki grup, trafikçiler ve dolandırıcılar, genelde öyle çok korkulacak, çok kriminal tipler gibi görünmüyor. Birçoğunun ilk cezaevi deneyimi, daha önce çok girip çıkmış olanlar da, bir ters söze götünü bıçaklayacak tiplere benzemiyorlar.
Minibüs mafyası (bizim Laz başkan yani), kundakçı ve Hizbullahçılar, hem organize suç şebekesi üyeleri, hem de özellikle üçüncü grup, o biraz şiddet eğilimli diyebilirim ama onlara sona geleceğiz.
Bir de, hepsinden ayrı, hepsinden farklı, nev-i şahsına münhasır Recep Abi. Kimsenin hakkında fazla bir şey bilmediği, kimseyle pek yüz göz olmayan, kimseyle oturup kalkmayan, voltada yanına kimseyi sokmayan Recep Abi. İlk göz göze gelişimiz de, havalandırmada, voltada oluyor kendisiyle. Hem de daha ilk akşamda, ilk voltamda:
Koğuşuma yerleştikten sonra volta için havalandırmaya çıkıyorum, tüm kafalar şöyle bir kalkıyor, yeni gelene bir bakıyorlar, sonra tespihli eller arkada, devam ediyorlar. Ben de giricem bir kulvardan, volta atıcam ama, baya kalabalık, rush hour’a yakalanmışım, hiçbir şeritte yer yok. Süleyman’dan öğrenmişim bu arada, öyle lönk diye birisinin yanında volta atamıyormuşsun, “Merhaba benim adım Aşkın, ne güzel bir gün değil mi?” falan diyemiyormuşsun.
E diyorum ben de boylamasına değil, diklemesine volta atayım, şu hani ağır trafiğin arasında tombik bir çocuğu karşıdan karşıya geçirmeye çalıştığınız bilgisayar oyunları gibi. Olacak iş değil tabi, saçmalık, belamı arıyorum resmen ve ilk çarpan ağır abi de Recep Abi. “Lan oğlum, volta kesmek iki seneden başlar” diye bir kükrüyor sonra da, “düz at herkes gibi” diyip voltasına devam.
Gür bıyıklarında iki sigara dumanı şeridi, onların üstünde su geçirmez bir deli olduğunu belgeleyen, fıldırfıldır dönen gözler. Boy 1.75 civarlarında ve şimdiye kadar çok buruna gömülmüş olduğu belli olan yamru yumru bir kafa. Yüzündeki izlerden, sert bir mahallenin mensubu olduğu da çok açık.
İlerleyen günlerde, Recep Abi’yi yakın izleme listeme alıyorum. Üzerinde, beni bir garip eden, tarif edemeyeceğim gizemli bir hava var. Sabah tekmilinden sonra tekrar yatıyor mesela, sonra öğle saatlerinde kalkıyor, kalkar kalkmaz, televizyon odasına elinde çayıyla geliyor, bir sigara yakıp oturuyor. Altında gece yattığı eşofmanı, üstünde eşofman üstü, dışarıdan bakınca herkes gibi. Herkes, gibi eşofmanlı, çaylı ve sigaralı.
Ama işte onun farkı, o su gibi akıyor. Gazete okuyuşu, sigara içişi, yemek yiyişi, volta atışı, sanki cezaevinde değil, ana evinde. Blokun diğer kıdemlilerinde, hatta Hizbullahçılarda bile bu tarz yok, bir başka, çok Federer’imsi.
Hakkında tek bildiğim bu arada, bu cezaevine ilk girişi değil ve daha önce her neden yattı ise, diğer mahkumların ondan tırstığı, saygı gösterdikleri.
Sayımlarda, sabah 7 ve akşam 7’de yapılan tekmillerde yani, kaçıncı sırada durduğun koğuşun en önemli mevzularından biri. Çünkü herkes kıdemi ve ağırlığına göre sıraya geçiyor, biz, yeni gelen trafikçiler, profesyonel kriminaller olmadığımız ve daha birkaç günlük bebeler olduğumuz için, sıranın en sonundayız. Recep Abi de aslında yenilerden olmasına rağmen en kıdemliymiş gibi sıranın en başında. Kimdin sen Recep Abi, hikayen neydi?
Fakat aşkımız, o tabi ki platonik. O, okulun bıçkını lise son, ben hazırlık bebesi, varlığımın bile farkında değil. Her fırsatta kendisine sigara ikram ediyor, sonra sigarasını yakıyor, bir teşekkür bir iki çift muhabbet için debeleniyorum ama olmuyor. Onunla baş başa kalabileceğimiz anlar kovalamayı düşünüyorum ama sonra cezaevinde bir mahkumla baş başa kalmak için anlar kovaladığım düşüncesini düşünüp bu düşüncemden vazgeçiyorum.
İmdadıma Ramazan yetişiyor, sultan olan yani ve Ramazan’la birlikte de Hizbullahçılar’ın popülerliği tavan yapıyor. Koğuşun neredeyse tamamı, Hizbullahçılar’ın peşinden sahurdan iftara, iftardan teravihe, teravihden “dini sohbetlere” gidip geliyor.
Tüm blokta Ramazan Happy Hourları’na katılmayan birkaç münafık var sadece ve Recep Abi de bu grupta.
Bir akşam, Hizbullahçılar’ın imamı teravih kıldırırken cemaate, biz münafık çetesi, 2-3 kişi oturmuş, televizyonda haberleri seyrediyoruz. Tam hatırlamıyorum ama birisi, sanırım taze hükümetten, Rahşan Affı’yla (2000’in sonunda çıkartılan şartla salıverme yasası) ilgili bir şeyler söylüyor, eleştiriyor uygulamayı ve Recep Abi, “git sen yat müebbeti o zaman” diye bağırıveriyor televizyona. Bu arada televizyona bağırmak çok makul, çok olağan bir tepki.
“Yatmış mıydın abi sen daha önce” diye araya giriveriyorum, bizimkinin gözler fal taşı, sigaranın duman kulaklardan çıkacak sinirden. Gözü hala televizyonda, “Evet” diye homurdanıyor.
“Bayrampaşa mı?” diye ikinci sorumu soruyorum, hazır bir momentum yakalamışım, bir açıklık, muhabbet açmaya çalışıyorum, ama “Sağmalcılar” diye düzeltiyor, yine bakmadan.
Muhabbetimiz, başlamadan sönmek üzere ve bu arada da tek soru hakkım kalmış hissediyorum. “Niye yattın” desem, elinin tersiyle bir Tatar Ramazan tokadı yerim eminim, o topa girmiyorum. Geriye, tek top kalıyor ve kalan cezaevi sürecimi değiştirecek cümleyi ediyorum:
“Hasan’ı tanır mısın o zaman, Hasan Çiçek, o da hukuk fakültesindendir?”
Hasan’ı, devrimcilik zamanından tanıyorum, İstanbul Hukuk’tandı ve efsanevi öğrenci liderlerinden. Herkes gibi ben de Hasan’ı çok severdim, dosta güven, düşmana korku salan bir tip. Çok mertti, çok cesurdu ve çok güzel adamdı.
Slogan da atardı şiir de okur, türkü de söylerdi. Çok çatışmaya girmiştik birlikte ve kaç gece şarap içip, şarkılar da söylemiştik. Ben okuldan uzaklaştırıldıktan sonra bir kez görmüştüm onu, bir gazetenin sür-manşetinde, silahlı soygun ve gasptan yakalanmış halde. Halen Sağmalcılar’daydı o sırada, yan binada yani ve halen müebbetle yargılanıyordu.
Şimdi Sağmalcılar’ın kaç kişi olduğunu bilmiyorum, ama heralde on binlerce insan vardır di mi? Recep Abi’nin de Hasan’ı tanıma ihtimali, yani ne kadardır ki? Hem ayrıca bilse ne olacak yani? Hani bazen taksi şöförleriyle olur ya bu tür muhabbetler:
“Nerelisin?”
“İzmir.”
“Aaa, benim askerde İzmirli arkadaşım vardı Hüseyin, Buca’lı, bilir misin?”
“...”
Ama diyorum ya, muhabbet açmam lazım, soru sormam, ve aklıma mapusluk, cezaevi denince gelen tek isim Hasan, naapıyım, soruveriyorum.
Recep Abi, Hasan’ın ismini duyar duymaz, kumandayı usulca önündeki plastik sandalyenin önüne koyup, bana dönüyor. Voltasını kesmemden beri, ikinci kez gözgöze geliyoruz. Uzunları suratımda siyah nokta arıyor sanki, sanki samimiyetimden emin olmak istiyor. Sesimi soluğumu tutmuşum, lan yoksa yanlış isim mi verdik, belalısı mı yoksa?
Sonunda “Sen Hasan’ı nasıl tanıdın?” diyor.
Koca dünyada, cezaevine girmiş tanıdığım tek insanı, Recep Abi’nin de tanıyor olması, ne şans, gerçi bu iyi haber mi diil miydi hala bilmiyorum. Sonra cevabımı beklemeden devam ediyor.
“Hasan çok merttir bak Allahı var” diyor ve ben bir ohh çekiyorum. Sonra da anlatmaya başlıyor:
Recep Abi, bir Kürt ailesinin beş çocuğunun (aslında sekiz ama kızları saymıyor) en büyüğü. Gazi Mahalleli, biliyordum zaten sert bir mahalleden. Doğal olarak, doğuştan solcu ama içeriye silahlı soygundan girmiş. Bir çek-senet çetesi varmış, aynı zamanda soygun da yaparlarmış, bir gün bir tır soymaya kalkışmışlar, sonra ver elini Sağmalcılar. Müebbet yemiş, 8 sene yattıktan sonra Rahşan Affı’yla çıkmış. Bu cezaevi ziyareti ise eften püften bir şeyden onun için, pek kalmayacak, biliyor, o yüzden iyice rahat. 8 sene ceza yatmış adam için, birkaç ay, hem de Özel Tip’te, yoga inzivası demek.
8 senenin son senelerinde, Hasan’la koğuş arkadaşı olmuş (What are the odds Ya Rab?). Manidar isimli Hayata Dönüş Operasyonları’nda, o koca koca mafya babaları süt dökmüş kediye dönmüş ama Hasan tek başına direnmiş, ve bu yüzden de tüm cezaevinin gözü önünde, komaya girene kadar dayak yemiş askerden. Yine de yılmamış, yine de direnmiş. Vay be Hasanım diyorum içimden, vay be.
Teravih bittiğinde, biz de bir paket sigara bitirmişiz. Daha soracak çok sorum var ama, bu yeni arkadaşlığın (arkadaşız di mi Recep Abi?) sınırlarını da bilmiyorum, susuyorum.
Ertesi sabah, havalandırmaya, tekmile çıkıyorum ve sıranın en sonuna doğru yürürken, Recep Abi beni çağırıyor. İkinci sıradaki Esat Abi’yi dirseğiyle itip, beni aramıza sokuveriyor. Kulağıma eğilip “Hasan’ın dostu benim de dostumdur” diyor. Hayatımın ilk yeraltı dostluğu böyle başlıyor. Ve bu sayede, koğuştaki ikinci haftamda, ikinciliğe yükseliyorum.
Recep Abi’yle sonraki, birkaç hafta çok volta attık, çok çay ve sigara içtik, hatta fotoğraf bile çektirdik. Tahliyesinde de bol bol sarıldık, “Seni bırakmam artık” dedi ve dediğini de yaptı. Duruşmalarıma adamlarıyla gelip ana ve babama adliye koridorlarında sahip çıktı. Adliye koridorlarında her an saldırıya uğrayacağını düşünen iki yaşlı insan için bunun nasıl bir nimet olduğunu anlatamam size.
Recep Abi, “artık legale geçtim” diyordu içerideyken, müebbetten yırtıp da cezaevinden çıkınca, her şeyden elini ayağını çekip, bir tekel bayi açmıştı ve buradan emekli olmak istiyordu. Bir gece babamla ona sürpriz (babamın fikri) bir ziyaret yapmış, tekel bayinin ufak deposunda, Recep Abi ve iki arkadaşıyla, birer bira içmiştik. Daha sonra, seneler geçtikten sonra, o depoda oturduğumuz diğer iki kişinin de namlı mafya babalarının adamları olduğunu ve birinin adam öldürmekten arandığını öğrenecektim.
Bu geceden birkaç ay sonra, Recep Abi çifte cinayetten tekrar içeri girdi ve onu bir daha görmedim.
CV’sine bakınca, bu hayata gelmesinin bir hata olduğunu düşündüğünüz insanlardandı Recep Abi, kozmosun teknik bir hatası. Yaptıklarına bakınca, bariz kötü adam, gel gör ki, bana iyilikten başka bir şeyi dokunmadı. Şimdi nerede ne yapıyor hatta yaşıyor mu bilmiyorum. Umarım hala yaşıyordur ve huzuru bir nebze de olsa bulmuştur.
Bu arada cezaevinin kesinlikle iyi tarafları da var. Sabahları mesela, rüya sonrası şoku atlattıktan, nerede olduğunuzu hatırladıktan sonra tamam kısa bir depresyona giriyorsunuz ama sonrası daha kolay. Sivildeki gibi “oof bugün nasıl geçecek?” demiyorsunuz. O günün tam olarak nasıl geçeceği zaten belli, dakika dakika.
Öyle yapmanız gereken işler, halletmeniz gereken konular, yok efendim ev sahibiyle kira pazarlığı, yok işle ilgili bir mail, yok katılmanız gereken bir toplantı falan yok. Yan gel yat.
Ama işte zaten sorun da biraz orada. Tek düşündüğün bu, yan gelip yatarken yani: Daha ne kadar yatıcam? Altı ay, bir yıl, beş yıl?
Blok anket ortalaması 2.5 yıl diyor. En optimisti, bir yıl içeride tutuyor beni, ki o bile, hayatımı döndürülemez derecede içine etmeme yeterli zaten. İlk duruşmam, korkunç geçmiş bu arada, olabilecek en kötüsü. Üniversitenin ilk yazında, babamın arabasıyla evin orada, Bostanlı sahilinde bira içerken polise yakalanmıştım, o girmiş dosyaya! Hakim de, “ee sen içmiş içmiş arabaya binmişsin”le açmıştı duruşmayı, al sana bir dip daha. Duruşmadan sonra, şafak iyice karanlık ama yine de, her şeye rağmen, bir an önce ne kadar kalıcam bilmek istiyorum, sayılı günün değerini anlıyorsunuz.
Günler bu arada şöyle geçiyor: Kalkışla birlikte sabah 7 tekmili var, sonra akşam 7’ye kadar serbest zaman. Eğer uyandıktan sonra bir daha uyuyabilen şanslılardansanız ne harika. Ama siz de benim gibiyseniz, sırada Bayrampaşa Olimpiyatları: günün ilk voltası, sonra ilk çay ve sigara, sonra ilk voleybol maçı (patlak topla), gazete servisinin ardından ilk bulmacalar.
Öğleden sonra gardiyanın blok kapısından mektupları uzatması çoğumuz için günün en kritik anı. Mektuplar geldiğinde ben kapıya en yakın yerdeyim, bazımız ise oralı değil, onlar havalandırmanın en ucunda. Kimin kimseli kimin kimsesiz olduğunu bu zamanlarda anlıyorsunuz. Akşama doğru, mektuplar da bulmacalar da maçlar da bitiyor ve benim çay içme kapasitemin de sonuna geliyoruz. Geriye bir tek volta opsiyonu kalıyor. Hayattaki her güzel şey gibi, volta da beleş.
Böyle bir akşam, günlük kırk bin adımımı, hava buz gibi ve havalandırma karla kaplı diye, bloğun üst koridorunda tamamlamakla meşgulüm. İki elimde birer tespih, Müslüm ve Ahmet Kaya mırıldana mırıldana, ellerim arkamda birleşmiş, ceketim omuzlarımda, dışarıdan gören, kırk yıllık mapus zanneder.
Seyhan Abi’nin anlattıkları geliyor aklıma yeniden, “Darwin nasıl sırf gözlem yaparak bu kadar şeyi bulmuş yav sallıyor mu acaba?” diye düşünüyorum ve o sırada, volta sırasında koğuşlarının önünden geçip gittiğim Seyit Abi bana sesleniyor. Hizbullahçılar’dan Seyit Abi.
Bu Hizbullahçıların burada ne aradığını gizemini çözmüştüm sonunda: Burası onlar için aslen geçici bir durakmış. Buraya, Batman, Diyarbakır, Mardin gibi Güneydoğu’daki cezaevlerinden gelmişler. Burada olmalarının sebebi, cezaevinde kalmaya elverişli olmayan hastalıklardan muzdarip olmalarıymış. Eğer İstanbul Cerrahpaşa’daki Adli Tıp genel kurulu, hastalıklarını onaylar ise, cezaevinden şartlı tahliye edilebileceklermiş. Ancak genel kurul çok seyrek toplanabildiğinden, henüz bizimkilere sıra gelmemiş ve daha ne kadar burada olacakları da belirsiz.
En düşüğü örgüt üyeliğinden ve 12,5 sene için yargılanıyor. Bunun dışında, dışarıdan bakınca, diğer mapuslardan pek farkları yok. Herkes gibi çay içiyor, volta atıyor, bulmaca çözüyor ve yün içlik giyiyorlar. Tek farkları, daha hızlı abdest almaları, daha fazla ayet ve cezaevi bilmeleri diyebiliriz.
Sonra ama bir Mahmut var ki o, hani haters-gonna-hate’deki hater’lardan. O bırakın diğer blok mensuplarıyla konuşmayı, kendi fellow Hizbulahçılarıyla bile pek konuşmuyor, tek konuştuğu yukarıdaki. Kendi kendine bir köşede Kur’an okur, arada bir kafasını kaldırıp etrafındakilere apışarasına tekme atılmış gibi bakar, günü böyle geçer.
Mahmut Ying’se işte Seyit Abi Yang, veya tam tersi, bilmiyorum. Seyit Abi aralarında en konuşkanı, en güler yüzlüsü, en insan canlısı. Üzerinde eski mi eski, açık yeşil bir takım elbise ve pantolonunun içine soktuğu siyah boğazlı bir kazak dışında bir şey görmemişim. Tek eşofmansızız o ve bir süre sonra yatağa da böyle girdiğine ikna olmuşum.
“Aşkın kardaş gel çayımızı iç” diye beni iftar çayına davet eden de o.
Hava soğuk, ee çay sıcak, zaten fazla cool’um (sonunda cool olabildiğim bir ortam bulmuşum), ee Seyit Abi’yi kırmaya da değmez. Darwin’i yalnız bırakıp içeri giriyorum ve koğuşun ortasındaki uzun masada, Seyit Abi’nin karşısına buyur ediliyorum.
Masanın üstü çay bardakları, kül tablaları, gazetelerle, ranzalar da mapuslarla dolu. Bazıları kafa kafaya vermiş Bulvar Gazetesi’nin evlenmek isteyenler köşesine mektup yazmakla meşgul. Kalanı oradan buradan, bazısı o gün gelen mektuptan bahsediyor. Bizim Ying Mahmut da her zamanki gibi yatağında tek başına. Neredeyse tüm blok orada anlayacağınız.
Çayımı içerken, konu iftardan, oruçtan açılıyor. Birkaç trafikçi, duruşma tarihleri yaklaştığından orucu kesmişler, stresten ufak bir yumağa dönüyorsun o günlerde çünkü, uyku muyku hak getire. Şans işte, konu buradan açılıyor ben daha çayımı içememişim ve Seyit Abi’nin aklına düşüyorum: “Hayırdır Aşkın kardeş, seni de göremiyoruz sahurlarda, iftarlarda?”.
Şimdi çok insan okurken “sana ne?” diyebilir içinden, veya benim sıratım, benim ilahım. Ama Seyit Abi bu soruyu, öyle beni aslanlara yem için sormuyor, biliyorum, onu az da olsa tanımışım artık. Sağlığım yerinde mi, onu merak ediyor.
Şöyle, Seyit Abi için, bir Müslüman ancak sağlığında bir sorun varsa oruç tutmaz, ha bir de seferiyken ama pek seferi sayılmayız. Başka türlüsü, başka bir ihtimal mümkün değil. Samimi olarak beni düşündüğünden soruyor ve sorusuyla beraber, sahne ışıkları ve Mahmut’un Diablo gözler bana dönüyor, belli o da ne zamandır merak ediyor bunu:
“Ben inanmıyorum Seyit Abi” diyiveriyorum kısa bir zihinsel tartı sonrası. Birkaç hafta önce olsa, kesin bir yalan uydururum. Ama cezaevini biliyorum artık, Recep Abi de anlatmış, artık kimse kimseyi öyle kolay kolay banyoda şişleyemiyor, çok aşırı saçmalamadıkça, vücut bütünlüğün güvende. Ehh, benim de götümden şişlenme ihtimalim yoksa, ateist gururum tartıda ağır basıyor tabi.
Açıklamama binaen, koğuş duruyor ama, hani tam müzik biterken bağırarak bir şey dersiniz herkes size döner ya, onun gibi bir an yaşıyoruz, yavaş çekim. Koğuşu çay bardaklarına çarpan kaşıkların sesi kaplıyor, onun dışında çıt yok, Mahmut’un parmaklarını katırdatması hariç.
Eh, şaşırmamak lazım, ahali hayatında büyük ihtimal ilk kez canlı bir Allahsız görüyor. Belli ki Seyit Abi de, onun kaşlar önce bir ters köprü yapıyor, sonra “Estağfurullah Aşkın kardeş” diyip alelacele, dolu bardaklara bile çay koymaya girişiyor.
Konu orada kapanıyor, kimse “sizi Allahsız olmaya götüren süreci anlatır mısınız?” demiyor tabi ama, koğuşun havası da kaçıyor, yani benim için. Bir tık daha bekleyip, havalandırmaya çıkmak için kendimi dışarıya atıyorum. Koğuş kapısından çıkarken, ensemde bir çift göz hissediyorum, tahmin edersiniz kimin gözleri, dönüyorum ve Mahmut’la gözgöze geliyorum.
Simsiyah sakalı, simsiyah kalem kaşları ile bir insan bir başka insana ne kadar nefret dolu bakarsa bana öyle bakıyor. Bir titreme geliyor, hatta hala, şunları yazarken bile. Ancak tahliye olduktan sonra öğrenicem Mahmut’un onlarca kişiyi telle boğup öldürmüş olduğunu ve onlarca müebbet ile yargılandığını. Hayatımda adımı değiştirmeye en yakın olduğum an bu.
Birkaç dakika sonra voltadayım, kar kış olsun, burası daha huzurlu ve anaa, o da kim Seyit Abi, ardımdan havalandırmaya gelmiş: “Aşkın kardeş, yanında volta atabilir miyim?” diye soruyor.
Böylece başlıyoruz bir duvardan diğer duvara yürümeye. Seyit Abi, bana Diyarbakır Cezaevi’nde yaşadıklarını anlatıyor önce:
İdare görüş yasağı koymuş, aylarca anasını görememiş. Ama devrimci tutsakların (onun sözleri benim değil) açlık grevi sonuç vermiş. “Aylar sonra, anamın alnını öperken, siz devrimci kardeşlerime teşekkür ediyordum.” diyor. Hiç beklemiyordum valla, Allahın İslamcı teröristi sonuçta değil mi?
Sonra da “Sen de Aşkın kardeşim, devrimci bir kardeşimizsin galiba?” diye devam ediyor, baktım devrimcilik geçer akçe, görüyorum ve arttırıyorum: “Marksistim Seyit Abi” (kendimi ilk ve son kez Marksist tanımlamam bugündür).
“Aşkın kardeş, aslında pek de farklı diiliz, siz de biz de, halkın iyiliğini istiyoruz, siz Allah’a inanmıyorsunuz sadece fark orada.”. diyor bunun üstüne. “Ama bizim şarkılarımız daha iyi” demiyorum veya biz kimseyi bodrum katlarına gömmüyoruz da. İçimden zevzeklik de, kinaye de, üstü kapalı dalga geçmek de gelmiyor. Çok garip ama, bu adamı sevmeye mi başlıyorum yoksa?
Sonra anlatıyor, geçmişini, Hizbullah’a katılmasını:
“Aşkın kardeş, benim kitapla Allah’la namazla niyazla hiç ilişkim yoktu biliyor musun? Hatta Diyarbakır’da birahanede çalışırdım. Sonra epilepsi ataklarım hızlandı. Eş dost da dedi Kur’an oku, huzur verir atakların seyrelir. Öyle elime Kur’an aldım sonra da işte buralara kadar getirdi ya Rab bizi.”
“Bir Xanax alaydın” geliyor dilimin ucuna ama işte yeri değil, onun yerine ben de başlıyorum anlatmaya. Niye bilmiyorum, anamdan bahsediyorum, babamdan bahsediyorum, en çok onlara kafam takık. Onunla o akşam, o iki duvar arasında kara bata çıka, tekmile kadar konuşuyoruz.
Çok uzun zamandır çok insandan çok nefret etmiştim; memleketi peşkeş çeken sağcılardan, Menderesçilerden, Demirelcilerden, Çillercilerden, sonra hele Mehmet Ağar ve onun gibilerden, Çorum’daki, Maraş’taki faşolardan, Manisalı Gençler’i işkenceden geçiren polislerden, faili meçhulcü özel hareketçılardan, Sivas’ı yakan cihadçılardan.
Şimdiyse karşımda, onlarca yıldır Güneydoğudaki insanlara kan kusturan bir örgütün üyesi var, ama gel gör ki, ne edersem edeyim, Seyit Abi’ye karşı nefret duyamıyorum. Hatta, bıraksalar, adama sarılıp öpesim, omzunda ağlayasım, “Abi, her şey yoluna girecek di mi abi?” diye hıçkırasım var.
Karşı kabileden, hatta o “telle adam boğan korkunç barbar kabile”den biriyle ilk ve son karşılaşmam buydu. O “barbar”ın bile, biraz kazıyınca, aslında senden benden farklı olmadığını ilk görüşüm.
Ben tahliye olurken, o hala Adli Tıp toplansın diye bekliyordu. Uzun uzun bir tahliye sarılması yapmıştık ve tam demir kapıdan çıkıcam, elime bir not sıkıştırmıştı. Bana yazdığı o kısa mektup hala duruyor. Karınca duası gibi kelimeler, bana iyi bir insan olduğumu, iyi bir evlat olduğumu söylüyor ve diyor ki her şeye rağmen, iyilik yolundan şaşma. İnsanın “diyene bak” demesi geliyor di mi? Ama diyemiyorsun.
13 Ocak 2003’e, ikinci duruşmama yani, küçük bir mucize eseri, bilirkişi raporu yetişti. En iyi ihtimalle bir sonraki duruşmaya beklediğimiz rapor ve en iyi ihtimalle 8’de 4 verecek rapor. Rapora göre 8/2 kusurluydum, yani olabilecek en düşük kusur derecesi. Böylelikle tahliye oldum, vizelerin başlamasına birkaç hafta kala. Hayat bana, üçüncü bir şans daha verdi.
Bu arada davalar devam etti tabi, hukuk ve ceza, tazminat da ödedim sonrasında ve davayı fazla uzatmadım, ödedim rakamı temyiz etmeden, annemler hala o evde bu arada.
Bu olayı, başıma gelen en trajik olay olarak gördüm uzun süre. Artık pek öyle düşünmüyorum, en azından kaza ile sonrasını birbirinden ayırmak lazım bu anlamda. İki küçük çocuk babasız, bir kadın da kocasız kalmış, kazayı farklı şekilde tanımlamak çok mümkün değil.
Ama kaza sonrasında cezaevine girdiğim için kendimi şanslı görüyorum artık, o kısmı trajedi değil. İçerisi, öncelikle vicdan azabından kavrulmanızı engelliyor. Zaten siz de bedel ödediğinizi düşünüyorsunuz, kozmik bir hesaplaşma oldu diyorsunuz. Bir yandan da, içten içe, aslında pek de bir hatam olmadığını düşünüyordum. Evet, çok promilliydim ama, ellerim direksiyonda, gözlerim önde, alkolümün farkında, en sol şeritte ve hızımda giderken bir anda önüme fırlayan bir adama çarpmıştım sonuçta. Ama sanki bunu söylemek, bunu düşünmek rahmetlinin anısına saygısızlık etmekmiş gibi hissetmiştim uzun süre.
Tahliye sonrası bambaşka bir insan oldum diyemem, çünkü olmadım. Hala içip sıçmaya, hata üstüne hata yapmaya, bazen götün teki olmaya devam ettim. Ama şu oldu, bu deneyim sonrası biraz daha “gelsin hayat bildiği gibi” oldum.
Kafamın içindeki g*t, hani şu sürekli yapamazsın, edemezsin diyen, bak o pek uğramaz oldu tahliyeden sonra. Bu olaydan sonra ne zaman boktan bir durumla karşılaşsam, ne zaman zorlansam aklıma o günler geldi: “Bayrampaşa’yla başa çıkmışsın, bundan daha zor ne olabilir ki?” dedim kendime.
Bu günlere bile rahmet okutan olaylar gelecek ileride başıma tabi, bir on küsür sene sonra, o sırada bilmiyorum tabi. O konu, final sezonunun konusu, şimdilik, tahliye sevincimi yaşıyayım biraz di mi?
Hasan’a.
Hasan senelerce yattı ve sonunda çıktı. Çıktıktan sonra şair oldu bu arada ve iki kere görüştük, biri yakınlarda.
Hayatımda keşke’siz, hasetsiz, öfkesiz, kimse için kötü söz etmeyen (edecekse de susan) tanıdığım tek insan diyebilirim. Zen mertebesi bu olsa gerek, ve Zen bir şair oldu adam oyahu! Hani çamur yoksa nilüfer de yok derler ya, veya benim versiyonumla, zor zamanlar eşittir güzel adamlar.
İşte Hasan’dan daha güzel nilüfer tanımadım, ama yaşım genç ha?
Dostum, iyi ki varsın.
Aşkın.