2010 senesi Ocak ayı, Muş’ta, bilmem kaçıncı mekanize tugaydayız.
Askeri Disiplin Mahkemesi’nde, iş devir teslimi yapıyoruz selefimle, benden önceki avukat yani, terhisine birkaç gün kalmış, bana, halefine, işleri öğretiyor. Dosyalarla ilgili bişeyler anlatırken, bir an durup, gözleri faltaşı, “Bir dakika ya” diyor, “adım Aşkın mı demiştin?”.
Niye insanların adını duyduğumuz anda unuturuz bilmem, her seferinde bir sonrakinde kesin unutmıycam diyorum, ama sonra yine.
Neyse, evet diyorum ve hoop, boynuma atlıyor. Şimdi askerde, öyle birbirine sarılmak falan pek hani, olmaz yani. Kısa dönemsen bile, ki seni abi belliyorlar genelde, yine de, yok yakışmaz. Bu yakışmıştı ama.
“Ben” diye devam ediyor, “senin sayende mezun oldum biliyor musun?”.
Tahmin etmiş olacak bilmediğimi anlatıyor hikayesini:
O da Marmara Hukuk, annesi hastalanmış okulun ortasında, ara vermek zorunda kalmış birkaç sene. Döndükten sonra okula, onlarca ders duruyor, mümkün değil mezun olamam diyor. Öğrenci işlerinde, bir elinde kafası, diğer elinde transkript, böyle sesli sesli düşünürken, öğrenci işleri memuru acıyor haline. “Bak” diyor “burada bir öğrenci vardı adı Aşkın, bir senede yirmibeş ders verdi de mezun oldu”.
“İşte” dedi, “ben senin hikayen sayesinde gaza geldim de mezun olabildim!”.
Hikayeler ne güçlü di mi? Hikayeler insana nasıl da güç veriyor, nasıl da tünelin ucundan göz kırpıyor. Bu yüzdendir zaten asıl olarak yazmam.
“Bir hayat, başkalarının hayatlarına etkisi dışında, önemli değildir.” demiş Jackie Robinson ve ben sözü not aldığımda adamı/kadını filozof falan sanmıştım, diilmiş.
Biraz daha başa saralım ama şimdi askerlikten, 2010’dan öncesine saralım, tahliye sonrasına. Tahliye sonrasını anlatacak tek söz var sanırım:
Dibe vurduktan sonra gidilecek tek yön vardır.
Düşünsenize, vizelere, okuldaki yedinci ve son senemin vizelerine birkaç hafta kala tahliye olmuşum. Birkaç mucize birleşip mucize bebeleleri yapmış da o mucize bebekleri sayesinde . Yani eşşek değilseniz, bu şansı kullanacaksınız di mi? 25 de olsa 30 da olsa, oturacaksınız, çalışacaksınız, evden çıkmayıp o sınavları vereceksiniz. Ama ben tabi eşşeğim, öyle eve kapanmalar falan, pek olmadı. Ne zaman ders çalışmaya otursam, şeytanlar üşüşüveriyor:
Bu daha Ceza Genel, Ceza Genel’in de sadece ders notları, daha bunun kitapları var, pratik çalışmaları var, sonra bunun Ceza Özel’i var, sonra Ceza Usul’ü var, yok olmaz, bırak kalk!
Ya bir rahat bırakın diyorum, okumaya çalışıyorum, sivrisinek gibi eşşoluları. O kadar çok ısırıyorlar ki, en sonunda dayanamayıp, Ahmet’i arıyorum, hani müzisyen olan Fight Club sevdalısı, o da hala mezun olamamış ve dolayısıyla o sırada askerde veya ofiste olmayan tek arkadaşım. Ya onda ya bende buluşup, “stres” atmak için içmeye başlıyoruz, İngilizler tarafından bile yadırganacak saatlerde. Sonrası malum.
Bir yandan da ama, bir o kadar da önemli değil sonrası, oldu işte, bir şekilde oldu, mezun oldum. O dönemden yadigar iki şey kaldı ama, ilki, okuldan mezun olamadığım kabusu, tam 20 sene okuldan mezun olamadığım kabusunu gördüm, dile kolay, tam 20 sene (aslında dile kolay olduğu için öyle diyorum, yoksa 19 sene).
İkincisi, o zamanlardan kalan ikinci yadigar, o işte, aşağıda bir yerlerde, Stranger Things’in Mind Flayer’ı gibi, zamanını bekliyormuş, gelip de beni g*tümden ısırmak için, hayatımı allak bullak etmek için. Ama oraya sonra geleceğiz sevgili okur. O final sezonunun konusu.
Ama şimdi, Aralık 2003’te yani, Mind Flayer’a daha çok var, o zaman halay zamanı, hayatımı sonunda yoluna koymuşum, 7 buçuk senelik hukuk fakültesi maceram sona ermiş. Bizimkiler az kalsın deve kesecekler haberi aldıklarında.
Mezun olmuşum sonunda ve hatta takım elbiseye bile girmiştim. Mesela bu da mümkün değil olmayacak bir şey benim için; takım elbiseye girmek, kravat takmak. Çünkü mezun olmaya çalışmam, avukat olmak için değil, 18 ay askerlik için.
Mezun olayım, sonra diyorum yeniden televizyona dönerim, tek kariyer ihtimalim orası görüyorum hala. Ama bunca kan, ter ve gözyaşından sonra, o diplomaya bir şans vermemek olmazdı di mi? Yani kendimi ciddiye alınan bir iş yaparken göremiyordum ama, bir yandan da, cezaevi biraz güven vermiş. Tüm bu yaşananlar, sadece kısa dönem askerlik için olmamalı di mi?
O yüzden, dedim stajımı yapayım, bir şans vereyim, vereyim vermesine de ama, nerede, hangi büroda? İşte melekler, koruyucu melekler, orada da devrede, bu seferkilerin adları Kaan ve Mete.
Kaan ve Mete’yle, kardeş değiller ama kardeşten yakın bir ikili, 1999’un yazında, Scene’in bahçesinde dans ederken tanışmıştık. Müziği hatırlamıyorum, gecenin kalanını da, sadece çok güldüğümüzü hatırlıyorum. Tanıştıktan dakikalar sonra, sarmaş dolaş olmuş, kulaklarımıza sürekli bir şeyler bağırdığımızı da: “oğlum ne komik adammışsın!”, “ya abi siz de ne kafa tiplersiniz!” böyle bir şeyler işte.
90’lar sonu 2000’ler başındaydık ve hem de Scene’de, herkesin birbirine gülümsediği, omuzların nadir çarptığı gecelerde. Bromance’e düşmek ne nadirdi ne de ayıplanan bir şey. Zaten o romansların ömrü de genelde bir afterlık. Günün ilk ışıklarıyla birlikte fareye dönüşürdük hep beraber. Ama bu bromans, o gece bizim için bitmedi. Aradan yirmi küsür sene geçti, ne zaman Kaan ve Mete’yle (ve dünya güzeli kadınlarıyla) bir araya gelsem, Scene’in bahçesindeki gibi hissederim yine, güneşin sofrasında, dostların arasında.
2002 yazında, bu yeni dostlarla, harika bir yaz geçirmiştik. Modjo’nun Lady’siyle ve Groove Armada’nın My Friend kliplerini arka arkaya izleyin, nasıl hissediyorsanız öyle bir yaz işte:
Venue Scene’in, Kumbeach’in, Seaside’ın, Joy Beach’in, J&B Techno Festivali’nin, Faithless’ın, Deep Dish’in, Timo Maas’ın, Silicon Soul’un yazı. Yeni dostlukların, yeni bir yuvanın, yeni olasılıkların yazı.
O yaz bir gece, Çeşme’deki yazlıklarında Kaan’ın annesine, sevgili Leyla Teyze’ye, hiç olmayacak bir şey sormuştum:
Hani olur da mezun olursam ve hani olur da staj yapmak istersem, acaba eşi, Osman Amca, bana yardımcı olabilir miydi? Kendisi Türkiye’nin en büyük bankalarından birinin CEO’su, duyduğum ve tanıdığım ilk CEO. Eminim Türkiye’nin en iyi bürolarıyla çalışıyorlardı ve benimki gibi bir CV’nin iyi bir bürodan adımını atabilmesi için, torpilden, bacadan girmekten başka bir yol yok.
“O büyük büroları boş ver” demişti Leyla Teyze, “sen mezun ol, ben seni yakın bir arkadaşımın bürosunda staja sokarım. Çok iyi bürodur ve o sana çok iyi bakar.”.
Şimdi düşünüyorum da, iyi ki sormuşum o gece, iyi ki “saçmalama, ne mezuniyeti” dememişim, iyi ki, kırk yılda bir hayal kurmaya izin vermişim kendime.
Çünkü o arkadaşı, sevgili Şerife Teyze (Leyla Teyze’nin arkadaşı olduğundan Hanım değil Teyze oldu ilk günden itibaren benim için), bana kimsenin bakmadığı gibi bakacaktı gerçekten, kimsenin görmediği gibi, hele ki kendimin.
Şerife Teyze’nin ofisi stajyer avukat için olabilecek en iyi ortam. Tanınmış, butik bir hukuk bürosu değil, Neşeli Günler sanki:
Arada sırada sürtüşen ama birbirini koşulsuz ve bir aile gibi seven bir grup insan.
Zaten 9-10 kişilik ofisin 3’ü aynı aileden, kalanlar da en az 5 senedir orada, de facto aile.
Tüm avukatlar her öğlen toplantı odasında, o gün ofiste pişen yemeği yiyor mesela. Hayatımda bir daha böyle bir öğle yemeği geleneği olan bir yer ne görecektim ne de duyacak.
Yemek sırasında dedikodu da yapılırdı, avukatların romantik hayatları konuşulurdu mesela (tek konuşabildiğim konu) veya ama son mevzuat değişiklikleri veya yeni önemli Yargıtay kararları da. Ofise adım attığım ilk andan beri, stajyerliğimin hiçbir önemi yoktu Şerife Teyze için, bir meslektaştım, o kadar ve masada olmaya da hakkım vardı bu nedenle.
Bu müstesna ekibin bir parçası olmaya bayılıyordum. Bankacılık Kanunu’nda yapılan yeni değişiklikle ilgili dönüp “Sen ne düşünüyorsun?” dedikleri zaman, içimde ufak gurur fişekleri patlıyordu. Hayatımda ilk kez birileri önemli bir konuda benim ne düşündüğümü soruyordu. Ben nereden bilirdim ki o değişiklik ne demek? Ben de götümden bişeyler uyduruyordum. Sonra baktım ki, kimse bir şeyi bilmemi beklemiyor zaten, bilgiye ulaşmamı bekliyorlar. Ben de işte yavaş yavaş bunu öğrendim, soru sormayı ve cevap bulmayı.
Ofisin işleri hiç de fena değildi, tanınmış yerli ve yabancı müvekkilleri vardı. Seksi işler yapıyorlardı: banka hukuku, gayrimenkul hukuku, şirketler hukuku, önemli ticari davalar. Ben de hemen her işin ucundan kenarından tutmaya başlamıştım.
Benden istenenleri yaptıkça, benden daha fazla şey istenir de olmuştu. Kimse benden pay sahipleri sözleşmesi yazmamı istemiyordu tabi ama gittikçe daha önemli şeyler istiyorlardı. Pek önemli bir gayrimenkul davasıyla ilgili bir dilekçeyi bana yazdırmıştı Şerife Teyze mesela ve sonra da, bu konuların uzmanı bir hocadan dilekçeye yorum istemişti: “Aşkın, seninle aynı görüşteymiş hoca” dediğinde, içim bir garip, çok garip.
“Aferim”ler, “doğru, ben de öyle düşünüyorumlar” geldikçe, daha da sevmiştim. İşimi de ofisimi de ve yeni ailemi de ve duygularımız da karşılıklıydı. Ruhsatı aldığım gün, ofisin maaşlı bir avukatı olacaktım, orası kesindi.
Ulan benden cidden avukat olacaktı ha, hem de böyle bir ofiste! Sonunda, hayatımda ilk kez para da kazanacak, anamın emekli maaşını emmekten kurtulacaktım. İşler yolunda giderse, hani belki, bu ofiste kalır, bir gün ortak avukat bile olurdum ha?
Bundan bir sene öncesine kadar tek kariyer opsiyonum Bostanlı kayalıklarında ayyaşlıkken, şimdi Ally McBeal seyredebiliyordum göğsüm kabara bakara.
Stajımın bitmesine kısa bir süre kala, ofisteki geleceğimi konuşmak için Şerife Teyze’nin odasına girmiştim. Yüzünde her zamanki gibi koca bir gülümseme.
Kendisiyle ilk tanıştığım gün oturduğum sandalyeye oturup, o sırada yazdığını bitirmesini beklemeye başlamıştım. Sonunda bana dönmüştü “Aşkıncım, söyle şekerim” demişti. Ne güzel patron di mi, ne güzel insan?
Ne diyeceğimi, cümleye nasıl başlayacağımın üzerinden bin kere geçmiştim ama o an gelince bir işe yaramıyor. Geleceğim mevzu bahis sonuçta, heyecanlanmam normal. O da büyük ihtimal bekliyor zaten bu aralar odasına girmemi, sonraki bölümü konuşmamızı:
“Şerife Teyze, ben gidicem sanırım..” diyivermiştim sonunda ve o kadar.
“Nereye gideceksin?” demişti, hala ekrana dönük “Askere?”.
Haklıydı, her aklı başında Türk gencinin yapması gereken bu. Akranlarım, 4 sene önce üniversiteyi bitirmiş, askere gidip gelmiş, hatta ikinci işlerine girmişler ve ilk eşleriyle tanışmışlar. Ben erteledikçe erteliyorum. Git gel kurtul di mi, girmişin Klasik Yol’a, sonunda doğruları yapmaya başlamışın, yap bunu da ama yok millet gider Mersin’e ben ise...
“Ablamın yanına gidicem sanırım.” diyorum ve ancak o sırada işi bırakıp, bana dönüyor.
“New York’a mı gidiceksin? E güzel, ne kadar kalacaksın, izin istemek için mi geldin?” diyor.
“Yani heralde altı ay” diyorum, o okuma gözlüğünü yeniden gözlerine geçirmiş, ekrana, maillere geri dönmüş. Cevabımı duyunca gerisin geriye, bu kez kaşları ters köprü:
“Altı ay mı? Nereye altı ay? Anlamadım, sen baya gidiyor musun yani? Haa, LL.M mi ayarladın?”
“Yok Şerife Teyze, master falan ayarlamadım, gidiyordum sadece. Ama New York Üniversitesi’nden dersler alıcam bu arada, ha bir de belki bir büroda staj.”
Bu ikisinin de olmayacak, olsa da bir anlamı olmayacak işler olduğunu bildiğinden, takılmıyor bunlara, asıl cevabı istiyor, gözleri gözlerimde.
“Yani gidiyorum Şerife Teyze çünkü hep yurtdışında yaşamak istedim, 6 ay da olsa, ama hep bunu istedim. Şimdi de diyorum ki bunu şimdi yapmazsam, sonra çok pişman olacağımı. Sonra hiç gidemiycem onu biliyorum. Kalırsam ve bir işe girersem sonra nasıl bırakıp giderim di mi? O yüzden sanırım en iyisi, şimdi gitmek. Dönüşte, staj sonrası kariyerime o zaman başlarım diyorum Şerife Teyze.”
Böyle bişeyler anlatıyorum.
Kelimelerimi dikkatli seçiyorum, bana neredeyse ikinci bir ana olmuş bu insanı üzmek, telaşlandırmak istemiyorum tabi. İlki, esas anam yani, zaten yeterince telaşlı. O yüzden mesela, aslında 6 ay için değil, mümkünse temelli gittiğimi de söylemiyorum. Bunu tek söylemediğim Şerife Teyze de değil, esas anama da söylemiyorum. Bunu zaten kendime bile söylemiyorum. İşte giderim biraz takılırım bir iki ders alırım NYU’dan işte gelirim diyorum ama kuyruklu. Gayet de biliyorum elimden gelen her şeyi kullanıp, orada kalmaya çalışacağımı. Bunları anlatmıyorum mesela.
Sonra ona bilgisayar oyunlarından da bahsetmiyorum, çocukken havaalanı dönüşlerinden de.
Çocukken, ne zaman annemlerle dayımı karşılamaya veya ben bir ön ergenken, ablamı geçirmeye gitsek, dönüşte içime gelir bir hüzün oturuverirdi. O kadar insanı görünce, yurtdışına giden, oralardan gelen, onlardan biri olmadığım, dünyayı göremediğim için üzülürdüm. Tamam İzmir öyle pek köy sayılmazdı ve bana o zamanlar devasa gelirdi ama yine de, dünya çok daha devasaydı. Neler neler vardı, hele ki Amerika’da.
Hayat bir bilgisayar oyunuysa (ki bu konuda değişik teoriler var), biz Türkiye’de bunun anca demo versiyonunu oynuyorduk, öyle düşünüyordum. Amerika’daki hikayeler, karakterler, bölüm sonu canavarları, renkler, grafikler ve silahlar akıllara zarar.
Çocukluktan beri, aynı şeyi düşünmüştüm, buradan çıkmazsam hiç, sadece demo versiyonu oynamış olacaktım. Arada tatile gitmekle de olacak şey diil, onu yapmışım zaten. Gitmeli, iş bulmalı, çalışmalı, orada da hayatta kalmayı becermeliydim. İşte kısaca bu yüzden gidiyordum, Full Version’u oynamak için. Yani, en azından sebeplerden biri bu.
“Benim de bir kez bir sene Paris’te yaşama fırsatı çıkmıştı karşıma ve o sıradaki zorunluluklardan yapamamıştım, hala içimde uhdedir biliyor musun?”. demişti Şerife Teyze ve sonra da “döndüğünde görüşürüz, altı ay çabuk geçer.”
Bir hafta sonra o kapıdan çıkarken, bir daha buraya buraya çalışanı olarak dönemeyeceğimi çok iyi biliyordum ve muhtemelen bir gün gelecek ve burada çalışma fırsatını teptiğime çok üzüleceğimi de.
Esas anamla olan görüşme, o ise biraz daha zor geçiyor.
“Oğlum nasıl yani anlamıyorum, tam da her şeyi yoluna koymuştun, sonunda iki yakan bir araya gelmişti. Senelerdir, rahata ereceğim günü bekliyordun”. diyor kadın gideceğimi duyunca.
Haklı, bu kadar sene tavuklarla rekabet etmiş, sonunda Erenler Mevkiileri bitmiş, önümüz dümdüz Gelidonya, sonunda kadın gece kafasını rahat rahat yastığa koyacak günleri gelmiş ve ben, yeni bir etap çıkartıyorum!
Kadın doğru düzgün uyku yüzü görmemiş bu kadar senedir ve bunun bir müsebbibi de Ahmet Kaya. Annemle şarkımız olarak (anneyle şarkı nedir yav?), devrimci kariyerimin başlarında, Şafak Türküsü’nü seçmiştim. Sonra ne zaman bu şarkı çalsa, ki akşamüstleri falan çalmaz, illa gecenin köründe, iyice kafam iyiyken, anamı arardım. Kadıncağız önce ufak bir kalp krizi geçirir, sonra da telefondan gelen “Saçlarına yıldız düşmüş, Koparma anne ağlama”yı duyunca önce bir rahatlar sonra ağlar sonra ağladığı için bir kez daha rahatlardı.
Hani bu yeterince olacak iş değilmiş gibi, şarkının sözlerini elle bir A4’e yazıp göndermiştim, anneler günü hediyesi olarak. Mapusa düşmüş, asılmayı bekleyen bir devrimcinin annesine yazdığı mektubu yani. Pek beğenmişti, işte bir garip ilişki.
İşte kadın anlayamıyor, haklı, dur durduğun yerde diyor. Ben de anlatamıyorum, çünkü o sırada ben de pek farkında değilim esas sebebin. Şimdi daha net görüyorum sanırım.
Seneler sonra bir akşam Friends’in bir bölümünde Joey televizyonu olmayan birine bunu söylediğinde, bu New York’a kaçışım gelmişti aklıma.
Stajımı yaparken, maaş almaya başladığımda nasıl bir evim olacağını düşlerdim: Gazeteciler Sitesi’nde bir 2+1, L koltuk karşısında dev bir Samsung ve ona bağlı PES. Onların yanında bir sürü DVD ve güzel hoparlörler sonra küçük bir içki kabinesi (illa ki Absinth) ve birkaç tane içki oyunu, kızları sarhoş etmek ya derdimiz sırf. Buzdolabı kapağında Venedik, Barcelona, Mykonos magnetleri.
Sonra ufak ufak artan maaşımla ve belki biraz da tüketici kredisi, bir VW Polo ve sonra o Golf olur, biraz sonra BMW 3.1a belki. Hillside spor üyeliği illa, o zaman MAC yok, sonra artık ehh tamam diyip, kolejli ve Amerikan şirketinde çalışan bir iyi aile kızı, Mülkiyeli kayınlarla kahvaltıda tanışma, Oktoberfest’te bekarlığa veda, Çubuklu’da düğün, Prag’da (hani her şey iyi gitmişse Maldivler) balayı.
Hani başta hayali ben kuruyorum ama sonra hayalim, kendisi gerisini getiriyor. Yani L – koltuk ve Samsung TV ile başlayan hayalin gerisi otomatik geliyor, bizim meşhur Klasik Yol’a çıkıyor yani, veya Charles Başkan’ın (Eisenstein) kelimeleriyle, Eski Hikaye:
Okulunu oku,
İyi bir işe gir,
Hanım bir kız/düzgün bir erkek bul, (2 ile 3 arasında biraz saçmalayabilirsin)
Çocuk yap, bakıcı al, okula ver.
Emekli ol,
Yazlıkta mangal yap.
Torun poposu mıncır.
Son.
Seneler boyunca doğruyu bir türlü yapamadığım için, hani lisedeyken dershaneyi bırakıp üniversite yarışına havlu attığımda da, fakültede dersler yerine çatışmalara sonra televizyona sonra cezaevine girdiğimde, sonra okul bitirmeye çalışırken ders çalışmak yerine yine rakı şişesine düştüğümde, hep dövmüştüm kendimi. Doğruyu bir türlü yapamıyordum ve kafamın içindeki ses de “sen yapamazsın” diyordu, “sen beceremezsin”.
Artık böyle düşünmüyorum, galiba yanlış anlamışım.
Belki de, gönlüm, evet, tartının diğer tarafındaki yani, belki de o ses onunmuş ve aslında bana “Sen beceremezsin” demiyormuş “Sen böyle mutlu olamazsın” diyormuş.
Bunca senedir, yanlış anlamışım sanırım. Rasyonel tarafım, zihnim yani ne kadar emin olursa olsun gönlüm, kalbim, esas benim için doğruyu isteyen yani, derinlerde bir yerde, bunun benim istediğim şey olmadığını biliyormuş.
Çok sonra bu teori ispatlanacak bu arada, ama oraya sonra gelicez, final sezonunda.
Veya, diğer teori ise, sadece saçma sapan seçimler yapmışım hayatta ve şimdi, dönüp de bunlara romantik kılıflar, pazen gecelikler dikiyorum. Bu hikayenize nereden baktığınıza, nasıl yorumladığınıza göre değişir sanırım ve ben romantik serseri yorumunu seviyorum.
Velhasıl sevgili okur, kalbim gümgüm, korku ve heyecandan neredeyse göğüs kafesimden çıkacak, bu halde 2005’in ilk günlerinde New York’a iniyorum ve oyunun tam versiyonuna başlıyorum, önümde yepyeni karakterler, acayip tüneller, akıl almaz opsiyonlar, hiç görmediğim renkler, diller, dehlizler.
Şerife Teyze’ye,
Bu bölümün minnet notu kısa liste adayları çok, Kaan, Mete, Leyla Teyze. Ama Şerife Teyze’nin yeri ayrı.
Bana verdiği şansın, bana aşıladığının önemini, o zaman pek anlamıycam belki ama ileride çok ama çok işime yarayacak.
İyi ki bana kol kanat germişin, bana güvenmişin Şerife Teyze, hakkın ödenmez.
Meslektaşın Aşkın.
"Hikayeler ne güçlü di mi?"
Hem de çok mistik güçlü... :))
Kalemine ve Zihnine sağlık.