Romanımla Sana Bir Ses. S03. E01. İş Görüşmesi 101
“Peki senin bize sormak istediğin bir şey var mı?”
Bu soru geldiğinde, aman Tanrım, heyecandan altıma kaçırıcam az kalsın ve biraz kaçırmış bile olabilirim.
New York’tan gerisin geriye getirdiğim, anamların mezuniyet hediyesi takım elbisemi çekmişim, hayatımın ilk gerçek iş görüşmesindeyim, büyükler ligi yani ilk kez. Hayatım boyunca kaçtığım lig biraz da.
Hani tamam insan iş görüşmesinde heyecanlanır elbet, hele o yaşlarda, ama bu herhangi bir görüşme de değil, yine sevgili Joe Strummer’ın deyimiyle “gidem mi kalam mı?” görüşmesi, ak göt kara göt belli olacak.
New York’tan döneli yaklaşık üç ay olmuş, Hakan’ın Morbasan Sokak’taki evine çökmüşüm. Geldim geleli tek yaptığım, Hakan’ın pizzasını yiyip biralarını ve Clearly Canadian’larını lüpletmek, Playstation’ını oynamak ve 6 kilo almak.
Arada, kocaman götümü koca L koltuktan kaldırıp, Hakan’ın bilgisayarının önüne park ediyor ve sağa sola CV gönderiyordum, ama pek bir cevap alamıyorum.
Biraz abarttım sanırım, pek bir cevap alamıyor değilim, daha net olayım, hiçbir cevap alamıyorum, sıfır cevap, zero, nil, zilch…
Hani olumlu cevap alamıyorum da değil, “Kusura bakmayın şu anda arayışta değiliz” bile yok, hiçbir şey yok. Hatta bir ara acaba e-postalar mı gitmiyor diyip, kendimi bcc koymaya başlamışım.
Once Upon A Time in America’yı hatırlar mısınız, şu pasta dilimli sahneyi? Hani hatuna pasta almıştır bir dilim ama o kadar canı çeker ki, beklerken ufak ufak dilimlemeye başlar.
Sorunun e-postalarda değil bende olduğunu fark edince, ben derken CV’mde, veya aslında ikisinde birden, neyse, ben de ufak ufak oynamaya başlamıştım. Önce ufak kozmetik dokunuşlar, sonra birkaç ufak ekleme, belki bir iki yanlış anlamaya yol açacak masum ibare.
Son noktada CV’me göre;
Televizyonda “Dış Haber Şefi” olarak çalışmıştım (bir noktada olabilirdim, o kadar da yalan diil),
Avukatlık stajımda pek büyük davalar kazanmıştım (onlar kazanırken orada olmuştum sonuçta),
New York’tan bir şirket (bkz. Nublu Records) beni avukat olarak transfer etmişti (yani vardı gerçekten böyle bir şirket ve ben de Nublu çalışanıydım ve İlhan bir kez hukuk sorusu sormuştu)
NYU Law School’dan dersler almıştım (o aldığım, daha doğrusu parasını ödediğim ve pek gitmediğim, dersler pek hukuk fakültesi dersleri değil, sertifika programı dersleriydi ama, domates ve domates di mi?)
Gel gör ki, yine sıfır cevap, sıfır görüşme.
Bu arada, ne yalan söyleyeyim, her cevapsız başvurum, beni biraz daha rahatlatıyor. Dönerken New York’tan, aydınlığa bir şans vermek için dönmüştüm, aydınlık avukatlık oluyor yani, day job. Yok olmazsa, iş bulamazsan, geri dönersin demiştim kendi kendime ve aynı zamanda Chelsea’ye beni geride bekleyen ve dönmeyecek olursam gelecek olan sevgilime.
Yani İstanbul’a “adam gibi adam olmak” için, Klasik Yol’a bir şans vermek için dönmüştüm ve kainat belli ki beni karanlık tarafta daha çok seviyordu, baksana elimden geleni yapıyordum, CV dolandırıcılığının sınırlarında geziniyordum ama yok, olmuyordu.
New York’sa orada duruyordu işte, bir bilet uzaklığında. İçinde manitamla ve beni görüşme yapmadan işe alacak patronlarımla.
Bu görüşmede, işte bu yüzden bu kadar heyecanlıyım. Döndüğümden beri ilk görüşmem ve bu da CV geliştirme tekniklerim sayesinde değil, veya sadece o yüzden değil, Şerife Teyze sayesinde, hani yanında stajımı yaptığım avukat. Uzun süredir hizmet verdikleri bir şirket, hem de hani tanınmış bir şirket, şirket avukatı arıyordu ve Şerife Teyze de beni önermiş.
Ama tabi kurumsal şirket, öyle löp diye görüşmeye çağırmıyorlar, önden bir sözleşme yollamışlardı, lütfen buna yorumlarınızı girer misiniz, bizim açımızdan nasıl korursunuz bizi diye?
Gönderdikleri sözleşme, su alım sözleşmesi.
Yok hayır öyle termik santrallerine suyla soğutma hizmeti almıyorlar veya ne biliyim barajları için yan nehri de satın almıyorlar. Hani bildiğin, ofise damacanayla su alıyorlar, onun için. Önce tabi ben de sizin gibi şaşkınım, amcamlar damacana su için bile sözleşme yapıyor ha, ilginç yani?
Sonra bir de şimdi su alım sözleşmesine ne kadar yorum girebilirsin ki? Yorum girecek kişi ben isem, cevap belli: hiç, hemen hiç.
Aklıma hiçbir şey gelmiyor çünkü, zaten tahmin edersiniz hukuk bilmiyorum, yani birazcık öğrenmişim stajımda ama beynimin o kısımlarını da New York gecelerinde bırakmışım. O yüzden de Şerife Teyze’nin ofisindeki kıdemli avukatlardan yardım istiyorum, saolsunlar bir sürü yorum ekliyorlar, böylece ilk aşamayı geçiyoruz.
İkinci aşama, görüşme aşaması yani, amanın, ohh cizıs, neye dua edeceğimi şaşırmışım ve sonunda konsantre olup, Allah’ın hakkı üçtür diyip üçe indirmişim dualarımı:
Allahım lütfen;
(i) bir Amerikan plak şirketinde Türk avukat ne yapıyordiye;
(ii) Askerlik ne oldu;
(iii) Okul niye 8 senede bitti;
diye sormasınlar, dinimiz amin.
Nasıl oluyor bilmiyorum, artık kim yardımcı oldu, ama bir mucize oluyor ve bu konular açılmıyor bile. Sonra CV’mde İngilizce bildiğimi iddia etmeme rağmen, bunun nasıl gerçekleştiği de gizemini koruyor mesela ama, o konu da açılmıyor.
Başvurduğum pozisyonla veya şirketin olduğu sektörler ilgili bir bilgiye sahip olup olmadığım da mesela pek konuşulmuyor. Böyle olunca, televizyon günlerimi, yani hayatımdaki tek ciddi iş deneyimimi, 11 Eylül günümü falan ballandıra ballandıra anlatmama da gerek kalmıyor. Gerçi belki biraz anlatmışımdır, çünkü tam olarak ne anlattım pek hatırlamıyorum. Şimdi hatırlamıyor değilim, çıktığımda bile hatırlamıyordum neler dediğimi, o kadar heyecanlıyım.
Şu iki şeyi çok iyi hatırlıyorum ama: “Allahım bu iş oluyor galiba” dediğimi, sürekli bu geçiyor aklımdan ve görüşmenin sonunu. Görüşmecim görüşmeyi kapatmadan evvel, topu bana uzatıyor.
“Peki senin bizimle ilgili sormak istediğin bir şey var mı?”
Soruyla birlikte, toplantı odasının cam kapısından ofisin içine baktığımı hatırlıyorum. Görüşme odasına girerken de dikkatimi çekmiş, şimdi daha alıcı gözle bakıyorum: baya renkli bir ofis, havalı, hani kendimi hiç böyle havalı bir ofiste çalışırken düşünmemişim, kendimi zaten pek çalışırken düşünmemişim ya, neyse. Böyle baya cool bir ofis, vay be.
İçimde güzel hisler var ve bu hislerle dönüp, sorumu soruyorum:
“Benim odam hangisi olacak?”
Görüşmecim şirketin CFO’su, yani şirketin iki numarası olan kişi büyük ihtimalle, yumuşak başlı, yumuşak sesli ve güleç biri ve görüşme boyunca da duyduklarından (onlar artık her ne ise) memnun olduğunu belirten şekilde gülümseyip durmuştu.
Suratının şimdi aldığı şekli ise, size nasıl tarif edeyim bilemiyorum, hani sanki bir anda ishal atağı gelmiş gibi bir halle, cenazede aklına çok komik bir şey geldiğini düşünün, o ikisinin arası bir şeyler işte.
Adamcağız, suratıma kahkaha patlatmamak için yanaklarının içini ısıra ısıra, “Aşkın Bey” diyor, “yani sanırım bir yanlışlık oldu. siz henüz görüştüğümüz ilk adaysınız. Daha birçok adayımız var listede ve adaylarla da birden çok görüşme yapıyoruz, yani ilk görüşme olumlu geçerse tabi.”.
Şimdi dudaklarını ısırma sırası bana geçiyor tabi ama gülmemek için değil, ağlamamak için, artık burada işe girmek değil derdim, o konu kapanmış bile, adamın önünde gözyaşı dökmemek derdim. Hızlıca elini sıkıp, merdivenleri uçarcasına inip, kendimi dışarı atıveriyorum.
Bizim dönemden olanlar hatırlayacaktır, Bizimkiler diye bir dizi vardı, orada da bir Dummkopf karakteri vardı hani, babası bu salağa sürekli sinirlenip Dummkopf diyip dururdu. Kafamın içindeki ses, G*t Aşkın dediğim yani, sürekli Dummkopf diye bağırıyor.
Yani şimdi G*t Aşkın da haklı yani, Allahaşkına, hani nasıl işi aldığımı düşünmüş olabilirim di mi? Hadi işi aldım diyelim, aşırı beğendiler beni nasıl oluyorsa, ilk görüşte iş, e peki insan mesela maaş sormaz mı önce? Oda da ne demek? Her kuşu yedim de bir leylek mi kaldı? Ha bu arada, sana oda verecekleri nereden çıktı? Ofis odasını bırak, yatacak odan bile yok, o oda bile senin değil! Yahu yoksa ben sabote mi ediyorum kendimi yav, New York’a dönmek istiyorum aslında, ondan yapıyorum bunları di mi?
Böyle yürürken, bu düşüncelerin beni götürdüğü yere, Boğaziçi Köprüsü’ne doğru yürürken telefonum çaldı ve arayan insan kaynakları ve beni ikinci bir görüşmeye çağırıyorlardı ertesi gün!
Tabi ki, tabi uygundum, tabi. Peki o halde birazdan bana maille gönderecekleri testi de çözebilir miydim gelmeden? Aaa ama ben o bölümü aştım ya su alım sözleşmesi yaptım ya dedim. Yok yok dedi telefondaki eleman biraz da gülerek, hani “korkma hukuk sormıycaz” der gibi, bu test bir “kişilik testi”ymiş, 360 bilnemle, doğru veya yanlış yokmuş.
O zaman dedim tamam, doğru yanlış yoksa, gönderin hemen çözeyim ve hemen de doldurdum, geri gönderdim.
Sonraki gün, aynı toplantı odası, ancak bu kez farklı görüşmeciler, bu kez iki kişiler ve bunların da ünvanı C-ile başlıyor ama tam olarak kalan harfleri anlayamıyorum. Bu o gün anlayamayacağım şeylerin bir başlangıcı sadece.
Bugün, biraz daha rahatım bu arada, yani gece baya bir düşünmüşüm, ben galiba o kadar da kötü değilim ha? Yani, dünkü o kapanışa rağmen, demek tahmin ettiğim kadar da saçmalamamışım ki, bugün, hemen sonrasında buradayım di mi? CV’mi gördüler, ee beni de gördüler ve o şanssız soru da o kadar etkilememiş demek, yani bir ayağım içeride demek belki de ha?
Tek yapmam gereken, kendime bunu çok tembih ettim, ne olursa olsun, işle ilgili bir şey sormalarını engellemek veya işte laf kalabalığı yapmak. Tamam biliyorum bu bir iş görüşmesi ama, neyse, birazdan anlatıcam ne demek istediğimi.
Şimdi ise önümde beklemediğim bir engel var, kırmızı bir sütun.
Görüşmecilerimin önünde grafikli mrafikli bir sayfa var, o sayfada da bir kırmızı sütun, neredeyse A4’ün tavanına kadar çıkmış ve bunun yanında da güdük kalmış bir iki sütun daha, onların renkleri gözlerim seçemiyor bile.
Kırmızı iyidir inşallah diyorum, kırmızı iyi olmalı di mi?
Görüşmecilerden dişi olan söze başlıyor, şöyle yerine bir daha yerleşip:
“Aşkın Bey, hoş geldiniz tekrar. Dün sizle bir kişilik testi paylaşmıştık, onu doldurup gönderdiniz teşekkürler. Sonuçları da bu sabah geldi, şu anda ona bakıyoruz. Biraz farklı tabi sonuçlar yani, hani daha önce karşılaştıklarımıza göre diyoruz. Sonuçlara göre, şöyle söyleyelim, hani son derece dışa dönük, iletişimi kuvvetli, takım çalışmasına yatkın, sosyal bir kişi olduğunuzu söylüyor sonuçlar.”
Ohh be, biraz rahatlıyorum bunu duyunca, test doğru ölçmüş, kırmızı iyiymiş bak, kırmızı iyidir ya, Candan Erçetin rengi. Hani biliyorum yanlış cevap da yok ama, yine de olur ya, götün teki gibi çıkabilirim test sonucuna göre.
Testi çözerken de böyle düşünmüşüm, yani bu testler, çalışanların sosyal hayatta nasıl olduklarını anlamak için kullanılan testlerdir di mi? Çünkü, çalışanın CV’sini zaten görmüşsünüz, hatta ilk görüşmeyi yapmışsınız bende olduğu gibi. Bu testle sosyal olarak nasıl birisiniz, onu anlamaya çalışıyorlar, böyledir bu testler.
Test de bu arada, şöyle bir şeydi, aşağıdaki gibi kutucuklar var bissürü ve her kutucukta 4 sıfat, kendime en yakından ve en uzağa işaretlemem lazım, (1) bana en yakın, (4) en uzak ve ben de aşağıdakine benzer şekilde işaretlemişim:
[1. Kutucuk]
Detaycı (3)
Uyumlu (2)
Mükemmelliyetçi (4)
Rahat (1)
[2. Kutucuk]
Hedef odaklı (3)
Dışa dönük (1)
Azimli (4)
Yetinmeyi bilen (2)
İşaretlerken de, kendimi bir gece dışarı çıkıyoruz mesela arkadaşlarla, nasıl davranırım onu gözümün önüne getirmiştim:
“Aşkın pizza ısmarlıyoruz, olur mu?”
“Olur abi.”
“Aşkın, Otto’ya gidiyoruz, ok mi?”.
“Ok abi.”
“Aşkın fındık votka kalmamış, Jager shot yapıyoruz?”.
“Yapalım abi.”
Görüyorsunuz işte, uyumluyum, rahatım, işte hani olanla yetiniyorum ve hani zaten dışa dönüğüm di mi? Ben böyle birini alırım yani işe, siz de almaz mısınız? Yoksa ben de biliyorum Azimli’yi yok efendim, Detaycı’yı yok efendim Hedef odaklı’yı bire ikiye koymayı, o kadar da salak diilim.
“..bunun yanında, detaylara yeterli önemi vermeyen, hani hedefleri tutturmakla ilgilenmeyen, işinde yeterince azimli olmayan birisi olduğunuzu da söylüyor test.” diye devam ediyor görüşmecim.
Bu kısmı beklemiyorum tabi, bir de öbür yüzü varmış madalyonun ve ben ortada bir madalyon olduğunu dahi bilmiyorum ama ne diyeceğimi biliyorum:
“Helal olsun” diyorum, “bir test bir insanı bu kadar iyi anlatır.”
Dişi olan bu noktada eril olana dönüp bakıyor ve eminim hani kaşları uzun zamandır bu pozisyona girmemiş. Eril olanın da suratında aynı ifade ve ben böyle şeyler sadece Amerikan dizilerinde olan bir şey zannediyorum, hani böyle dönüp birbirine bakmalar gerçek hayatta da oluyormuş ve ama bugün bunlardan daha olacak daha.
Eril olan söze giriyor:
“Yani Aşkın bey, biz biliyorsunuz avukat arayışındayız ve hani OLUR DA, şirketimizde çalışacak olursanız, sizden çok karışık, çok detay içeren sözleşmeleri yorumlamanızı, böyle sözleşmeler hazırlamanızı istiyor olacağız.”
Sonunda dank ediyor, benim gece Otto’da veya Indigo’da veya NuTeras’ta değil, gündüz takım elbisemde ve masa başında nasıl takıldığımı anlamak istiyorlar, anca o saniyede anlıyorum.
Görüşmecim de bana bir yol sunmuş, hani siz yanlış anladınız galiba diyor, bir düzeltme şansı veriyor, can simidi.
Şimdi iki seçeneğim var bu noktada, ya samimi olucam “ya ben yanlış anlamışım testi” diyip atlıycam simide ama o simitte de kalıcam büyük ihtimal, beni tekneye çekmeyecekler. Hem sonra samimiyet iyi güzel de, ki zaten samimi olduğumu biliyorlar, test sonucunda kocaman çıkmış o, ama bir de kişilik testini yanlış yapan ilk insan olarak tarihe geçme ihtimalim de var di mi?
Bu arada gelmeden kendime tembih etmişim, konuşmuşum ayna karşısında kendimle, La Haine’le büyümüş nesiliz sonuçta, ne zaman sıkışırsan, hiç geri vites yapmak yok, kendinden emin görün, dümdüz yürü tamam mı demişim ve tamam diye cevap vermişim ve alıyorum o simidi geri atıyorum:
“Doğru, ben de zaten detaylarda kaybolmayı değil büyük resme bakmayı tercih ederim.” diyorum ve bunu derken de iki elimin baş ve işaret parmaklarıyla bir kamera lensi yapmışım, hani Johann’ın bana yaklaşık 6 ay önce yaptığı gibi, o lensin arasından bizimkilere bakıyorum.
Görüşmeciler de bir kez daha birbirlerine dönüyor bu noktada, bu kez, bir gün önce “odam nerede olacak?” sorusunu duyan görüşmecimin surat ifadesi var ikisinde de.
Bundan sonra, niye görüşmeye devam edildi açıkçası ben de bilmiyorum.
Bence bu noktadan sonra baya zaten eğlenmeye başladılar ve daha ne kadar saçmalayacağımı merak ettiler. Düşünsenize, siz olsanız bırakır mısınız? Tüm haftanın öğle yemekleri için malzeme çıkmış.
Test bir yana itiliyor ve CV’mi çekiyor önüne dişi olan ve en korktuğum yere soru işareti koymuş böyle kocaman: “Nublu Records - legal counsel”
Tam ağzını açıyor bununla ilgili bir soru soracak ama kapatması zaman alacak, çünkü o soruyu bitirmeden başlıyorum konuşmaya. Ve durmuyorum, durmamalıyım. Durursam karşımdakilerin soruyu tamamlaması, yine işle ilgili başka şeyler şey sormalarından korkuyorum, askerlik sormalarından veya bir anda İngilizce soru sormalarından vs.
En baştan, Adana’daki çocukluğumdan başlıyorum hani nasıl ilkokul birincisi olduğumu, sonra lise yıllarımı, Bornova Anadolu Lisesi’ne a nasıl Hazırlık’tan girdiğimi sonra Almanya’da geçirdiğim ayları… Geçmişimde gurur duyduğum, en ufak başarı örneği olabilecek ne varsa anlatıyorum ve susmuyorum, dişi olan birkaç kez sözümü kesmeye kalksa da umursamıyorum, devam ediyorum ve televizyona geçiyorum: 11 Eylül’ü, Afganistan Savaşı’nı anlatıyorum.
Sonra New York’ta aldığım hukuk derslerini anlatıyorum sonra Almanca veya İngilizce bildiğim izlenimi yaratacak her şeyi anlatıyorum ve tam Bodrum’u anlatmaya başlıycam, bu arada acaba diyorum anlattım mı arada Bodrum’u? Filibuster deniyorum galiba üzerlerinde ama bir noktada yoruluyorum ve o sırada dişi olan atlıyor:
“Aşkın Bey” diyor, “okuldan atıldığınızı söylediniz iki kere de soramadık. Niye okuldan atılmıştınız acaba?”
Ulan bunu da mı söylemişim diye düşünüyorum, bir Ayşe Abla’yı anlatmamışım demek ve işte yine geliyor bir ak göt kara göt anı:
“Devrimci mücadele” diyorum tüm samimiyetimle, bunu derken de dirseğimi masanın üstüne koyup dikilmişim hafiften, farkında değilim, ciddileşmiş suratım, devrimci ciddiyeti.
Böylece son kez birbirlerine bakıyorlar ve kayış da orada kopuyor, yani görüşme en azından. Geldiğim için çok teşekkür ediyorlar ve eminim samimiler, tüm haftanın belki de ayın malzemesini verdim bunlara ve odadan çıktığım anda, arkadan ufak bir kahkaha, patlıyor, muhtemelen kahkaha atan ağzını kapatıyor eliyle. İyi insanlar sonuçta.
Bu iş görüşmesinin üzerinden, sonraki haftalarda ve aylarda, defalarca geçtim. Kare kare, dakika dakika. Ama bundan sonrakilerde aynı hataları yapmayayım diye değil, Hakan’ın misafirleri eğlendirmek için.
“Göster amcalarına pipini” der gibi, kim gelse eve, Hakan bana görüşmeyi anlattırıyordu. Başlardım baştan sona anlatmaya, kahkahalar, bir daha anlattırmalar. Adama kızdığım yok, ben olsam ben de yapardım aynısını heralde. Hem o kadar ay bedava konaklama, yeme içme için çok da büyük bedel değil açıkçası, nasıl ödeyeyim başka türlü borcumu?
Hikaye biraz eskimeye başlayınca, arada soruyordu yeni görüşme yok mu diye? Yok diyordum ve olacak gibi de değil.
Ben de bırakmıştım aramayı zaten, tamamdı işte, avukatlığa şans vermiştik ve artık New York’a dönebilirdim. Sorun ama, bilet param yoktu, ne bende ne Chelsea’de ve bir kez daha annemlerden bilet parası dilenemez, bir kez daha onları “New York’ta bir hukuk bürosunda staj yapıcam” diye kandıramazdım.
Arada bu arada Chelsea’yle konuşuyoruz, o da beni bekliyor, bir an önce işimi gücümü yoluma koymamı ki, İstanbul’a taşınabilsin. Evet, başımda bir de böyle de bir durum var. İstanbul’a gelmesini istiyor muyum, kesinlikle hayır? Onu İstanbul’a kim davet etmiş o da ben? Niye peki? Biraz sarhoşluk, biraz “zaten gelmez” diye düşünme, ama çokça Greencard ve yani götün teki olmam. Ama bu konuya daha sonra gelelim.
Böyle misafir eğlendirme karşılığında bedava bira/pizza/Playstation ve artan erken kalp krizi riskiyle yaşıyorum işte Morbasan Sokak’ta ve bir sabah uyanmış, yatakta göbeğime bakıp “NY’ta eritirim” diye kendimi avuturken, telefon çalıyor. Telefonuma bakıyorum ve Allah Allah, bu işte bir iş var, numara onların numarası. Bugün ofise gelebilir misiniz? diye soruyorlar ve tabi, tabi ki, gidiyorum çıkıp.
2 saat sonra karşılarındayım, bana işi teklif ediyorlar ve henüz ve maaşı duymadan, ellerini havada kapıveriyorum, masamın, odamın yerini sormadan. Böylece, hayatımda ilk kez Hotmail olmayan bir mailim oluyor, 2006 baharında, 29 yaşında, ilk kez avukat olarak çalışmaya başlıyorum, kurumsal hayatım böyle başlıyor. Klasik Yol’a, biraz geç de olsa, giriyorum sonunda.
Bu arada sizin sorduğunuzu tabi ben de soruyorum ama gizemi hemen çözemiyorum. Biraz beklemem gerekiyor, biraz işe ısınmam, biraz insanlarla iyi ilişkiler kurmam gerekiyor, özellikle de insan kaynaklarındakilerle. Sonunda sorumu sorabiliyorum:
“Beni niye işe aldınız?”
Kısa cevap: “Seni unutamadık” oluyor.
“Senden sonra çok kişiyle görüştük, ama hepsi senden sonra çok renksiz geldi, senin ismini çok anar olduk, hiç unutmadık.”.
Sonra, sonraki senelerde öğreniyorum ki, sadece “unutulmaz” bir performans sergilemem değilmiş işi almamın sebebi. Şirketteki bazı kişiler, bir önceki avukatın fazla katı, biraz fazla Nuh Mete Yüksel olmasından, bazı işleri, ortaklıkları zora sokmuş olmasından şikayetçilermiş.
Bu yüzden de, nasıl derler, biraz daha “uyumlu”, biraz daha “dışa dönük”, biraz daha manipüle edilebilir ve mümkünse işten anlamayan bir avukat arıyorlarmış yani. Ehh, benden iyisi Şam’da kayısı.
Sebebi ne olursa olsun, sağ olsunlar, sayelerinde mesleğe başlıyorum ve o günden beri de, yani yaklaşık 18 senedir, avukat olarak çalışıyorum. Bu arada kısa bir tatil hariç bir daha New York’a da gitmiyorum.
Şimdi düşünüyorum da, o günlerde bilet parasına yetecek param olsa, New York’a dönebilmiş olsam, sanırım ihtimalle bu satırları yazıyor olmayacaktım. Belki yine bişeyler yazardım bu arada ve büyük ihtimalle, o da yaşıyorsam, anonim alkoliklerin 12-Adım programında tutukları günlüğe yazıyor olacaktım. Hayat ne ilginç di mi?
Bilemezsin tabi hiçbir zaman, belki tahmin ettiğim kadar saçmalamazdım. Belki, sonraki 8-9 sene boyunca İstanbul’da savrulduğum gibi savrulmazdım. Az kalsın, kafama sıkacak noktaya gelmezdim belki. Ama oralara sonra geleceğiz.
Bu arada ben New York’a gitmiyorum ama ben takımlara girdim diye Chelsea bana geliyor ve Eylül 2006’da onu havaalanından alıyorum.
Sonrası, sonrası hiç beklediğimiz gibi gelişmiyor, en azından onun için.