Romanımla Sana Bir Ses. S03. E02. 19 Ocak'ta Ne Olmuştu?
Dünyada çok insan, mesela Generation X öncesi kesinlikle hani belki bir kısım Millenial’lar, 11 Eylül 2001 günü neredeydi ne yapıyordu iyi hatırlar, sonra bizim memlekettekiler 15 Temmuz 2016 gününü unutmaz biliyorum veya 06 Şubat 2023’ü, daha küçük bir kısmımız ise 19 Ocak 2007 gününü.
Ben ofisteydim mesela o gün, 19 Ocak’ta yani ve hafta sonu tatiline birkaç saat kalmış. Normalde ortaokul veledi gibi heyecanlanırdım Cuma akşam üstü olunca ama, şimdi o da geçmiş artık.
Hafta sonu bitip de Pazartesi olunca sabah ofiste ilk iş Facebook statüme “bir Rockstar Weekend’in daha sonuna geldik” yazardım daha birkaç ay öncesine kadar, şimdiyse hiçbir şey yazmıyorum. Pazartesileri seviyorum artık, ofise döndüğüme, evden uzaklaştığıma seviniyorum daha çok, buraya birazdan gelicez.
O gün de öyle, duvarları, florosanları seyrediyorum, nasıl geçicek bu hafta sonu diye düşündüğüm saatlerden biri ve sonra MSN Messenger bip’liyor, Fırat’ın ismi çıkıyor:
“Hrant’ı vurmuşlar.”
Yaklaşık yarım saat sonra Taksim Meydanı’ndayım ve yerde oturuyorum yanımda Fırat. Anamın deyişiyle tam motoru bozmalık bir durum, hava da yer de buz gibi. Epi topu bir avuç insanız ve etrafımız da Robocoplarla çevrili. Bir onlara, bir kapkara gökyüzüne, bakıyorum, bir de kendime:
“Ne arıyorum burada ben allasen?”
Hrant Dink’in ne bir yazısını okumuşum, ne tanıyanı tanırım. Hakkında tek bildiğim Ermeni bir gazeteci olduğu ve bir kısım hassasiyet sahibi kişilerce tehdit edildiği, hepsi o. Bu ikincisi bile yeterli sebep şu anda, burada, Taksim’in göbeğinde, etrafı Robocoplarla çevrili bir avuç kişinin arasında olmak için.
Ama ben ben yeterince anti-faşist mücadele verdiğime kanaat getirip, erken emekli olmamış mıydım? “Biraz da başkaları dayak yesin” demiyor muydum TV’de yerlerde sürüklenenleri seyrederken?
Ama öyle olmuyor işte, bazen bir şey gelip bir yerinizden sizi yakalıyıveriyor ve hiçbir şey düşünmüyorsunuz o noktada. Zihne bir sus diyor, toplama çıkarma yapmayı kes artık diyor bedeniniz ve ruhunuz ve onlar geçiyor bu kez direksiyona.
Biraz daha romantikleşmeme izin varsa eğer, gönlünüzü dinlemeye başlıyorsunuz yani.
Ofisten fırlarken de böyle olmuştu, sadece fırlamıştım ve ilk durak, müdürümün odası, hani şu “odam nerede olcak?” diye sorduğum tatlı CFO. Adama gözlerim yaşlı “Vurdular, adamcağızı vurdular” diyebiliyorum sadece, o da saolsun yine tatlılık yapıyor, git git git diyor, kimden bahsettiğimi anlamıyor bile, muhtemelen amcam babam falan zannediyor, sonra da kendimi Taksim’de buluyorum işte.
Kafam karışık, canım zaten sıkkın, hangi duyguyu yaşayacağımı bilemiyorum. Anlayamıyorum ama öncelikle, yüzyıllardır başlarına felaketten başka bir şey gelmemiş bu insanlara bu nefret nereden, işte bunu hiç anlayamıyorum?
Adamları soykırımdan geçirmişiz, toplama kamplarına göndermişiz, mallarına, mülklerine, kiliselerine, okullarına el koymuşuz, yetmemiş. Kimbilir kaç Ermeni çocuk, onbinlercesi mi, yüzbinlercesi mi, öksüz, yetim kalmış, hayatlarını yetimhanelerde geçirmişler, aynı Hrant gibi, Rakel gibi, yetmemiş.
Hiçbiri yetmemiş “Ermeni dölü” diye hakaret etmişiz, ediyoruz hala, o kendi asil kanımızda o “döl”den ne kadar olduğunu hiç hesaba katmadan.
Şimdi de, yazdığı iki kelime hoşuna gitmedi diye adamcağızın kafasına sıkarak öldürüvermişiz.
Gözümün önüne sürekli aynı resim geliyor, adamcağızın ayakkabısının delikli tabanı, çok şey anlatıyor o taban ve o taban çekiyor beni oraya sanırım. Baksana kardeşim, Ogün kardeşim, o deliğe bak, Hrant da seninle aynı feleğin çemberinden geçmiyor mu, sende de yok mu o delikten?
Taksim Meydanı’ndaki o oturma eylemimiz çok uzun sürmüyor. Polisler, belki de sayımız ufak ufak arttığından, belki de ölümüz olduğundan, belki de çok haklı olduğumuzdan, neden bilmiyorum, girmiyorlar, dayak yemiyoruz şimdilik.
Kalkıp yürümeye başlıyoruz biz de, o delikli tabanın düştüğü yere, Osmanbey’e, Agos’un önüne. Çok sessiz herkes, hayatımda katıldığım en sessiz eylem. Bir iki “faşizme karşı omuz omuza”yı saymazsanız, kafalar önde, sesler kısık.
O yüzden farkına varamıyorum belki de olanın bitenin.
Divan Oteli’nin köşesine kadar, ben de o şekilde, başım önde yürüyorum, sonra o ışıklarda durup, arkama baktığımı hatırlıyorum. Ben hala bir avuç insanız zannediyorum ama, binlerce, onbinlerce insan geliyor arkadan!
Gözlerime inanamıyorum, bu kadar kısa zamanda, nasıl olur? Cuma akşamı, nasıl bu kadar insan toplanır? Ta İstiklal’in içine kadar giren korteje bakıyorum ve o tanıdık yumru gelip oturuveriyor her zamanki yerine.
O an işte bana hatırlatıyor, beni oraya esas neyin getirdiğini:
Senin gibi daha çok,çok fazla insanın olduğunu gör diye. Cuma akşamı, işini gücünü çoluğunu çocuğunu bırakıp, göt donduran soğukta, vicdanının peşinde koşan insanların arasında ol diye. Gelmeyen, gelemeyenlere değil lafım tabi ki, zaten ben de esas olarak bencil sebeplerden oradayım, daha ılvi bir insan olduğumdan değil.
Bu kadar büyük bir acı, bu kadar büyük bir karanlık karşısında, “en azından o gün onların yanındaydım” diyebileyim diye yapıyorum. 1999 Düzce Depremi’nden sonra Kaynaşlı’ya giderken de veya 06 Şubat depremi ardından Hatay’a da bu yüzden gidiyorum işte, vicdan temizlemek için öncelikle. Alsam ne ala ama, bir yaraya merhem olabileceğimden değil gitmelerim esas olarak.
Seneler önce, ben yine varoluşsal krizlerde debelenirken, bir sabaha karşı, ÖDP’den bir yoldaşla Moda kayalıklarında içiyoruz ve o demişti, “Herkes önce kendisi için komünisttir.”. O zaman pek anlamamıştım, şimdi daha iyi anlıyorum.
Ama bazı şeyleri hala anlayamıyorum.
Sene sanırım 98’di, Kadıköy’de sahildeki birahanelerden birinde içiyorduk, televizyonda da Dünya Kupası, tam hatırlamıyorum ama sanırım Kosta Rika -İsveç maçI. Bir yanda zayıf, üçüncü dünya ülkesi, bir yanda mutlu azınlık. Biz kupada yokuz bu arada, kimsenin maç umrunda değil, bir avuç İsveçli hariç. Derken İsveç gol atıyor, o bir avuç İsveçli deliriyor sevinçten. Kalan herkes, biz Türkler yani, birasında, muhabbetinde.
Sonra olmaz olan oluyor ve Kosta Rika gol atıyor. Birahanenin kalanı, sanki önceden anlaşmış gibi, öyle bir havaya fırlıyoruz ki, sarılmalar, İsveçlilere el kol, İsveçliler şaşkın tabi, kamera şakası mı gibi etraflarına bakıyor. Anlamadıkları, daha önce görmedikleri, klasik bir üçüncü dünya dayanışması. Nasıl seviyoruz, ezilenle dayanışmayı ama di mi?
Ama işte Allah’ın Kosta Rika’lısına gösterdiğimiz sevginin, dayanışmanın, empatinin onda birini, kendi insanına, kendi ezilmişine, kendi memleketline gösteremiyorsun. Bu sadece bize özgü de değil tabi, bu ötekileştirme her yerde: İsrail’de, ABD’de, Bosna’da, Sudan’da, her yerde.
Kabileciliğin karanlık yüzü de bu işte sanırım. Bu kadar söylenmeme rağmen, aynını yaptığımı, diğer kabileyi ötekileştirdiğimin de hiç farkında değilim tabi.
Cinayetten iki gün sonra Hrant’ın cenazesi var. Hatırlayacaksınızdır o cenazeyi, onun ihtişamını ve ama ben belki de Türkiye tarihinin en onurlu yürüyüşüne katılmadım. Özel bir sebebi yok, belki de o yumrudan kaçmıştım emin değilim. Yüzbinlerce insanın, sessizlik içerisinde yürümesini televizyondan izlemiştim. Ben pek sessiz değildim ama, her bir dövizi her bir görüşümde, bir kere daha içimden tekrarlamıştım, hele ki sonuncuyu:
“Faşistlere inat, kardeşimsin Hrant”,
“Hrant için, adalet için”,
“Hepimiz Hrantız, hepimiz Ermeniyiz”…
Kızgındım da biraz, ama bariz sebeplerden değil, cenazenin sessizliğine kızgındım bu kez de. Niye bağırmıyoruz, niye hesap sormuyoruz? Memleketin gelmiş geçmiş en büyük eylemlerinden birini, niye sessizlik içinde harcıyoruz? Canın acıdı mı, bağırırdın, doğru mu? Ağlamayana meme yok di mi? Bağırmak, çağırmak, sorumluluların, emri verenlerin, tetiği çekenlerin mahvını istemek gerekmez mi? Öfke kusmak gerekmez mi? Hem de bu kadar haklıyken.
Anlayamamıştım bir türlü, henüz Rakel konuşmamıştı, belki de ondandır.
Şimdi biraz daha iyi anlıyorum sanırım. O sessizliğin erdemini, yas tutmak, matem ne demek onu da.
Bu günden neredeyse bir 14 sene sonra, 2021 yazında, o yazın felaketi orman yangınları için bir yas çemberine konuk olmuştum. “Gelin sessizce ağlayalım” diyordu çağrı ve gidip sessizce oturmuş, hiç tanımadığım insanlarla beraber zırıldamıştım sessizce. Sadece acınla oturmak, onunla baş başa kalmak ama bir yandan da yalnız olmamak, bağırmadan, çağırmadan. Hiç deneyimlemediğim bir şeydi ama iyi gelmişti, üstümden dünyalar kalkmıştı sanki.
“Bir bebekten bir katil yaratan karanlık sorgulanmadan hiçbir şey yapılamaz” demişti Rakel sonra, daha eşi, hayat arkadaşı, yetimhaneden beri yoldaşı olan insanın ölümünün üzerinden bir iki gün geçmişken. Eşinin katili için “bebek” demek, sanırım pek öyle kolay değil ha, güvercinlerden bahsetmek?
Yürüyüşün onuru, Rakel’in onuru, Hrant’ın onuru, kötülüğe karşı bu güzellik, bir süre etkisi altına aldı hemen herkesi.
Sonra, eskiye döndük yavaş yavaş ve ilk olarak “ama”lar çıktı ufaktan:
“Çok korkunç olay tabi…ama..”.
“..ama onlar da zamanında..”.
Ardından, Tanıl Bora’nın deyimiyle, tam bir Tahsilli Cehaletin Cinneti:
“..o da Türklüğe hakaret etmiş ama..”
“İyi de abi tehcir, o da yani olduysa, Cumhuriyet zamanımızda olmamış zaten ki..”
“Kürtlerle bir olup Türklere saldırmışlar..”,
“Türkken, “Ermeniyim demek de” milliyetçilik olmuyor mu şimdi?.”
Bu ama’larla birlikte ben de tekrar iflah olmaz sinikliğime, küskünlüğüme geri dönmüştüm, “bu memleketten bir cacık olmaz”ın uyuşuk kollarına. Arkam rahat, oradan gelene geçene söylenmeye devam etmiştim çok uzun süre.
Rakel’in bahsettiği karanlık, bugün o günkü kadar yerli yerinde görünüyor. Kendini kadın cinayetleriyle gösteriyor veya doğa katliamlarıyla veya Osman Kavala’nın, Can’ın, Hakan Altınay’ın, Selo Başkan’ın mapusluğu olarak. Vicdansızlık arıyorsanız, memleketimiz açık büfe gibi.
Yine de, o farklar da var, rengi dokusu değişiyor bence mesela karanlığın. Sonra kendi aydınlığını da yaratıyor o karanlık bana kalırsa. Bu kez, iyiler karşısında kötüler olarak, karanlık karşısında aydınlık olarak da değil. Bu ikilik, bu dualite, bu “bizler ve onlar” ayrılığı, bu ilüzyon gevşiyor, aralanıyor bence. Bence, İstanbul Sözleşmesi yaşatmayacak bizi, bizi bu yeni yeşeren aydınlık yaşatacak.
Kısacası, Jung Abi’nin deyişiyle, kolektif bilinçte bir değişiklik yaşanıyor bana kalırsa ve “bi ***tir git ne saçmalıyorsun?” derseniz, pek bir kanıt gösteremem. Çok şey gösterebilirim size ama zihninizle bakmamanız lazım bu kez. Bir tür “gnosis” hali bu çünkü, hani Antik Yunanlar’ın deyişiyle zihinsel olmayan bir bilme hali, bir sezi veya.
Veya belki de benim iflah olmaz Pollyanna’lığımdır bilemiyorum.
Bilemiyorum ama kıssadan hisse, her şey çok daha güzel olacak bana kalırsa, ama öncesinde, biraz daha çalkalanmamız gerekecek gibi ve bu arada biraz daha sıkı tutunmamız birbirimize.
Hrant’ın ölümü, 19 Ocak yani, işte bu nedenle unutamadığım ve unutamayacağım bir gün. Unutmak da istemiyorum aslında, tersine hatırlamak gerekiyor sanırım, Rakel’in konuşmasını özellikle.
Sonra ama o gün, o günü unutulmaz kılan, bu kadar nadide kılan, başka bir şey daha var, bir son daha, bu bu kadar dramatik değil ama, korkmayın.
“Bitti di mi Aşkın?”
Kaçıncı tur mojitolardayız bilmiyorum veya Ocak’ta niye mojito içtiğimizi de, önemli de değil çünkü dünyayı içesim var, yeni misket limonlarını dilimliyorum ben de ve o sırada mutfağa geliyorChelsea.
Tam aynı akşam, yani 19 Ocak akşamı, eylemden sonra, bir ev partisine davetliydik. Nereye davet edilsek gidiyorduk o aralar, evdeki sessizlikten yeğdi çünkü her şey.
Evimizi ilk tutuşumuz, o kısmı biraz romantik komedi başlangıcı gibi. Chelsea Eylül 2006’da taşınmış İstanbul’a ve hemen ev bakmaya başlamışız, ben o sırada hala Hakan’ın kanapesindeyim, çocuk gıkını çıkartmıyor ama yeter yani.
Cihangir’de bir sürü eve girip çıkıyoruz, hiçbiri içimize sinmiyor tam olarak, sonra Bakraç Sokak’ta bir 1+1’e giriyoruz, bembeyaz badanalı, yüksek mi yüksek tavan, rabıta tahtalar.
Bu ev aramakla sevgili arama işi benziyor biraz, bir an önce bulmak istiyorsun, hem de manitaların en güzelini, sana en uygununu, kafandaki listenin hepsi olsun istiyorsun, sonra bulamadıkça, ufak ufak tavizler başlıyor. Bakıyorsun, tam aradığın şey mi değil ama diyorsun, hani şuraya bir lamba koyarım, şurayı şu renge boyarım, kafanda bir şeyler hayal ediyorsun, işe yaraması için.
Sonra ama, bir ev görüyorsun, bazen girmene bile gerek yok, bana Bodrum’da olan, o saniye anlıyorsun, ilk görüşünde, tamam diyorsun, burası işte. Benim aradığım işte bu, tüm sorular susuyor.
Bakraç Sokak’taki eve girer girmez ben sola, yatak odasına, Chelsea sağa, salona girmişti, sonra koridorda karşılaşmıştık ve orada bakışmıştık ve hiç konuşmadan sarılmıştık, buydu, bu kadar basitti işte ve diğer odaya bakmamıza bile gerek yoktu.
O romantik komedilerde, o mutlu anlar, arkada müzik, devam eder:
İşte işten eve gelince mutfak tezgahı üzerinde sevişmeler, beraber kahkaha atarak TV izlemeler, ev partisinde herkesin arasından gözlerinin birbirini bulması ve o tatlı gülümseme.
Sonra o gülümsemenin rengi değişir, işte artık aradan aylar veya yıllar geçmiştir, müzik de değişir, birbirini anlamayan, çekemeyen iki insanın halleri başlar.
Bizimki de biraz böyle böyleydi işte Chelsea’yle, tek farkımız, eve taşınır taşınmaz, boktan müziğin başlamış olması.
Evde o gün ne olduysa ona dair bir iki laklak, “Sen ne yaptın?”, sonra sessizliği bastırmak için televizyon sesi, aman ödüm kopardı seyredecek bişey bulamamaktan, baş başa kalmaktan. Akşam yatarken şükrederdim “Ohh bugün de bitiyor, yarına Allah kerim.”.
Neyi bekliyorum, neyi sayıyorum, belli değil. Bir anda, değnek değmiş gibi değişecek miydi ilişkimiz? Bir anda ona aşık olup yataktan çıkmaz mı olacaktım? En başta bile aşık olmamışken, şimdi mi olacaktım? Ben bile, kendime o kadar iyi yalan söyleyemiyordum, bunun eninde sonunda biteceği belli.
Ve ahh bitmesini ne kadar istiyordum size anlatamam. İstiyorum ama terazinin diğer tarafında çok daha ağırı duruyor: suçluluk duygusu.
Yok bunu edemezdim kızcağıza. Kızcağız, işini gücünü evini ailesini bırakmış, hatta annesini karşısına almış, buraya kadar gelmiş, nasıl bırakabilirim ki?
Yok, bunu yapamazdım. Tamam belki sıçmıştım, saçmalamıştım ve bizi bu duruma ben sokmuştum ama, yok kızı bırakamazdım. İyi bir insan bunu yapmazdı hayır. İyi bir insan olacam, vicdanımı temiz tutucam diye, kıza umut veriyordum aslında, kötülüklerin en büyüğünü yapıyorum ve bunu da biliyorum ama yine de, yine de fişi çekemiyorum.
İşin trajikomiği, ilişkimize son çiviyi, Hrant’ın ölümü çakıyor. Benim eyleme gittiğimi duyunca çok gelmek, katılmak istiyor, bense kendi avukat götümü bile dayaktan, gözaltından nasıl kurtaracağımdan emin değilken, ona gelme diyorum haklı olarak. Çok bozulmuştu bana, ağlamaya başlamıştı takside ev partisine giderken: “Beni bir türlü hayatına sokmuyorsun”. demişti ben de “Kızım ben seni korumaya çalışıyorum aaa sen de ama saçmaladın ya aaa”.
Aslında ne dediğini çok iyi biliyorum, ne hissettiğini. Ama ben zaten yalan dünyasında yaşıyordum, ona nasıl gerçeği sunabilirim? Sonra bir daha konuşmamıştık tüm gece, o beni mutfakta bu soruyla sıkıştırana kadar.
Dediğini duymamış gibi yapıp, limon dilimlemeye devam etmiştim ve Roxy’e o gece yetecek kadar limonumuz olduğunda, elini elimin üstüne koymuştu. Kafayı kaldırıp bakmışım ona ve işte o ayrılık anında, bir kez daha onunla en başta niye olduğumu hatırlamıştım, biraz geç de olsa. Benden daha cesur çıkmış, yara bandını o çekmişti sonunda ve acıdan da birkaç gözyaşı dökülecekse, dökülüversindi. Artık kara göt olanca karalığıyla ortaya çıkmıştı:
“Aaah guapo, evet, evet bitti”..
Ertesi gün, eşyalarımı toplayıp evi terk etmiştim. “Vicdan Temizliği Kampanyası” çerçevesinde de, o ayaklarının üzerinde durana kadar, evin kirasını ödemeye devam etmiştim birkaç ay daha. Bilmiyorum ne kadar ama bir süre daha İstanbul’da kalacaktı muhtemelen ve o rahata varana kadar, ona destek olmak istemiştim. Onun rahatı ve eşin dostun kanepelerinin rahatsızlığı hoşuma gidiyordu: “Ben de bedel ödüyorum” diye düşünüyordum. Aynı Bayrampaşa’daki olduğu gibi, kefaret peşindeyim.
Hrant’ın ilk ölüm yıldönümü civarıydı, yine Babylon’da başlamıştım geceye ve yine asma kata çıkmış, aşağıdaki kalabalığa bakıyordum tanıdık kim var, kimin yanına, kimin grubuna üşüşebilirim diye.
Hiç beklemediğim bir suratla karşılaşmıştım: Chelsea, gülmekten gözleri iyice küçülmüş, bir güldü mü bütün vücuduyla, benliğiyle güler çünkü. Bir yandan dansediyor, komik suratlar yapıyor ve arada da, yanındaki elemanla öpüşüyor. Anaa o da ne, bu herifçioğlunu da tanıyorum, zaten herkes tanır: memleketin en gıcık olduğum Rockstarı! Önce kıskançlık ve gıcıklık, ama çok sürmüyor, içimden “Aferim kız” demiştim, “aferim sana”.
Chelsea kuyruğunu kıstırıp, New York’a dönmemişti öyle hemen. Henüz bitirmesi gereken bir TÖMER’i ve fethetmesi gereken bir şehir vardı.
Ancak bugünden dönüp bakınca, bu ilişkiye ne kadar yanlış nedenlerle girdiğimi anlayabiliyorum.
Çok yakın bir arkadaşım bana bir kez: “Oğlum, yeter artık, biraz Amerikan koleji mezunu, Amerikan şirketlerinde çalışan bir kızla çık demişti.”.
Çok dalga geçmiştik bununla, iş görüşmesi mi oğlum bu demiştik?
Ama işte ben de Chelsea’nin CV’sine vurulmuştum esas. Ablamın arkadaşıydı ve aynı belgesel prodüksiyon şirketinde çalışıyorlardı ve bu da ne demekti biliyor musunuz? “Day job”ı olan, “düzgün” birisiyle beraber olabileceğimi ele güne ama daha da önemlisi ablama kanıtlayabilecektim ve belki de en ahlaksızcası, hani başım çok sıkışırsa, Greencard kapısı da açık olacaktı.
Hem sonra, hayatımda biraz stabilite de hiç fena olmazdı, evde beni bekleyen bir kız arkadaş beni daha az partiletirdi di mi? Bunun ne kadar doğru olduğunu, 19 Ocak’tan sonra anlayacaktım zaten, ama oraya sonra gelicez.
Chelsea’ye.
2010 civarıydı sanırım, bir gün telefonum çalmıştı ama anlamamıştım kim arıyor, ses tanıdık da konuştuğu dil değil. Bu gayet güzel Türkçe konuşan insanın Chelsea olduğunu anlayınca yüzüme bir gülümseme yayılmıştı. İstanbul’daki birkaç seneden sonra, sonunda hep hayalini kurduğu işi becermiş ve Londra’ya master' yapmaya gitmiş, sonrasında da iş bulup kalmış orada:
“İstanbul’a gelmeseydim, sanırım bunu hiçbir zaman yapamayacaktım, New York’ta aynı işte dönüp duracaktım” dediğinde, “Tamam” demiştim “sevgili karma, dediğini duydun, lütfen bu götlüğümü temizle kayıtlardan”.
Chelsea’yi seneler sonra geçen yaz Bodrum’da gördüm, hala çok sevdiği Türkiye’ye gelmeye çalışıyor arada ve bu kez gelirken yalnız değil, kucağında dünya tatlısı bir bebe, kolunda ona hayran bir erkek.
Bebeyle oynarken bakmıştım eski manitama, ne kadar güzel bir kadın olduğuna, ve “teşekkürler kız” demiştim “çok şey öğrettin bana, bu karanlıkların geçici olduğunu meselave ardından eli mahkum, güzel günlerin geleceğini”.