Romanımla Sana Bir Ses. S03. E06. Güneşin Sofrasındayız, Dostların Arasındayız
Gezi’yi, o günleri, o insanları, olanları sonrasında çok düşündüm. Tam anlamıyla bir yerlere oturtabilmek için ise, baya bir zaman geçmesi gerekti, birkaç kişisel kriz. Ama oralara gelicez zaten, az da kaldı.
Başladığı günlerde, hepimizde aynı şaşkınlığı taşıyorduk bu arada di mi?
Nasıl olmuştu böyle bir şey yav? Neler oluyordu yav?
Benim gibi solcu, devrimci bir gelenekten geliyorsanız, “Parti”, “örgüt”, “kitlelere önderlik” gibi kavramlarla büyüdüyseniz biraz, hepten çok acayip geliyor olan biten.
Bu kadar insan, nasıl oldu da bir araya geldi? Sadece birkaç saat için de değil, sadece bir gün için de değil? Günler boyunca, haftalar boyunca. Kafasına, gözüne gaz fişeği yeme tehlikesine rağmen hem de ve ardından gelen ölüm haberlerine rağmen.
Sonra şenlik dağıldı ve müjganla kaldık biliyorsunuz, sonra da bir daha pek bir gün yüzü göremedik sanırım, toplumsal olarak en azından. Ama Gezi saolsun ziyaretlerini sürdürdü, oradan buradan arada kafasını çıkarttı, unutturmadı kendini hiç.
Birkaç sene önce, komedyen Sarah Silverman’ın bir röportajına denk gelmiştim mesela, kronik depresyonunu “evde olmama rağmen, sürekli yuva özlemi çekmek” diye tarif ettiği.
Bu söz, bu “yuva özlemi” yani, çok tanıdık gelmişti, sanki ne dediğini anlamıştım Sarah Abla’nın ama tanıdık gelmesine rağmen, anlat deseler tam da anlatamam.
Çünkü bu yuva, en azından benim anladığım, doğup büyüdüğünüz yuva değil, ondan çok daha büyük, çok daha güzel, çok daha eski. O sırada, Charles Eisenstein’ı tanımıyorum, A Beatiful World our Hearts Know is Possible’ı da (Kalplerimizin Mümkün Bildiği Daha Güzel Dünya) okumamışım. Bu kitapta çok ama çok güzel anlatıyor, tüm dertlerimizin anavatanını.
Bu yuva ev değil bu arada. Daha büyük bir gerçeğin parçası olduğun, sevdiğin sevildiğin, gördüğün görüldüğün, işe yaradığın, yere düşeni kaldırdığın ve yere düşünce kaldırıldığın bir yer. Senden çok öte, senden çok büyük, çok eski, ve sensiz olmayacak bir yer. Sözlerim biraz saçma geliyor olabilir, pek anlamlı değil, çünkü fiziksel bir gerçeklik tanımlamıyorum, daha çok manevi bu, pek elle tutulur değil, Gezi ne kadar elle tutulursa o kadar en azından.
Hani bir kitap okursunuz veya film seyredersiniz ve ne konusuyla, ne hikayesiyle ilgili hiçbir şey hatırlamazsınız ya, bir tek, o filmin, kitabın sizde bıraktığı bir his vardır? İşte biraz onun gibi, anlat desen anlatılmaz ama bir his var, hatta bir bilgi var orada, çok eskiden gelen hem de. Doğduğumuzda bizimleydi, sonra yavaş yavaş unuttuk ve Sezen Aksu da hemfikir bana kalırsa:
Gelsin hayat bildiği gibi gelsin
İşimiz bu yaşamak
Unuttum bildiğimi doğarken
Umudum ölmeden hatırlamak.
Biz şanslı insanlarız bence, şanslı bir jenerasyon, ölmeden hatırlayabildik bu kaybettiğimiz yuvanın nasıl bir şey olabileceğini. Doğarken unuttuğumuzu, büyük insanlığın, o yuvanın ne demek olabileceğini, 2013 yazında hatırladık.
O günlerde ama, Gezi günlerinde, aslında bir yuva özleminden muzdarip olduğumuzu düşünmemiştim. Yani o günlerde, çok düşünmüyorduk da zaten hatırlarsanız? Yani, tamam hani nerede barikat var veya gaz bombası kıçıma kaçarsa ne yapmalıyım, bunlar tamam ama, normalde düşündüğümüz gibi düşünmüyorduk.
O sıralarda düşünmeme de gerek yoktu zaten fazla, zihnimin içinde dönüp durmaya, artık kafamı kıçımdan çıkarabilirdim, kavuşmuştuk çünkü. Birkaç hafta, birkaç ay için de olsa, yuvaya dönmüştük. Varlığından dahi haberdar olmadığımız, özlemini çektiğimizi bile bilmediğimiz bir yuvaya.
Dediklerim fazla güzelleme gelebilir, fazla romantik serseri. Ama gerçekten, git, aç, Gezi fotoğraflarını açıp bak, sen de aynı şeyi hissetmiyor musun? Gelip de boğazının orta yerine kurulan yumru, ne anlatıyor o yumru sence? Hınç, öfke, üzüntü, hayal kırıklığı?
Peki, biraz daha aşağı in, orada bir yerlerde, o fotoğraflara bakınca “güneşin sofrasındayız, dostların arasındayız” çınlamıyor mu kulaklarında? Baksana, şu arkadaki yüzlere, onlar tam da orada:
O hilal bıyıklı taksi şöförünün sloganlarına eşlik ettiği ilk anı, kamyonet sürücüsünün “atlatın atlayın” dediği o anı, badem bıyıklı lokanta sahibinin, başörtülü teyzenin sizi alkışladığı ilk anı hatırlamıyor musunuz?
Bir dakika ya, bu insanlar bizi mi destekliyor? Büyük İnsanlık, bir araya mı geldi?
Fenerbahçe taraftarlarının köprüyü geçtiği anı hatırlıyor musunuz? Bir dakika ya bu gerçek mi demediniz mi onu gördüğünüzde? Sonra gelip de diğer taraftarlarla meydanı doldurdukları anı, o sırada bir yanda HDP’liler, öbür tarafta ülkücüler, daha henüz o gün üretilmiş yepyeni şarkıları söyledikleri ezbere söylediği o anı?
Bu arada, o şarkıları kim üretiyordu Allasen? Nasıl bu kadar hızlı ürer, hızlı yayılır, hızlı öğrenilir? Carl Jung Başkan haklıydı belli ki ve de Rupert Sheldrake, bir kolektif bilinç vardı gerçekten, bir morfik rezonans!
Seni ve yaşam biçimini katiyen tasvip etmeyen bakkalın kafana pansuman yaptığı anı hatırlıyor musun mesela? O sırada Taksim İlkyardım’ın önündeki trafodaki “Misbah ne biçim isim lan” yazısını okuyup midene gülmekten ağrı girdiği anı?
Bu mizahın sonu kötü olamaz dediğin o anı?
Birbirlerinin omuzlarına sarılmış öğrencilerin, hipsterların, beyaz yakalıların, punkların, travestilerin, çocuklarına siper olmak için el ele tutuşmuş annelerin, sokak çocuklarının, Sözcü okuyan teyzelerin bir ağızdan şarkı söylediği sırada, dönüp de AKM’ye baktığın anı?
AKM üzerinde yüzlerce pankart, yüzlerce, binlerce insan. Bir süre AKMye bakakalırsın, büyülenmiş gibi, sihirlidir de zaten, sihir o sırada her yerde ve elle tutulur da bir gerçek.
Sonra birisi eline Gezi Parkı Atölyeleri programı tutuşturur, bu sefer de bakakalırsın programa:
11.00 Meditasyon
11.30 Akut İlkyardım Eğitimi
12.00 Asker Hakları Platformu
13.00 Geri Dönüşüm Atölyesi
14.00 Polis Şiddeti ve Travmatizasyon
17.00 Sosyal Medyada Güvenlik
18.30 Capoiera
19.00 Otonom Derslik
Yanındakine “Capoiera atölyesi varmış, nasıl yani ya?” derken, o da sana “Recebi mi kullanıyon Tayyibi mi”? yazısını gösterir. Durduk yere sarılırsın kardeşine, kardeş olduğunu, sıla derdine düşünce anlarsın.
Bence hepimizi büyüleyen bu mizahtı hepsinden önce, bizden çıkacak ortak bilincin bu kadar komik, bu kadar yaratıcı olmasına şaşırmadık mı esas? Hem evet hem hayır di mi?
Şaşırdık ama, aslında biliyorduk da, doğarken biliyorduk ama sonra unutmuştuk işte, Sezen’in dediği gibi.
“Ya hep birlikte ya hiçbirimiz”
Devrimci gelenekle, genel olarak solla ilgili, pek çok soru işaretim var, aslında pek de yoktur farkımız kimseyle ve ama, solcular işte bu konuda çok haklıydı. Ya birlikte kurtuluşumuz, ya da hiç birimiz.
Daha önce defalarca bağırmıştım bu kelimeleri çeşitli meydanlarda ama, ne demek olduğunu anlamak, 2013 yazına nasipmiş işte. Polisten kaçarken tek tek açılan bina kapıları da anlamama yardım etmişti bunu. Ya hep birlikte ya hiçbirimiz için açılan o kapıları.
Ben de Cihangirliliğin verdiği ev sahipliği hissiyle, açmıştım birkaç kez kapıyı ve ağa bir adet Gazi Mahalleli Alevi seyyar satıcı, bir adet Merril Lynch’li trader, bir adet finansal danışman, iki adet Bağdat Caddesi kızı, bir adet İşçi Partili genç, bir adet Yahudi Vogue yazarı yakalanmıştı. Aynı salonda, mahalledeki polis barikatının kalkmasını beklediğimiz o saatler, hayatımın en abzürt ve en neşeli saatleri. Bundan daha beş benzemez bir ekip arasan bulaman ama sanki aynı köydeniz gibi de bir yandan, herkes biraz çekingen ama rahat da, aynı köydeniz çünkü, biliyoruz birbirimizi.
Sonra barikat açılıyor, teyitli bilgi, hurrraaa yine aşağı, yine hayatında görmediğin ve belki bir daha hiçbir zaman karşına görmeyeceğin insanlarla birlikte cop yemeye, göz altına alınmaya.
Yeryüzü Sofraları’nı hatırlıyor musun sonra? Bundan daha güzel bir sofra ismi olabilir mi demedin mi? Ve bu ismi müslümanların bulması, sana o sırada hiç de garip gelmedi di mi? Çünkü o sırada aynı olduğunu hatırlamışsın, yuvaya dönmüşsün, ayrıldığını bile bilmediğin yuvana…
Biraz fazla romantik bir yaklaşım gelebilir benimki, “sen de abarttın..” diyebilirsiniz. “Ama bir yandan da...” diyebilirsiniz.
Bu benim hatırladığım Gezi, bu benim yumrumun bana hatırlattıkları. Sizin de boğazınızın orta yerine kuruluyor o yumru biliyorum ve onun yüzü suyu hürmetine o park hala yerinde.
Başka hatırladıklarım da var tabi, böyle anlatınca, her an kıçımızdan gökkuşağı çıkıyordu sanılmasın, tam tersine, korku, kaygı eksik değil.
“Belki güzel bir şey söyler, bir toplumsal barış çağrısı yapar.” hayaliyle başına oturduğumuz televizyon karşısından “bu ya bizi öldürecek ya da cümleten içeri tıkacak” diye kalktığımız o anı da unutmuyorum mesela. Sonra da bazımız içeri girdi, Can Atalay kardeşim mesela ve bundan çok önce, bazılarımız da öbür tarafa göçtü.
İşte ama her şeye rağmen, beraberdik, hepimiz oradaydık ulan! Güneşin sofrasındaydık, dostların arasında. İşte, güzel tarafı da o değil miydi?
Ne güzeldi kendi bokunun içinde boğulmamak, başkasının derdini dert etmek. Ne ferahlatıcı. Evden çıkarken telefondan önce maske ve kasket almak, her gün vücut bütünlüğünün derdinde olmak ne ferahlatıcı. Kendini çirkin, fakir, kel, şişman, kısa, göt veya işe yaramaz (veya hepsi birden) görmek yerine, kocaman bir ailenin bir parçası olarak görmek.
Birkaç sene önce, gözden uzak bir dergide Gezi Parkı’ndaki sokak çocuklarıyla ilgili bir yazı okumuştum. Boktan hayatlarının nasıl bir anda renklendiğini anlatıyorlardı. Göstericilerin onlara nasıl iyi davrandığını, koruduklarını, kolladıklarını. Düşünsenize, elinizde tiner torbasıyla uyanıp da etrafınızda böyle bir kalabalık gördüğünüzü? Hayatlarında ilk kez bir ailenin parçası gibi hissettiklerini anlatıyorlardı. Hayatlarının en güzel günlerini geçirdiklerini. Sonra, herkes gidince, nasıl eski hayatlarına döndüklerini.
Şimdi düşünüyorum da biz farklı mıydık acaba?
Biz de, eski hayatlarımıza döndük. Koca bir aileden, içinde sadece kedimizle (veya çiçeğimizle) konuşabildiğimiz beton kutucuklarımıza döndük. Memleketi kurtarmaktan, götü kurtarmaya tekrar. Yine aldığın kilolar, alamadığın zamlar, dökülen saçlar, botoks vakti dert olmaya başladı. Yine kaldık bal kabağı ve farelerle yani, o sokak çocukları gibi.
Böyle olunca da, “Geriye ne kaldı?” diye düşünüyorsun, “Ee oldu da n’oldu, elde var sıfır”, “Her şey bunun için miydi?”.
Yeryüzü Sofraları dağıldıktan, Gezi Parkı’na askeri çıkarma yapıldıktan, park yeniden sokak çocuklarına, Suriyeli eşcinsellere kaldıktan sonra, gidip de dostlar, şölen bitince, ne eski heyecan ne hız, biliyorum böyle düşünmemek pek mümkün değil.
Mümkün değil pek çünkü, mantık bunu gerektiriyor di mi? Bir şey olmadı sonuçta, memleket kurtulmadı, her şey daha da kötü oldu, üstüne bir de tüm kaleler zapt ve bir daha da böyle bir şey olamaz diyor mantığın, kedini severken Netflix önünde.
Ama aynı mantık sana 2013 yazı öncesi, böyle bir yuva mümkün bak diyor muydu? Bence demiyordu, benimki en azından ve eğer demediyse, ona niye güveniyoruz hala?
Böyle bir yuvanın bırakın mümkün olmasını, var olduğunu bile bilmezken, böyle bir yuva özlemi çektiğimizin, bunun bir kerelik olduğunu düşünmemiz niye? Bu tür şeyler, eğer her zamanki mantıkla, sebep-sonuç ilişkileriyle açıklanamıyorsa, bundan sonra olacakları nasıl öngörebiliyoruz?
Hani sorsalar sana, Taksim’e birkaç hafta polis girmeyecek, elini koparan meydana, parka doluşacak, orada yatıp kalkacak, mantığın ne derdi, nasıl bir şey hayal ederdi? Hele ki İstiklal’deki yılbaşı gecesi görüntüleri hala tazeliğini korurken?
Şimdi yukarıdaki Gezi Parkı Atölyeleri programına göz at bir daha, hatırla parkta para geçmediğini, kurulan küçük Şirinler Köyü’nü. Neyi başaramadık, bir daha sor sonra.
Yani güzel kardeşim, biz zaten başarmadık mı sence, mümkün olduğunu bile bilmediğimiz bir şeyi hem de?
Sonra, biraz da sağ beynimi kullanmama izin varsa eğeri evrenin sırlarını çözdük mü cidden, ve onun bir parçası olan insanın? Belki de, karanlık aynı zamanda kendi aydınlığını yaratıyordur, olamaz mı? O aydınlığın geleceğini biliyorum ama yolunu kamuoyu araştırmalarında, ekonomiye güven endeksinde, işsizlik oranlarında, Altılı Masalar’da beklememek lazım ama bana kalırsa.
Yeryüzü Sofraları’nın bir sonraki davetiyesi, nereden gelecek, nasıl gelecek, ben de hiç bilmiyorum. Tek bildiğim, o fotolara baktıkça o yumru geliyorsa hala, davetiye de gelecek illa.
Ancak, davetiye postaya verilene kadar, o zamana kadar da hayat devam ediyor tabi ki ve herkese eser miktarda akıl sağlığı dilerim. Zorlandığınız vakit, bana çok iyi gelen şu duayı öneririm, İngilizcesi Serenity Prayer ama ben Sanity Prayer demeyi tercih ediyorum:
Tanrım,
bana değiştiremeyeceğim şeyler için huzur,
değiştirebileceklerim için cesaret ve
ikisinin ayrımına varabilmem için erdem
nasip eyle.
(veya böyle bir şeyler işte)
Fark etmişsinizdir, 2013 yazının bende etkisi derin oldu, ama uzun da demleme, sonradan, dalgalar halinde geldi gelmesi gerekenler, hemen değil. Henüz o sırada olanın bitenin pek farkında değilim, Gezi Direnişi’nin suratıma suratıma soktuğu ama bir türlü anlayamadığım bazı gerçekleri anlamama daha seneler var.
Bu arada ama, bu süreçte, Gezi bir referans noktası oldu, hani onu yaşamasam, bazı şeyler anlatıldığında mümkün değil anlamam. Mesela Tribe’ı okuduğumda, benim başucundakilerden, onu okuduğumda da oturan yumru Gezi’dekinin tıpkısının aynısı. Çünkü, Tribe da adı üstünde kabile demek ve zaten başlığı anlatıyor sanırım biraz ne anlatmak istediğini, yuva özlemi bir başka deyişle.
Kitabın yazarı Sebastian Junger, bir savaş muhabiri. Kariyerine Bosna savaşıyla başlıyor, birçok savaşı A.B.D ordusuyla birlikte izliyor. Bu kitap da, insanların, savaşla ve zor zamanlarla olan ilişkisi üzerine.
Bosna savaşı sırasında henüz 17 yaşında olan Saraybosnalı bir kadınla, Nidžara Ahmetašević’le konuşuyor. Evlerinin içine giren bir şarapnel parçası yüzünden bacağı ağır şekilde sakatlanıyor kızcağızın. Savaş şartları nedeniyle anestezi olmadan ameliyat ediliyor bacağı. Junger’ın da Nidzara’nın da o günlerin Saraybosnası ile anlattıkları, kan dondurucu. Bu kadar acı ve vahşet, hem de herkesin gözü önünde, nasıl olur, aklın almıyor. O zaman da aklımız almamıştı zaten, hatırlarsanız.
Nidzara, yaşadığı mahalledeki beş apartmanı nasıl 60 ailelik bir kooperatife ve etraftaki boş alanları nasıl bostana dönüştürdüklerini de anlatıyor ama. Nasıl herkesin her şeyi ama her şeyi, salatalığı, patlıcanı ve – klişe ama- acıyı, paylaştığını.
18 yaş doğum günü için, komşularından birisinin ona bir adet yumurta hediye ettiğini anlatıyor. O kadar değerli bir hediye ki, bunu arkadaşlarıyla paylaşmak istiyor ama tek yumurtayı nasıl paylaşacağını bilemediği için, pancake yapmaya karar veriyor.
Gençlerin binalardan birinin altındaki sığınağı nasıl kendi ortamları yaptıklarını anlatıyor. Herkes yerde yatıyor. Beraber yemek yiyorlar, gülüyorlar, aşık oluyor ve savaştan bahsediyorlar. Kızlar tam zamanlı burada, erkekler, 10 günlük dönemler için cepheye gidip savaşıp, sonra bodruma dönüyorlar. “Erkekler kardeşlerimiz gibiydi” diyor Zidzara, “..onları ağlayarak beklemiyorduk. Hayır, biz iyi vakit geçiriyorduk. Dürüst olmak gerekirse, bir özgürlük haliydi bizimki. Paylaştığımız sevgi muazzamdı. Cepheden geldiklerinde, çoğu müzisyen olduğu için, bize küçük konserler verirlerdi..”
O kadar acıya rağmen, o günlerde, çok daha fazla güldüklerini de anlatıyor Nidzara: “Eğer insanlar savaş vaktini özlüyorsa, bu şu anda yaşadığımız hayatın – ve barışın – ne kadar boktan olduğunu gösteriyor. Ve çok insan, savaşı özlüyor.”.
İşte yukarıdaki satırları okuduğumda da bu olmuştu, gelen oturan yumru ve anlattıkları, tıpatıp aynı! Bosna savaşıyla, o günlerin acısıyla Gezi’yi karşılaştırmak değil tabi ki kastım, ama aradaki benzerlik sizce de çarpıcı değil mi?
Eğer ki Gezi’yi bu kadar özlüyorsam, bu, günü birlik hayatla ilgili bir şey anlatmıyor mu diye düşünmüştüm işte ben de?
Aynısı, aynı yumru ve düşünceler, Viktor Frankl’ın İnsanın Anlam Arayışı’nı okuduğunuzda da, Rebecca Solnit’in A Paradise Built in Hell’ini okuduğunuzda da üşüşecek bu arada.
Velhasıl, Gezi’yle başlayan ama ben orada bitti sandığım süreç, döndü dolaştı, aslında insanı insan yapan şeyin ne olduğunu öğretti bana sanırım ve aslında, temelde, esas olarak neye, nelere ihtiyacımız olduğunu. Bu modern hayat denen tek dişi kalmış canavarınsa, bu ihtiyaçlarımızı karşılamak değil, bu karşılanamayan ihtiyaçlarımız sayesinde bizi beton kutucuklarımızda tuttuğunu.
Gittikçe kafa karıştırıcı olabilirim bu noktada, umarım, tüm bunları anlaşılır bir şekilde bağlayabileceğimm. O bölüme, finale de çok yakında geleceğiz, ama şimdilik, 2014’ün kışına gidiyoruz, hayatımın, en huzurlu ve mutlu olduğu dönemine.
Bitmek tükenmek bilmez bir Erenler Mevkii etabının hemen öncesine.