Romanımla Sana Bir Ses. S03. E09. Eve Dönüş - Part 1
“Umarım bir gün herkes ünlü ve zengin olur, böylece bunun mutluluk getirmediğini anlarlar.”
2016 Mayıs ayının sonları, 39. kattaki ofisimde oturmuş, bir liman özelleştirmesi finansmanıyla ilgili bir konferans görüşmesini dinler gibi yapıyorum.
İngilizler İngiliz İngilizceleriyle, monoton proje finansmanı hükümlerini monoton monoton konuşmaya devam ediyorlar, ben de bazılarınca İstanbul da denen beton denizine dalmış gitmişim ve Jim Carrey’in bu lafı gelmiş aklıma.
İlk duyduğumda bu sözü, pek Hollywood gelmişti, güzel laf ama yani benle ilgisi yok di mi? Ben ne ünlü ne de (özellikle) zengin olma peşindeyim diye düşünmüştüm, ama işimin mümkünse zirvesine çıkmak, bak o ayrı, onu çok isterim.
Şimdiyse, yani hayatımda daha önce hiç çalışmadığım bu yükseklikten dışarı bakarken, iki anlamda da mesleğimin zirvesindeyim artık.
Bu anti-depresan cehennemi sonrasında, azap tünelinin ucundan tek parça çıktıktan yaklaşık bir sene sonra, yeni bir işe girmişim. Birleşme devralma ve işte o seksi işlerle uğraşan ofislerden birine yine, en iyisi değilse bile, o birkaçından, o birkaç efsaneden birine.
Sonra, “ilk partner yapılacak kişi” olarak da girmişim, sene sonunda, partnerliğim ilan edilecek! Çok acayip, bırakın ilk başladığım zamanları, 4-5 sene öncesinde bile hayal edemem burayı. Kişisel zirveme çıkmışım yani.
Ha bu arada, bu sektörde öyle aman aman bir CV değil benimki, hiç değil, en iyi ihtimalle vasat, kimler, ne efsaneler, ne kariyerler var.
Var ama, artık 39 yaşımda, kendimi etrafımla kıyaslamak yerine, geçmişimle kıyaslamam gerektiğini az da olsa öğrenmişim. O yüzden, 29 yaşında ve oldukça boktan bir CV ile başladığım kariyerimde, 10 yıl sonra, başımdan geçen onca şeye rağmen, bu geldiğim nokta, benim için pek önemli, bir döngüyü tamamladığımı düşünüyorum.
Tamamlamaya da önce gardrobumdan başlamışım bu arada, Network’lerin yerine birkaç Beymen, hatta (outlet) Hugo Boss.
Gösterişli takımlarım, güzel uykularım, glutensiz diyetim ve anti-depresansız halimle, 2.0 sürümümle yani, küllerimden doğmuş, 2016 kışında, yeni işime güle oynaya gitmeye başlamışım. Vitrinlerdeki yansımalarıma gülücükler, göz kırpmalar başlamış yeniden, dıkışınyan yapıyorum kendi kendime, tam zevk için al döv beni.
O ilk dıkışınyanların üzerinden birkaç ay geçmiş geçmiş işte şimdi ve ben, konferans görüşmesi mikrofonum kapalı, İngilizler kendi aralarında konuşurlarken, düşünüyorum:
Acaba ilk nerede başladı?
Beni o noktaya getiren olayları düşünüyorum, o Jim Carrey anına ve birazdan yapacağım şeyi düşünüyorum. O güne kadar “teklif dahi edilemez” bu karara, beni neyin getirdiğini.
Nerede başlamıştı acaba ayrılık?
Joey Tribbiani belki ha?
Dikkatli okuyucu, neden bahsettiğimi hatırlayacaktır. Dikkatsizler, otur sıfır, ve bu size hatırlatma:
Friends’in bir bölümünde, Joey evinde televizyon olmayan birisiyle tanışınca anlamıyor:
“Nasıl televizyonun yok, mobilyaların nereye bakıyor o zaman??”.
“Hah” diye gülüp geçmiştim bunu ilk gördüğümde ama sonra kafama takılmıştı, hiç öyle düşünmemiştim çünkü. Bildiğim evleri düşünmüştüm ve evet, herkesin evi aynı ve her evde L koltuklar aynı dev ekrana bakıyor. Fakir, zengin, güzel, çirkin, şişman, zayıf, kadın, erkek, kazanan, kaybeden hepimiz, etrafımdaki herkes, aynı hayatları mı yaşıyoruz? Dev televizyonlar ve L koltuklar, insan evriminin, medeniyetin zirve noktası mı yani?
Bu Joey anı avukatlık stajımın sonunda gelmişti aklıma. Okulu bin bir türlü türlü badireden sonra, ucu ucuna mezun bitirmişim ve saolsun eş dost sayesinde, gayet de iyi bir büroda stajımı yapıyorum ve o staj bitince o büroda işe başlıycam. Ama, o kadar zaman sonra, annem neredeyse sonunda kravata girdim diye deve kesecekken, ben kalkıp New York’a gitmeye karar veriyorum.
Stajımı bitirip de, artık tam bir adam, tam bir balta sapı olmak, Gayrettepe’de bir 2+1 kiralayıp L koltuk ve PlayStation almak yerine, New York’a kaçıyorum. O zaman tam olarak açıklayamıyorum gitme isteğimi, “bir süre yurtdışında yaşamak istedim hep”ten başka ama bence mümkünse takım elbisesiz ve dev ekran karşısı L koltuksuz bir hayat mümkün mü denemek de vardı kafamda, geleceğimi görmüştüm sanki ve içimden bir şey yok demişti, bu seni mutlu etmez demişti.
Bu arada mümkündü evet, takım elbisesiz bir hayat, hayatı gündüz değil gece kazanmak da mümkündü ama bu yaşamın da öyle beni mutluluktan uçuran bir tarafı olmamıştı, konunun takım elbiseyle ilgisi yoktu hayır.
Sonra biliyorsunuz Türkiye’ye dönüyorum ve artık Klasik Yol’u, Klasik Hikaye’yi (bkz. okulunu oku > iyi bir işe gir > iyi bir kız/oğlan bul > çoluğa çocuğa karış > yazlık al > emekli ol > mangal yap) sorgulamıyorum uzun süre.
Hatta tam tersi, kendimde buluyorum suçu, uzun süre bu Klasik Yol’dan saptığım için değil miydi çektiğim onca çile? Adam akıllı okulumu okumuş, derslerimi çalışmış ve zamanında iyi bir büroda işe başlamış olsam, bu çektiklerimi çeker miydim ha? İnsomniya da mesela, bu salaklığımın bir sonucu değil miydi?
Uzun süre böyle düşünmüştüm işte ve çeşitli badirelerden sonra, tam takım elbiseliler arasında huzur bulmuşken, Joey anı, silik, uzak bir hatırayken, bir çatlak daha.
Bu çatlağın adına da “bir şeyler yanlış” çatlağı diyebiliriz ve mimarına da, Kelly Brogan. Tabi ki ablam sayesinde tanışmıştım, anti-depresan azabım sırasında Kelly Bacı ve harika kitabı A Mind of Your Own ile, gözümü gerçek dünyaya ve özellikle de tıp endüstrisine açan ilk kitaplardan.
“Felt wrongness” sözünü (veya türkçesi “bu işte bir bok var” hissi) ondan duymuştum ilk olarak. Yani bir şeylerin yolunda olmadığını biliyorsunuz ama adını koyamıyorsunuz. Bence fazla açıklamaya da gerek yok, herkesin (çocuklar hariç) hissettiği bir şey bu:
“Hayat bundan mı ibaret?” anları yani.
Bu anlar özellikle 40 civarı sıklaşıyor, en zor, en önemli viraj bu 40 civarı viraj bana kalırsa ve, aşağıda açıklayacağım üzere, Mr. Cucumber olarak da alabiliyorsunuz bu virajı.
Neyse, konuyu dağıtmayayım, ilk önemli “Bu işte bir bok var” çatlağım için sizi 2015 yazına götürmem lazım, Cadaques’e, Güney İspanya’nın dünya güzeli kasabalarından birine, sahilde geçirdiğimiz bir kartpostal gibi bir yaz gününe.
Hava lokum gibi, insanlar neşeli, huzurlu.
Herkes kendi halinde, rengarenk örtülerin üzeri, şarap, peynir ve İspanyol sucuklarıyla dolu. Ergenler, sahilin ucundaki kayalıklarda, çok da saklamadan bira ve sigara içip öpüşüyorlar, bazen üçü bir arada.
Ablam, ikinciye hamile o zamanlar, yavaş yavaş ayaklarını görememeye başlamış durumda. Şimdi düşünüyorum da, ablamın anne olmasının bende yol açtığı değişiklikleri, ne garip, hiç beklemezdim. Kendi çocuklarım olsa, neler olacaktı acaba?
Neyse, enb diyorduk, hah plajdayız, yeğenim, yani bir numara, işte 3 yaşında bir velet ne yaparsa, onları yapmakla meşgul:
Garip sesler çıkartma, denize koşma, oradan aldığı taşları onun bunun kafaya kondurma. Bu noktada da biz koşuyoruz tabi bu kez, sonra elinden taşı alınca mızmızlanma, bir şeyler yeme, işeme sıçma ve hepsinden bir tur daha.
Yeğenimi seyrederken, senelerdir çıktığımız yelken yolculukları gelmişti aklıma. Kaç senedir Babyshowerersla (bu WhatsApp grubu ismini nereden bulduğumuzu bir ara anlatırım ama sözlü) yelkene gidiyorum ama hala sancak nere iskele nere desen bilme şansım yüzde 50. Senede sadece 4-5 gün yapınca çok az şey öğreniyorsun, öğrendiğini de anında unutuyorsun.
Yeğenimi de işte böyle her sene baştan öğreniyorum, baştan alışıyorum, o da bana.
O sırada (Hollandalı olduğunu varsaydığım) bir penis ve ona bağlı, uzun kol ve bacaklar, çocuk ve ergenlerin arasından sallana sallana geçiyor ve görünüşe göre ben hariç kimsenin umurunda da değil bu üryanlık hali. Gözüm Blackberry’imden Hollanda penisine kayıyor ister istemez, kamuoyu araştırması.
Blackberry elimden düşmüyor çünkü bu tür hukuk bürolarında tatil demek , mayoyla çalışmak demek ve açıkçası başlarda pek de önemsemiyorum. Hatta küçük gurur patlamaları yaşatıyordu, işe yarıyordum belli ki, bensiz işi yapamıyorlardı. O sırada, böyle şeylerden gurur duyacağım dönemin sonuna doğru gelmişim haberim yok tabi.
Bu arada izin günlerimin de sonuna gelmişim, o yüzden ta buraya kadar 5 günlüğüne gelebilmişim sadece, ama şu anda çok saçma gelmiş seyahati uzatamamak.
Biraz daha kalmak, en azından hafta sonunu da birleştirmek istiyorum. Elimde öyle acil bir iş ya da proje de yok hem. İki gün daha uzatamaz mıyım?
Biliyorum, yıllık iznim kalmamış (14 gün nedir ki arkadaş, hele cumartesileri de iş gününden sayınca), ben de ücretsiz izin istemişim.
Alt tarafı 2 gün daha!
Pinnn! Yeni e-mailin sesiyle, penisten tekrar Blackberry’e:
“Yapamayız Aşkın, sana yaparsak, herkese yapmamız lazım”.
Cadaqués’’ten Barcelona’ya oradan İstanbul’a kadar, burnumdan solumuştum. Oradan ayrılmak, ailemi bırakmak pek koymuştu ve ne diye? Daha da önemlisi nereye kadar?
Hayat böyle mi geçecekti? Her yere ateş almaya mı gidecektim? Şu yeğenler, ilk aşklarını yaşadıklarında, onları epi topu kaç gün görmüş olacaktım acep?
Ömür boyu, senede 14 gün veya 20 gün izin ne demekti. Bir süre sonra 25 gün, yaş kemale erdiğinde belki 30.
Böyle mi geçecekti ömrüm?
Sonra, senelik iznini veya haftanın ortasına cuk diye oturan o güzelim bayram günlerini saymazsan, her gün ama Allahın heeeer günü ofise gelmek (veya gelmemek için birisinden izin istemek). Bu fikir, her Allahın günü ofiste gitme yani, benim ruhumu, gönlümü ilk kez sıkıştırmaya başlamış, daha o zamana kadar normalde güle oynaya gidiyorum ofise.
İlk kez o zaman, hayatım boyunca böyle mi yaşayacağım? diye düşünmeye başlamışım.
Henry David Thoreau'nun “İnsanlığın büyük bölümü, sessiz bir çaresizlik içinde yaşar”ı duymama daha birkaç sene var, hatırlıyorum, Joe Rogan söylemişti bir bölümde, ve ahh, kalbimden vurulmuşa dönmüştüm.
Çünkü evet, ne zamandır hayatın beni sessiz bir çaresizlik içine almasından korkuyorum sanırım. Buradaki çaresizlikten benim anladığım, hayatın elimin içinde kayıp gitmesi fikri, ve sanırım banallık, vasat bir hayat sürme ve işte o Barcelona uçağındaydı bunu en net hissettiğim:
Her gün o takım elbiseyi giy, her gün o ofise, sağında solunda Candy Crush’ların patladığı metroyla git, çıkışta artisan kahvecinden her zamanki kahveni al. Siparişi verirken Instagram’ı aç, ki zaten bütün metro bakmışsın, bakmadığın ne kalmış ki, şimdi biraz daha aşağı doğru it ekranı, sırf itmiş olmak için, öyle yapmaya alıştığın için. Laf olsun diye, zaman geçirmek için, midendeki karanlıkla başa kalma da ne olursa olsun, di mi?
Böyle bir hayat mı istiyordum gerçekten?
Ama bir yandan da, hani burada durmıycam yükselicem di mi? Bir noktada kartımda Associate değil de Counsel (o da her ne demekse) veya Partner yazıcak, o zaman değişecek mi? Belki sadece metro kısmı, belki arabayla gidip gelicem artık, ama gerisi?
Güzel yarınlar, gerçekten Partnerlıkta mı yatıyor? Bol bol yeğen sevebilen partner var mı? Bol bol çocuğunu sevebilen Partner var mı? Partnerlar nasıl tatil yaparlar?
Şu tanıdık gelir mi mesela?:
Bir elde bira veya duruma göre Margarita bir elde telefon, metaforik partnerimizin (erkek olsun ve baba) dikkatinin peşinde, çeşitli WhatsApp gruplarından gönderilmiş olan üç rakip var: (1) The Economist makalesi (2) Sedat Peker klibi ve (3) Cicişler videosu.
Hangisini tıklayacağını düşünürken, dudaklarının kenarına waffle yapışmış, şekerden kafası iyi olmuş çocukların peşinden koşan, göster desen haritada gösteremeyeceğimiz Türki ülkelerden bakıcıya gözü kayıyor, oradan eşine.
Partnerin eşi, annemiz (o da bir Partner olabilir niye olmasın?), başka annelerimizle şezlongları bir araya getirmiş, kovadaki beyaz şarap ısınmadan bitirme peşinde. Arada bir, kocalarına bakıyorlar çaktırmadan, şuradaki influencerı kesiyor mu acep?
Düşüncelerin arasına garson giriyor:
“Bir tane daha alır mısınız?”
Herkes bir önce başkası evet desin diye bekliyor ve en tükenmişi, koy vermişi atlıyor:
“E tatildeyiz alırız di mi kızlar?”.
İkinci şişeyi protesto eden çocuklar, günün ikinci waffleına hak kazanıyorlar, bu taktik hep tutuyor, birazdan aynısını cep telefonuiçin de yapacaklar. Wafflelar, Minecraft, Frederik IPA’ler ve Pinot Grigio’lardan sonra sonunda toplanıp eve dönülüyor.
Bakıcımız kızgın güneşten klimaya geçeceği için mutlu. Birkaç saat sonra sonunda Taşkent’teki çocuklarıyla konuşabilecek içerdeki odada mırıl mırıl. Ana baba, çocukları yemek masasında Ipad’leriyle bırakıp, bir balıkçıya yemeğe gidecekler, yeni açılmış.
Senenin birkaç haftası böyle, tatiller yani, yani senenin güzel günleri.
Erkeğimiz, ofisine dönüp de masasına oturunca, bir ohh diyecek önce, kafam şişmiş be kaç haftadır. Sonra mutfağa gidip, kahvesini demleyecek, son birkaç senede kahveye pek meraklandı, ofise bile, öğütücü aldırmış. Bir de iş-ev arası gidip gelirken, arabada Cem Yılmaz dinlemeyi seviyor mesela, günün en güzel anları. Onu ilk kez sahnede seyrettiği zaman, o yıllar, o yıllarda nasıl “esip gürlediği” geliyor aklına bazen ama o sitenin otoparkına girince eski günlerin neşesi de bitiyor.
Ama bu akşam güzel bir akşam: Succession’ın yeni sezonu gelmiş.
Karısıyla birlikte sevdikleri nadir dizilerden. Bu akşam Netflix kaynaklı varlık krizi yok, değmeyin keyfimize, sessizlik çünkü ne zamandır seks yapmadıklarını da hatırlatıyor onlara, o yüzden mümkün mertebe kaçınılması gerekiyor.
Yemek sonrası 1 saat daha sabretmeleri lazım dev Samsung “Kids TV” modundan çıkana kadar. Sonunda, çocuklar yatıyor, Gozel odasına geçiyor sessiz sedasız, ve aynı anda dolaptan çıkan Suvla, L koltuğun önündeki koca sehpaya gelip yerleşiyor. Succession’ın introsu bitine kadar telefonlar elde, bitince L’nin kolluklarına, şarap kadehlerinin yanına yerleşiyor Iphone’larımız.
Kışlar da böyle geçiyor.
Bu arada, sonda söyleyeceğimi izin verin burada söyleyeyim:
Burada anlattıklarım, bunlar benim gerçeğim elbet.
Yukarıda karikatür olarak sunduğum hayat, evli-çocuklu-bakıcılı-rezidanslı ve kariyerli hayat yani, Klasik Hikaye, Klasik Yol yani, bu illa, kategorik olarak kötü bir hayat değil, demek istediğim bu.
Ben sadece, belki de kendi ana-babamdan, bunun bana uygun bir hayat olmadığını düşünüyorum. Ben maaşlı çalıştığın sürece, titrin ne olursa olsun, farklı bir hayat yaşanmasının pek mümkün olmadığını düşünüyorum. Bu şekilde bir hayatın, bunun beni mutlu etmeyeceğini ve bir çoğumuzu da aslında etmediğini, kırıntılara temah ettiğimizi.
O anlamda, Thoreau’nun sözü geçerliliğini koruyor, özellikle “çaresizlik” yerine vasatlığı koyarsak hele, insanlığın büyük bölümü, hayatı dolu dolu yaşamıyoruz, Klasik Yol bunu engellemek için sanki özel olarak tasarlanmış, gönüllerimizin mümkün olduğunu bildiği o güzel hayatı.
Olayımıza dönecek olursak, bu Cadaques dönüşü işte, ilk Kelly Brogan ve Henry David Thoreau prodüksiyonu krizimi yaşıyorum, duvardaki ilk önemli çatlaklardan biri, ilk kez o zaman bir durup da “ee nereye gidiyoruz böyle” demişim. İlk kez o zaman “sanırım bir şeyler yanlış” diye düşünmüşüm.
İstanbul’a inmemle, eski normale dönmemle ama, hatta daha havaalanında, hava dönüyor ve işçiden yana esmiyor yel, tersine, bu kadar “normal” bir şeyin, bana bir anda bu kadar garip gelmesi de garip gelmeye başlıyor:
Ücretsiz izin vermemek ofis politikasıymış, ne yapsın yani adam, benim için politikayı mı değiştirsin?
Sonuçta, tatilini 2 gün uzatamamanın moral bozukluğu, ta ilkokuldan beri gelen doktrinasyonun üstünden gelecek değil herhalde.
Cihangir’e giden takside, yeniden iyi bir çocuk olmuştum bile, kendimi tekrar “doğru yola” sokmuştum. Kes demiştim saçmalamayı,
Bu kadar abartacak bir şey yok. Sonra herkes mi yanlış yani? Bir ben mi doğruyum ha? Hem sonra, senelerdir bunun için yırtınmıyor muydum ben? Ne yapacaksın yani, tek başına mı çalışacaksın? Kim sana iş verir? Gayet iyi bir işin var, işte millet bu iş için sağ kolunu verir. Hem gittikçe düzelebilir de…
Hayatımda hiç ama hiç maaşsız çalışmayı düşünmemişim o zamana kadar. Niye bırakasınız ki maaşı veya şöyle sorayım, nasıl bırakasınız ki?
Öğle saatlerini Gina’da, Da Mario’da, iş çıkışını Lucca’da geçiriyorsanız, ve dolayısıyla maaş de geldiği gibi gidiyorsa, bırakmak istemezsiniz. Tüm birikiminiz iki aylık kiranızı karşılıyorsa ve 39 yaşında annenizin emekli maaşına dadanmayı kendinize yediremiyorsanız, maaşı bırakmayı düşünemezsiniz. Benim gibi karı boşaması kolay bekarken bile zor, evli, çocuklu ve borçluyu, hiç düşünemiyorum.
Ha bir de şu var tabi, konu aslen sadece para da değil, belki paradan da çok kartvizit:
Memleketin en havalı ofislerinden birinin adı yazan kartvizitten ayrılmak o kadar kolay iş değil. Adresiniz kutucuğunuzda Levent, Maslak veya (en kötü) Esentepe dışında bir mahalle olmasını istemezsiniz katiyen.
Sonra serbest çalışıp, müvekkil peşinde koşmayı, iş peşinde koşmayı, on binlerce avukatla rekabet etmeyi, müvekkil kazanıcan diye şehrin bir ucundan diğerine, bir adliyesinden diğerine sürüklenmek sizin için pek kıro.
Daha önce burnunuzu büktüğünüz işleri yapmak, sınıf arkadaşlarınızın ustası olduğu işleri (Derkenar derken? Uyap’a nereden giriliyor dedin? Tevzi nesi?) bu yaştan sonra sıfırdan öğrenmek istemezsiniz.
Tavandan tabana camlı toplantı odalarından, apartman toplantılarına düşmek istemezsiniz.
Financial Times’a haber olan işlerden, “kedili teyze” davalarına geçmek istemezsiniz. Çok normal, çok anlaşılır.
Benim için böyleydi en azında, ben kendimi maaşsız, serbest çalışırken düşünemiyordum bile, aman Allah muhafaza!
Sonra ama işte, 2016 baharında, kainat araya giriyor, “Bu gerizekalı hala bunca işareti anlayamadı, kendi kafasıyla da çözemeyecek, biz ona somatik bir deneyim yaşatalım” diyor.
Kainat, zihmini baypas etmek için, küçük anksiyete nöbetleri göndermeye başlıyor, yeni işimde henüz birkaç ay geçmemiş, tüm bedenim zangır zangır sallanıyor, tüm vücudum diyor ki, gitme, yapma, bu iş senin için iyi değil.
Yine bir takım yıldırımlar anlayacağınız, ama bunlar iyi huylu.
İşte böyle karar veriyorum işten ayrılmaya, yukarıda yazdıklarımı tek tek düşünüp de değil. O zaman oturup böyle uzun uzun düşünmemiştim, hızlı karar vermiştim ve bu hıza şaşıranlara, ki ben de çok şaşırmıştım, “Acil çıkış yaptım” demiştim, “exit butonuna bastım”.
Çünkü dedim ya, kararımı ben değil vücudum vermişti. Oturup da toplama çıkartma yapmamıştım, yaparsam zaten, sonuç belli, mümkün değil işi bırakmam. Her şeyi geçtim, ne para var ne de müvekkil..
Kararı vermemle, uygulamam arasında bir süre var ama, işte o sürede, o Mayıs günü mesela düşünüyorum yukarıdakilerin bazılarını, bazıları ise, sonradan geliyor. Sonra anlamlandırıyorum yaptıklarımı.
Şimdi, yani o karardan neredeyse 7 sene sonra geriye bakınca, o yaşadığım anti-depresan cehennemine de övgüler düzmeden edemiyorum. Esas deliği, duvardaki esas çatlağı, ancak şimdi anlıyorum, bu cehennem azabı açmış.
Çünkü o zaman fark etmiştim, beni anksiyeteye, oradan içkiye, partilemeye, panik ataklara oradan insomniyaya sonra da haplara götüren kafamın içindeki o ses, “adam olmalısın” sesi.
Bu yüzden senelerce hırpalamışım kendimi, “adam olmak” için.
Onun da formülü aslında basit biliyorsunuz, iş hayatında başarılı olmak ve hatta daha da önemlisi, statü sahibi olmak, fiyakalı bir kartvizit. Ancak bu sayede sevilmeye ve belki de erkekler için daha da önemlisi, saygıya layık olabiliyorsun.
Velhasıl fazla uzatmayayım, Joey, dev ekranlar ve L-koltuklar, Cadaques, Brogan, Thoreau, yok efenim Anti-depresan Yoksunluk Sendromu derken, 2016’nın Mayısındayız yine, Maslak denen beton denizine bakıyorum hala, konferans görüşmesiyse devam.
Derin bir nefes alıyorum ve yerimden kalkıyorum, 15 dakika sonra, elimde karton kutum, karton kutumda olmazsa olmaz bankacı lambam, 39. kattan inip, Mayıs İstanbul’unun ılık ve egzozlu havası suratıma çarpıyor. Sanırım birkaç haftadır ilk kez gülümsüyorum, muhtemelen bir Jim Carrey sırıtışı.
Maaşlı çalışmayı ve bununla birlikte kariyerimin (görece) zirvesini, partnerlık peşini, havalı ofisleri, dolgun maaşları ve Kanyon masalarını yemeklerini bırakıyorum ve artık bir süre aynı zamanda ofisim de olacak evime dönüyorum.
Ödüm bokumla karılık elbette ki ama var ya, bir yandan da hayat artık ne getirirse getirebilir, çünkü kontrol bende artık:
Boşanma, icra takibi, garsonluk, Letgo’da ikinci el Beymen takımı satışı, ne gerekirse yaparım, hallederim bir şekilde, öyle düşünüyorum.
Hayatımın en iyi kararını bu şekilde veriyorum.
Bu arada biliyorum, sırf maaşlı çalışmaktan serbest avukatlığa geçmiş olmak, öyle gazetelerin hafta sonu eklerine haber olacak bir transformasyon hikayesi değil elbette. Sonuçta işi bırakıp da dünya seyahatine çıkmadım veya Hindistan’da bir ashrama sığınmadım.
Uçurtma sörfçüsü de olmadım, iç organ masajcısı da.
Avukatlık yapmaya devam ettim, hala da ediyorum, sadece daha önce maaşlı yaptığım bir işi, serbest yapmaya başladım. Hani “e niye bu kadar laga luga?” derseniz de ehh, çok haksız da sayılmazsınız.
Yine de bu değişiklik sadece SGK’dan Bağ-Kur’a geçiş değildi benim için, bir doktrinasyonun, bir hikayenin de sonuydu sanırım ve bir kimlik değişimi.
Bu kadar laga luga, biraz da bu yüzden işte. Bu kadar laga luga, ofiste oturmuş benim gibi camdan dışarıya bakarken veya iş çıkış trafiğinde gözleri öndeki plakaya takılmış, “bir şeyler yanlış” diye düşünenlere, romanımla bir ses olabilmek için.
Bundan sonra hayatımda başıma gelecek her güzel şeyi çünkü bu laga lugaya borçluyum, bu karara.
Mr. Cucumber’a,
Şu hani bana Cadaques’teyken ücretsiz izin vermeyen Partner var ya? Ben ona Mr. Cucumber adını takmıştım, çünkü o her zaman bir salatalık kadar cool’du, cool as a cucumber yani.
(Hatta kendisinden de bahsettiğim bir Linkedin hikayem için, buraya tıklayınız: Alphas, Monks and Cucumbers - types of boardroom personalities.)
Bizim Mr. Cucumber, Türkiye’nin en çok kazanan 10 avukatından biriyken, 40’larının hemen başında, kariyerinin 20. senesinde, daha kazın yumurtlayacağı çok altın varken, mesleği bırakıvermişti, erken emekli olmuştu.
Piyasadaki herkes gibi ben de çok şaşırmıştım. Ben bir de üstüne çok da kızmıştım, beni yarı yolda ve daha da kötüsü beni diğer kurucu ortakla baş başa bıraktığı için. Dünyanın sadece benim etrafımda döndüğü zamanlar.
Sonunda bir fırsatını bulup odasına girip gerçek hikayeyi (Ortakla kavga etmişti di mi? Yeni ofis kuruyordu di mi? Beni de alacaktı di mi?) istediğimde, bana bakıp, “Aşkın” demişti:
Ömür tek ama birkaç hayat yaşamak mümkün.
Bön bön suratına baktığımdan olacak, anlatmaya devam etmişti:
Bu işte, meslekte başarılı oldum, para da kazandım ama, yapmak istediğim başka şeyler de var. Bir çocuk daha mesela ve onlara daha fazla zaman ayırmak, sevdiğim şeylere daha fazla zaman ayırmak.
Pek kızmıştım, bir bok da anlamamıştım dediklerinden ama işte hayat garip, bu konuşmanın üzerinden bir sene geçmeden, 2016 Mayısında, onun gibi milyonları bırakmıyor olsam da, kendi çapımda dramatik ve beklenmedik bir karar verecektim.
Ben de hayatın mesleğimden, işimden daha fazla olduğunu fark edecektim.
Bu söz, tüm avukatlık kariyerimde öğrendiğim her şeyden daha önemliydi sanırım benim için.
İyi ki yollarımız kesişti Mr. Cucumber, iyi ki patronum oldunuz.