Romanımla Sana Bir Ses. S03. E10. Eve Dönüş - Part II
2016 Aralık ayındayız sevgili Romalılar ve ben Acıbadem Taksim Hastanesi’ni tavaf etmekle meşgulüm, bir doktordan diğerine, bir departmandan diğerine dolanıp duruyorum. Bu kez ne çarptı bana, yine belirsiz, her şey bir acayip ama:
Gözlerim bir garipleşmiş, bulanık görmeye başlamışım durduk yere, zihnim de aynı, bir sis bulutu kendisi. Hafif baş dönmeleri de başlamış, hani bir anda ayağa kalkınca olur ya, bunların üstüne iki günde bir tekrarlayan farenjit, altındaki eşofmanı değiştirmek bile zül gelen bir halsizlik hali sonra.
Bunların hiçbiri tek başına çok da kafaya takılacak şeyler değil ve ama hepsi aynı anda çullanınca insan bir garip oluyor, kafa karışıyor.
Ben de kafa karışıklığımı gidermeye, Acıbadem’e gidip gelmeye başlamışım ama sonunda kafam daha da karışmış:
Bazı kan değerlerim düşük bazıları biraz yüksek ama dramatik bir durum yok, net olarak hiçbir sorun yok, ne gözümde, ne boğazımda, ne kafada.
Testlerin ölçebileceği bir sorun yok en azından.
Artık iyiden sırtımın şeklini almış kanepede, üç gündür çıkartmadığım eşofman altımla, kredi kartı ekstreme, Acıbadem’in kısaca “biz de anlamadık neyiniz var” demesinin bana ne kadara patladığına bakıyorum ve o sırada geliyor Evreka anı, o sırada fark ediyorum sorunumu.
Sorun her zamanki gibi burnumun ucunda, gökte değil, yerde.
Sorun, günlerdir kalkmadığım kanepede, çıkartmadığım eşofman altında aslen. Sorun, haftalardır almadığım temiz havada. Sorun, aylardır açmadığım laptopta. Sorun, aylardır baktığım tavanda ve o tavana bakarken zihnimden geçenlerde.
Sorun, kısacası, depresyon!
Alın size bir depresyon hikayesi, bir ruhun karanlık gecesi daha, bir Erenler Mevkii daha!
Şimdi tahmin ediyorum ki artık içiniz şişti Erenler Mevkii’lerinden de, bunalımlarımdan da dertlerimden de ve haklısınız.
Ama sizi şöyle ikna etmek isterim: (1) bu son Erenler Mevkii hikayesi, bitiyor artık kitap ve (2) bu diğerleri kadar yüksek veya acılı değil, hem sonu da güzel.
(gerçi zaten hangisinin sonu güzel değil ki, yeterince zaman geçtikten sonra en azından?)
Bu son Erenler Mevkii’ni anlatmadan önce, tabi ki bir Gelidonya Feneri etabı da var ve onu anlatmam lazım, öncesini yani, 2016 yazını, ahh o güzelim yazı:
01 Haziran 2016 (bkz yeni hayatımın miladı) itibariyle serbest çalışmaya başlamışım, hayatımda gelmiş geçmiş verdiğim en iyi karar açık ara ve böylece son 10 yıldır, işsiz kaldığım dönemler haricinde, ilk kez patronum, gitmek zorunda olduğum bir ofisim kalmamış.
Özgürüm ulan vay anasını ve bu gazla, uzun arabalı yolculuklara çıkmışım, elim pencereden sarkmış, rüzgarı yakalamaya çalışırken müzik de hep var:
Suede’den Trash ve Everything Will Flow, Morrisey’den Everyday is Like Sunday, sonra The Cure ve A Letter to Elise ve Just Like Heaven, Willie Nelson ve Have You Ever Seen the Rain, Bruce Springsteen ve Tougher Than The Rest, Bulutsuzluk Özlemi’nden Yine Düştük Yollara, sonra Tepedeki Çimenlik…
Bir sürü yere gidiyorum, bazılarına ilk kez, bazılarına ise gitmişim daha önce ama çocukken, ama hepsine ne kadar kalacağımı bilmeden:
Selimiye, Kabak, Kaş, Alaçatı, Bademli.
Bir yandan çalışıyorum tabi, sonuçta patrondan kurtuldum piyango çıkmadı ama çalıştığım yer ve şekli değişti:
Çardakta, sahilde, havuz başında, pansiyon balkonunda pay sahipleri sözleşmesi yapıyorum, olduğum yer değişse de ama ayağımda Havainas’lar bak onlar değişmiyor. Mail gidince laptop kapanıyor, Kaptan’ın Yeri’nin iskelesinden hooop, cuppaaaa!
Sonra bakıyorum maile cevap gelmiş, biraz daha çalışıyorum. Work&Travel yapıyorum, laptopum nere, ofisim ora.
“Alo, nerdesin?... Tamam süper, yarın oradayım.”
Rotayı böyle oluşturuyorum ve hal böyle olunca da yataktan çok uzun zamandır çıkmadığım gibi çıkıyorum, göğsünde oturan olmayınca kalkmak da kolaylaşıyor. Her günün aynı zamanda tatil günü de olabilmesi yani, tatil günü ve iş günü kavramının ortadan kalkması.
Başka bir hayat da mümkünmüş be yahu!
Hele ki yazı böyle yaşayabilmek pek güzel ve hatta İstanbul’da yakalandığım 15 Temmuz bile, çok bozamamış keyfimi, daha doğrusu çok uzun süre bozamamış. Birkaç gün içerisinde uzamışım distopik İstanbul’dan, yollara düşmüşüm, post-darbe anksiyetesinin uğramadığı yerlere, yine güneye.
Büyükçakıl Plajı’nda tavla oynuyorum artık orada yaşayan bir arkadaşımla, o da kadim Cihangirli ve gece yaşayanlardan ama burada teni de gülüşü de değişmiş, günlerden 20 Temmuz 2016, altımızda mayo şortlarımız, tavla kenarında bira ve patates kızartmalarımız:
“Biz 16 Temmuz da da tam böyleydik” diyor, “tek değişen Meis’e giden yoldaki sahil güvenlik”.
Bu söz, öylesine söylenen bu söz, farkında değilim elbet, bir tohum atacak (tohumların farkına varılmaz zaten), ama bu tohum iyi ki atılmış ve o günden yaklaşık 5 sene sonra sonunda zincirlerimi kırıp da aynı şeye cesaret edebilmemi sağlayacak.
Kaş’ta fark edeceğim ilk kez, memleket karasının, bazen züle dönen şu memleket hayatının, esas olarak büyük şehirlere özgü bir kara olduğunu. Dertlerimizin çoğunun bize hiç de iyi gelmeyen şehirlerde yaşamaktan kaynaklandığını az da olsa o yaz fark edeceğim.
Ama o zamanlar kaçmaya cesaretim yok, cesareti bırak, niyetim bile yok ve o zaman başlamış ayrılık, bundan haberim de yok, o yaz bitip de İstanbul’a dönünce işin rengi değişiyor.
2016 yazı ve Eylülü bitiyor işte bu şekilde, sonra, kabaklar fare oluyor, evli evine, köylü köyüne kavuşuyor, ben de İstanbul’a ve post-darbe blues’a dönüyorum.
Döndükten sonra KHK’lar başlıyor, sabah kalktığında 30 yıllık akademik kariyerinin bittiğini öğrenen solcu, muhalif hocaların trajedisi, Barış İsteyen Akademisyenler geliyor sonra, masumun arsıza karıştığı bir cadı avı. İdam talebi, inlere girmek, darağacı kurmak yine trend olmuş. Hayatın her anında full aksesuar bir Vatan Millet Sakarya bir kez daha.
Televizyon açmamaya ve haber okumamaya yeminli olsam da yine de etrafını saran kötülükten, karanlıktan, moral bozukluğundan kendini izole etmek mümkün değil. Kirli gölde temiz balık olamayacağını ilk anladığım zamanlar o zamanlar sanırım.
Velhasıl, 2016-2017 Sonhahar-Kış kreasyonumuz bok rengi anlayacağınız ama aynı zamanda artık ofisim de olan evde de durumlar pek Coachella değil.
İşler, telefonlar, e-mailler, her şey 15 Temmuz’la bıçak gibi kesilmiş, hele benim gibi yabancılarla ve de yatırımcılarla çalışan biriyseniz, şafak pek karanlık.
İşler hiç açılacak mı, açılacaksa ne zaman, o zamana kadar nasıl ödenecek bu kiralar, kredi kartları, koca koca soru işaretleri?
Memlekette bu kadar acı çeken insan varken kendi derdine üzülmeye utanıyorsun ama o kiranın da ödenmesi lazım bir şekilde, napıcaksın?
Hepsinin üstüne, bir de sert mi sert bir kış. Hani Nuri Bilge alemlerinde yaşasan belki güzel de, çamur batağı haline gelmiş sokaklara çıkmak için milyon kere düşünüyorsun, hele ki çıkmak zorunda değilsen. Zorunda olmayınca da, yani gitmek zorunda olmadığın bir ofisin, on bin adım iniyor on adıma.
Sabah yataktan salondaki kanepeye, gece olunca aynı yol tersine, günün tüm hareketi bu kadar. Çoğu gün, Carrefour kasiyerleri dışında (İndirimli ürünlerimizden almak ister misiniz? Hayır teşekkürler) kimseyle konuşmadan geçiyor ve de aynı eşofman altıyla.
İş olmayınca Outlook’u açmaya gerek yok, hava böyle olunca dışarı çıkasın da, e o zaman geriye kalıyor bir tek netflix.com. Hani belki mubi.com açacaksın, bir iki Bergman filmi seyredeceksin ama entel dantel filmleri de yalnız seyredilmiyor be abi, Bimbo da bir yere kadar.
Günler böyle akıp geçiyor ve bir noktada “niye kalkıyorum ki şimdi bu yataktan?”la uyanmaya başlıyorsun güne. Tüm gün telefonumu açmasam, belki annem fark eder en fazla, belki bir de internet paketimin bittiğini (yalan bu arada) söyleyen o otomatik kadın. O kadar.
Ha bir de, hepsinden ayrı, hepsinin üstüne, olmayacak şey olmuş, İstanbul da batmaya başlamış bana!
Belki çoğunuz için anlaşılır bir durum, 21 senedir yaşadığınız şehrin, hele ki İstanbul gibi bir şehrin artık sizi darlaması. Benim içinse ne büyük sürpriz Tanrım!
Nasıl askerdeyken içmeyi, sıçmayı hiçbir zaman bırakamayacağım diye düşündüysem, İstanbul’u da hiçbir zaman bırakamayacağım diye düşünürdüm, daha doğrusu hiç bırakmak istemeyeceğimi. İstanbul benim temelim, sahnem, benim tek yaşam alanım, “Kaosla besleniyorum ben” derdim, şehirden şikayet edenlere, üstten baka baka.
Kurumsalı bırakıp, kırsala kaçmış veya ne biliyim dünyayı dolaşmaya çıkmışların hikayeleri olur ya, genelde Hürriyet Pazar ekinde, ben o tipleri görünce (genelde Journey’de kahvaltımı yaparken), içimden “zayıf bunlar” diye geçirirdim, “şehrin rekabetine dayanamamış, kaçmış.”….
İşte nereden nereye ve o 2016 yazı, çok şey değiştirmiş, şimdi anlıyorum.
O yaz, yetişkin hayatımda ilk kez bu kadar uzun süre İstanbul dışında kalmıştım. Her gün deniz, güneş ve yıldızlar görebilmeye insan ne çabuk alışıyor di mi? Bizim esas sahnemizin, temelimiz bu olduğundan mı acep?
Şimdi, Bakraç Sokak’ın bitmek bilmez gürültüsü, beni delirtmeye başlamış. Tam 10 senedir bu sokakta, bu evdeyim, daha birkaç ay öncesine kadar iplemediğim, hatta duymadığım gürültüden aklımı kaçıracak gibi oluyorum artık. Evimde bile rahat yok ve başka gidecek bir yerim de.
İşte bir elimde kredi kartı ekstresi, bunlar geçiyor kafamdan.
Al sana mükemmel fırtına, al sana bir Erenler Mevkii daha. Tabi ki depresyondayım, ne olacaktı ki?
Önce biraz kendime de kızıyorum, halimi nasıl anlamadığıma şaşırıyorum biraz. Hani çünkü artık o sırada “çözmüşüm” ya olayı, çözmeme rağmen nasıl olur da görmem bu fırtınayı ve onun kaçınılmaz sonunu, ona şaşırıyorum.
Artık o zaman başıma gelen onca şeyden sonra hani öğrenmişim ya güya insan ne ister, neye ihtiyacı var? Gabor Mate’den haberdar olmuşum örneğin veya Maslow’un hiyerarşisini öğrenmişim bu arada, Instagram reel’lerinden de olsa.
Aklım, zihnim kaygı dolu elbet, iş, para kaygısı, “kirayı nasıl ödiycem?” sürekli fonda, sonra bolca memleket kaygısı, “bizim için de gelecekler mi?” de dönüyor, o Tophaneliler ellerinde satırlarla bir gece ansızın gelecekler mi?
Sonra zihnim ne kadar zınzınsa, ne kadar gergin, vücudum da o kadar şollofoş. Big Lebowski’yle flört eder haldeyim, sünepe mi sünepe. Uyuşuk kedim Bimbo bile benden fit, benden güçlü.
Sosyallik desen, o da hak getire, kim bilir kaç haftadır doğru düzgün dışarı çıkmamış, temiz hava almamış, güneş görmemiş, iki insan yavrusuyla konuşmamışımım hele ten tene değmeyeli, bir alt dudak almayalı kimbilir ne kadar olmuş.
Maslow’un piradimindeki hiçbir renk yok hayatımda anlayacağınız, sonra etrafımdaki tek renk de kara, memleket gibi gökyüzü de.
Eğer ki bizler, zihin, beden ve ruhumuzla bir bütünsek, üçlü masa, bende üçü de sallanıyor o sırada ve jeton anca düşüyor bende, anca o zaman anlıyorum vücudumun bu semptomları niye gösterdiğini, niye böyle bir bok un içinde bulduğumu kendimi.
Ama sadece kısmen anlamışım, onu da sonra anlıyorum.
Şu anda biliyorum, “E yani memleket karardı üstüne götün büyüdü, güneş de göremedin insan da, bu mu yani veda bunalımın, ruhun en karanlık gecesi?” diyorsunuz.
“İki tike dışarı çıkaydın, hani bir iki topa vuraydın sonra biraz D vitamini alaydın, biraz kendini insan görmeye zorlayaydın” diye mırıldanıyorsunuz ve haklısınız.
Ben de zaten tam bunları yaptım, eşofmanı makineye, kendimi dışarı attım ve kahvemin içine de Hindistan Cevizi yağı, yanında sıvı D vitamini sonra. Biraz gittim sosyalleştim, iki tike insan gördüm, akşam yemeklerine çıktım, karnım doydu sonra işte hormonlar yeniden fullendi.
Ama işte, yaptım ama olmadı, işe yaramadı.
Daha doğrusu kısmen yaradı. Kısmen yaradı çünkü en önemli kısmı atladım:
Ruhum aç kaldı.
(Tamam tamam biliyorum, klişe bu laf biliyorum, ama ne yapayım, o kadar kadı kızında da olur di mi?)
Evet, ruhum aç kaldı ey okur çünkü, kendisinin varlığından bir haberim o zamana kadar, yani en azından beslenmesi gereken bir şey olduğunu bilmiyorum kendisinin. Hatta pek tanıdığımı da söyleyemem. Bilmeyince, tanımayınca da, meme istemeye devam ediyor bu ruh.
Size bu hikayeyle veda etmemin esas nedeni de bu işte, 40 yaşıma bir sigara içimi mesafede, 2016-2017 kışında, bir ruhum olduğunu keşfediyorum ve kendisi için bir şeyler yapmam gerektiğini de.
2017 kışına kadar, diyorum ya çözmüşüm güya, masanın diğer iki ayağını, hallediyorum az çok, zihni ve vücudu yani, onların farkındayım çünkü, çünkü hayat kafama vura vura öğretmiş o kısımları.
Mesela bedenime, vücuduma daha iyi bakmam gerektiğini öğrenmişim. Ablam hamile kaldıktan sonra, paleo diyettir, yok keto diyettir yok bilnemledir, bir sürü okumuşum, insan nasıl evrim geçirmiş, ne yemek içmek nasıl hareket etmek ister görece çözmüşüm. Beden ve beslenme kısmını çözmüşüm hafif yani.
Sonra işte biliyorsunuz, şu anti-depresan krizi.
Uçurumdan aşağı bakmışım, kafama sıkmanın kenarlarında dolanmışım. Bu da bana sorgulatmış olanı biteni, kendime senelerdir niye bu kadar eziyet ettiğimi düşünmüşüm. Bunun bende yarattığı baskıyı, stresi, kaygıyı. Biraz saygı duyulmak için Ya Rab, ne anti-depresanlar yutuluyor ha?
Sonra işte biliyorsunuz, o aydınlanma, beni özgürlüğüme kavuşturmuş, maaşlı çalışmayı bırakmışım. Çünkü artık biliyorum insan çok yönlü, çok katmanlı, ihtiyaçlarımız çeşitli ve beslenebilmemiz için, en azından bu konuya bir şans verebilmek için, her gün ofise gitmiyor, bir patronun iki dudağının arasında olmuyor olmak lazım.
Yani, zihnimi ve bedenimi iyileştirmişim son birkaç senede ve sanmışım ki çözdüm, ama ruhum aç kalmış.
Bir de sesi cılız çıkıyor onun biliyor musunuz?
Cılız, hani bağırmıyor yani, sessizce söylüyor söyleyeceğini, öyle diplerden geliyor sesi. Meme isterken pek makul.
Onu duymaya, dinlemeye alışık değilseniz, ki ben hiç ama hiç değildim, onu duymak için, diğer seslerin susması lazım, hatta tamamen kesilmesi.
Bu mükemmel fırtına sayesinde işte, hayatım hiç olmadığı kadar yavaşlıyor, bundan yaklaşık 3 sene sonra başlayacak o Covid sessizliği gibi, telefon da susuyor mail de, sesler yavaş yavaş azalıyor ve ben ancak bu sayede o sesi duyuyorum:
Sen ne işe yararsın? Sen ne yaparsın? Kimsin sen?
Bu dönüyor kafamın içinde ve aslında ben önce, bu sesi karıştıyorum, hani G*t Aşkın var ya senelerdir kafamın içinde bana bir türlü adam olamadığımı kakalayan, o yine zannediyorum. İşler durdu diye, yine çıktı piyasaya zannediyorum.
Ama bizimki aslında onu demiyor, çünkü bu konuşan G*t Aşkın değil.
Bu seferki sesin tonu farklı ama hiç duymadığım bir ses de değil:
2001’de çalıştığım televizyon kanalından ayrılmaya götüren ses bu, okula dönmeyi tembih eden ses. Sonra 2006’da New York’ta peydah olan ses bu, bana “Sen bundan daha fazlasın” diyen ses, sayesinde İstanbul’a döndüğüm ses, bana maaşlı hayatı bıraktıran ses de bu.
Şimdi de aslında, bana “Sen bundan fazlasın” diyor bir şekilde ama dedim ya, anlamıyorum o sırada (ve uzun süre daha).
O zaman bu sese ve midemki boşluğa dediğim şu:
“Tamam, darbe yüzünden işler durdu, ben de boşluğa düştüm, ufak bir bunalım, ama açılacak işler, dert değil”.
O derinden gelen ses, bu açıklamalara kayıtsız, gittikçe artıyor desibel, yatağa yatınca duymaya başladığınız bozuk musluk gibi:
Sen ne işe yararsın? Sen ne yaparsın? Kimsin sen?
Ve sonunda dank ediyor, bana o sesin esas dediği, sorduğu şu:
“İşin yoksa, gidecek bir ofisin, gönderecek bir mailin, sözleşmen, kimsin sen?”
O zaman anlıyorum, hayatımda işin, ofisin, plazaların ne kadar yer kapladığını!
O sırada gidecek bir ofisim olsa, veya yapacak önemli! işlerim, bu soruları da bu sesi de duymayacağım.
Duymayacağım çünkü, her gün ofise giderken, şehirde koşuştururken, nasıl mümkün? Ofiste hiçbir iş yapmasanız da o gün, fark etmez, tüm gününüzü Instagram’da veya Trendyol’da veya Etsy’de de geçirseniz de fark etmez, yine de bu sesi duyamıyorsunuz, bu soruları.
Akşam eve gelip, kunduraları ayaktan atıp, bir Jameson elde, Yemeksepeti’ni ve Netflix’i aynı anda açtığınızda, bir iş gününün daha bitmiş olmasının memnuniyetini yaşıyorsunuz, şimdiki gibi, eşofmanlarıyla tavanı seyreden ben gibi, tüm gün hiçbir işe yaramamış olmanın varoluşsal krizini değil.
Yani, sevgili okuyucu, bu mükemmel fırtına, bu 2016 -2017 sonbahar/kış krizi, bu, bir ilüzyonu yok ediyor.
Ha bu arada, hani bu yaşadığımın, duyduğum seslerin “ruhun çağrısı”, yok efendim ruhun sesi olduğunu falan düşünmüyorum o zaman, bunu seneler sonra düşüneceğim, ama ofis hayatının, kurumsal hayatın, bir çeşit illüzyon yarattığını o zaman fark ediyorum.
“İşe yaramış olma” ilüzyonu diyebiliriz belki ha?
İnsan işe yaramak istiyor, çok doğal, pek de güzel, en temel dürtülerimizden ve aslında, ihtiyaçlarımızdan da. Burada bir sorun yok, sorun sanırım, en azından benim için, kendimi sadece beyaz yakayken, ofisteyken, para kazanırken işe yarıyor görmüş olmam şimdiye kadar. Başka bir işe yarama yolu bilmiyor olmam.
Ha bir de tabi, bu yaptığım avukatlığım, benim dışımda kimin işine yarıyor Allasen? Patronumun ve benim dışımda, hangi derde derman olabiliyorum? Kime hayrım var benim bu hayatta ha?
Böyle işte, avukatlık dışında, iş dışında, ben kimim, ben neyim diye sormaya başlıyorum kendime ve biraz anladıkça, sorular da çeşitleniyor:
Ne işe yararım ben? Neden anlarım? Ne yapmak istiyorum bu hayatta? Beni ne mutlu eder?
Ne garip di mi, bunlar en esaslı sorular ve çok azımız bunun cevabını biliyor veya bu soruları soruyoruz. Eminim o kış olmasa o mükemmel fırtına, ben de hiç sormayacaktım. Teşekkürler mükemmel fırtına…
Sormak demek, cevap bulacağınız anlamına da gelmiyor kesinlikle, herkesin cevabı da değişiyor elbet ama bence değişmeyen bir tek şey var, ilk cevap:
Bilmiyorum.
Ama aslında normal değil mi ha? Nasıl bilesin ki?
Romantik komedilerde hani, karakterlerin tanıtıldığı müzikli sahneler vardır ya başta, “başarılı erkek” karakteri (bkz Matthew McConaughey / How to Loose a Guy in 10 Days veya Ryan Gosling/Crazy Stupid Love) gösterir:
İşte bizimki kalem etekli bir ablayla bardadır önce sonra sabah uyanır eleman, ve baklavalarıyla yataktan çıkar ve üstüne cuk oturan takım elbisesini giyip altına cuk yakışan spor arabasıyla şehre iner, gider aynalı camlı bir gökdelene girer ve kendisine hayran kadın ve erkek çalışanların arasından (ve illa ki hepsine zekice bir iki espri yaparak) ofisine girer ve ayaklarını masasına koyar. Elinde de illa bir elma veya beyzbol topu.
Film ama tabi ki şunu anlatıyordur:
“Her şeyin var zannediyorsun ey başarılı erkek ama, ya aşk, ya sevgi?”
İşte filmin sonunda günübirlik ilişkiler değildir artık aradığı onu anlar ve aslında kendisini seven kadının burnunun ucunda olduğunu anlar ve tam kendisi gibi bebeler yetiştirmek üzere, bir banliyöye taşınırlar.
Mutlu son.
Yani demeye çalıştığım ey sevgili okur, tüm hayatın boyunca, “dersini (ve baklavalarını) çalış, iyi bir işe (illa camlı gökdelende olanlara) gir, iyi bir kız (stilettolusundan ama güzel bebe de yapanından) bul” ile büyütülmüşken, bu soruları nasıl soracaksın ki?
Karşına çıkan her hoca, karşına çıkan her ana-baba, tanıdık, patron, iş arkadaşı, sıra arkadaşı, film, reklam, kitap sana bunu pompalamışken, o bombardımanın altında, o sesi, o kısık sesi, nasıl duyacaksın ha?
Peki hani ben duydum da ne yaptım peki?
Kafamda bu sorular, yatıyorum kalkıyorum, duvara bakıyorum, tavana bakıyorum, hatta gidiyorum bir iki yola çıkıyorum, Şubat Bodrum’una, Şubat Çeşme’sine, Urla’sına gidiyorum, hem acaba İstanbul dışında kış nasıl oluyor anlamak, hem de biraz cevap bulmak.
Sonunda yeniden kürkçü dükkanıma dönüyorum, çok düşünmüşüm bu arada ve de taşınmışım ve ne istediğime dair, neyin beni mutlu edeceğine dair sonunda bir cevap bulmuşum:
Tenis.
Evet, bildiğiniz, tenis, tenis oynamak. Hem de yok öyle “Wimbledon’a katılan en yaşlı oyuncu olucam” da değil, sadece daha fazla tenis oynamak.
Yani düşününce hani mantıklı, tenis oynamayı seviyorum, beni mutlu ediyor, ehh fena da değilim, sorumun cevabı bu olmalı sanırım ha?
Bunun ne kadar dandik bir cevap olduğunu benim bile anlamam pek zaman almıyor tabi. Şu yeryüzünde geçirdiğim 40 senenin sonunda geldiğim nokta bu mu diye soruyorum kendime. Beni mutlu eden tek şey, tek “işe yaradığım iş”, bir raketle sarı toplara vurmak mı yani?
Sonra yeni cevaplar geliyor:
Marangozluğa mı başlasam? Ekmek yapmayı mı öğrensem? Ikebana? Yoga? (hem güzel kızlar da oluyor).
Sonra bunların hiçbiri değil, benim bir hobiye değil, bir rüyaya, bir tutkuya ihtiyacım var onu anlıyorum, ama o ne ola ki?
Hani Amerikan filmlerinde, karakterin bir rüyası olur ya, işte gece gizli gizli Rap şarkıları yazar veya ne biliyim buz pateni yapar falan, ama dönem veya ana/baba baskısı nedeniyle veya bir kolu/bacağı eksik diye işte artık ne nedense, bu rüyasını gerçekleştiremez ama sonunda gerçekleşir ve hep birlikte sevinç gözyaşları içerisinde filmi bitiririz (Ör Billy Elliot).
Hani reklamlarda “Hayalinin peşinden git” derler ya, çünkü o zamana kadar hayalinin peşinden gidememenin sebebi 24 saat koruyan bir deodoranttın veya süper emici bir pedin olmamasıdır.
O filmleri, reklamları izleyince hep aynı şeyi düşünürdüm:
Ne hayali, ne tutkusu? Bende ne hayal var ne tutku.
Yoksa da bulmak lazım di mi ve ben de onu yapıyorum ve Google’a “tutkumu nasıl bulurum” yazıyorum ve karşıma şu çıkıyor:
https://markmanson.net/screw-finding-your-passion
Evet, The Subtle Art of Not Giving a F*ck’ın (Kafaya Takmama Sanatı) yazarının henüz The Subtle Art of Not Giving a F*ck’ı henüz yazmadan yazdığı bir blog yazısı:
Mark Başkan kısaca diyor ki “Hayatta tutkunu bulmakla, hayallerini bulmakla uğraşma, bunlar anlamsız, zaten tutkunuz, hayaliniz orada, gözünüzün önünde, sadece orada olduğunu bilmiyorsunuz”.
Sonra da anlatıyor işte nasıl da çocukluktan beri yazmayı sevdiğini tutkusun yazmak olduğunu keşfettiğini. .
Bir ton küfrediyorum elbet kendisine:
“Yok efendim yazmayı çok seviyormuş da hep yazarmış da, çocukluktan beri yazmış da, kıçımın kenarı. Eee senin yine varmış kardeşim, biz napıcaz?”
Başladığım yere geri dönüyorum yani anlayacağınız.
Yine de sevgili okur, bu Mark’ın blog yazıları, bende bir şeyleri de dürtükleyiveriyor, düşündürüyor beni. Yazmak öyle çok büyük bir yer etmemiş hayatımda evet ama hikayeler, hele ki gerçek, yaşanmış insan hikayeleri, onlar beni hep etkilemiş.
Ne severdim başkalarının hikayelerini duymayı, öğrenmeyi. Hele ki, aynı dertlerden, tünellerden geçmiş insanların hikayelerini. Bunları duyunca biraz olsun ferahlıyor, “bir ben diilmişim” diyorsun ya hani?
Darağacında Üç Fidan’ı, Deniz Gezmiş’in hikayesini nasıl unuturum? Beni hukuk fakültesi okumaya iten o hikayeyi? Sonra “Başka bir hayat mümkün” dedirten Jack Kerouac’ın Yolda’sını, Beyaz Zenciler’i? Ömer Madra’nın Romanımla Sana Bir Ses’ini nereye koyarım?
E sonra ben kendi hikayelerimi de severdim ama di mi? Hayatta tek başarımın, onlarca yemek masasına yetecek hikâye biriktirmiş olmam olduğunu düşünmüştüm hep. Bayılırdım da anlatmaya, “Abi ne adamsın!”lara da bayılırdım, “Annenin başına gelen kızarmış tavuğun başına gelmedi” denmesine de.
Ne kadar haylaz ne kadar yaramaz ne kadar baş belası olduğumu ama işte bir şekilde hayatta kalmayı başardığımı, bugünlere kadar geldiğimi anlatmaya bayılırdım.
Ehh, o zaman ben kendi hikayelerimi niye yazmıyordum ha?
Velhasıl kelam, elinizdeki bu kitap, o zaman başlayan bir sürecin bir sonucu, bir nevi bir orta yaş krizinin bir sonucu. Başkalarının hikayeleri bana bu kadar derman olduysa, belki benimkiler de başkasına olurdu ha?
Belki, ben bu işe yarıyordum ha? Hikaye anlatmaya, kendimin, ve başkalarının?
O krizin başka sonuçları da oldu bu arada. Öyle çok acayip eksantrik şeyler değil, Bali’de mercan kökü seremonileri yapmıyorum veya iç organ masajı.
Yukarıdaki soruları sora sora, bolca tenis oynaya oynaya, salonumda nice bitkiyi öldüre öldüre, bir sürü road trip’e çıka çıka, zamanla, yavaş yavaş, usul usul, kendime daha iyi gelen bir hayat kurmayı başardım.
Bugün 46 yaşındayım ve hala, avukatlık yapıyorum ama artık sorduklarında söylediğim ilk veya tek şey avukat olduğum değil. Başka bir sürü şey daha söyleyebiliyorum artık ve ha bu arada dev Samsung TV’m de, L- koltuğum da hala yok.
Şimdi, bilgisayar ekranımın arkasında duvar değil, bir portakal bahçesi var artık mesela. Sonra ufuk neymiş, meteor yağmuru ne güzel bir şeymiş, bulutlar nasıl hareket edermiş, daha iyi bir fikrim var artık.
Sonra bizim G*t Aşkın’dan da nicedir pek ses çıkmıyor, çıktığı zamanlar da onu çok ciddiye almamayı öğrendim. Diğer ses, o derinden gelen, onunla aramız da iyi sayılır ya, hem daha çok dinliyorum onu artık, ondan kaçmak yerine. Çoğu gün baş başayız kendisiyle ne de olsa. Sonuç olarak, kendimle hiç fena geçinmiyorum ve yalnız yaşayan biri için hiç fena değil.
Bu son Erenler Mevkii ise, 2017 Mayısı geldiğinde, tam 40 yaşıma girdiğim günlerde yani, bitiyor ve tabi ki ne başlıyor? Evet bildiniz, yeni bir Gelidonya Feneri Etabı! Hem de şimdiye kadarkilerin en güzeli, zilzurna aşık olmuşum bu etapta ve hiç olmaz dediğim şey olmuş, hayatımda ilk kez, bir aile babası olarak düşlerken bulmuşum kendimi.
Ama artık bu etabı da anlatmayayım, sonrasında olanları da, “bitti artık ruhun karanlık geceleri, bunalımlar, karanlık tüneller” demişken, başıma gelenleri. Anlatmayayım çünkü, üstünden yeterince zaman geçmedi.
Şimdi zaman çenemi ve laptopu kapatma zamanı.
İleride belki bir gün, 40’dan sonrasını da anlatırım, neden olmasın?
Yine de gitmeden, size son bir hikaye anlatmak zorundayım. Eskilerden değil bu ama, bu yenilerden, 2023’ün Ekim’inden, aylarca gelmesini beklediğim sarı yazdan. Zorundayım çünkü, eğer eve döneceksem, eğer hikayemin sonunda bir eve dönüş var ise, bu bir Kahramanın Yolculuğu ise yani, o halde bu son hikaye olmadan, dönüş de olmaz.
İyi ki olanlar böyle oldu, iyi ki eve döndüm.
Bir sonraki ve son bölümde görüşmek üzere.