Romanımla Sana Bir Ses. S03. E11. Eve Dönüş - Son Sözler.
Call Me By Your Name’i izlediniz mi? Benim gibi bir coming-of-age hikayesi delisi için, kaçırılacak film değil tabi ama son bölümde bir sahne var ki, tam da karın boşluğuma gelen bir sahne. Babanın kalbi kırık gay oğluyla yaptığı konuşma sahnesi yani, ahhh ulan ahhh:
Hani filmi seyretmediyseniz, çok da önemli değil, herhangi bir babanın/büyükbabanın oğluna/torununa sahip çıktığı, “gel evlat” dediği sahneyi gözünüzün önüne getirin yeter.
Hatta büyüğü küçüğü de bırakın, herhangi bir kişinin zora düşmüş birine yardım elini uzattığı herhangi bir sahne gösterin (Good Will Hunting/ It’s not your fault” sahnesi mesela of aman tanrım), benim ses çatallaşır, gözlerim hemen su koy verir.
Hatta kahramanlarımızın Homo Sapien olmasına bile gerek yok, bir gün Nat Geo’da aslanlar bizon sürüsüne saldırıyor ve sürünün sonunda kalmış bir yavruıyu yakalıyorlar ve yüzlerce bizon arasından biri sürüden çıkıp, aslanlara saldırıyor kendinin olmayan yavruyu kurtarmak için… Sekreterlere konuşamayan ama belgesele ağlayanlardanım.
Böyle ileri derece bir sulu gözken, Call Me By Your Name’deki baba-oğul sahnesi sonrası, sümüklerimi silecek omuz kalmamış tabi. Kalmamış çünkü baba-oğul sahnelerine ayrı bir zaafım var öteden beri.
Ama o gün işte, tam olarak neye ağlıyorum ben burada diye düşünmüştüm? Evet, yani o baba-oğul sahnesine ağlamıştım biliyorum da ama tam olarak neye?
Ağlarken genelde, fiilin kendisini düşünürsün, “Anaa zırıl zırıl ağlıyorum” dersin, veya “acaba sümüğümü gördüler mi?” diye veya “ohh ne güzel rahatlıycam şimdi” diye sevinirsin. Neye ağladığını ise pek düşünmezsin.
O gün düşünmüştüm ama işte, bu sahne beni niye bu hale getirmişti?
Hani oğlan aşk acısı çekiyordu (ve o sırada ben de çekiyordum) ve babası da onu teselli ediyordu, duygusal sahneydi tamam, ok, bissürü insan da ağlamıştır benim gibi eminim. Ben de kısmen o çocuğa ve kısmen kendi kalp kırıklığım nedeniyle ağlıyordum, orası da tamam.
Ama hepsi bu diildi di mi? Başka bir şeye daha ağlıyordum, ama neye?
Bu kitabı, ilk yazmaya başladığımdan beri iki bölümü var sürekli değişen, kafamın içinde dönüp duran:
Başlangıcı ve sonu.
İkisinin de ortak noktası var, ikisi de babamla ilgili ve ikisi de, bir çocukluk hatıramla. İkinci sezon, altıncı bölümde (Diriliş Ertuğrul) anlatmıştım bu hikayeyi kısaca:
90 yazında, ben 13 yaşında, bir grup kenar mahalleli, bizim kaykay sahasına dadanmış, terör estiriyor. Yaşları bizden küçük ama ellerinde kelebek bıçakları var bir de sokağın köşesinde bekleyen faytoncu abileri. Zorla kaykaylarımızı alıp, yoldan geçen arabaların altına atıyorlar sırf zevk için, gık desen ya yumruğu yiyorsun ya kıçına kelebeği.
Tüm sene harçlığımı biriktirip anca alabildiğim kaykayım, bir sonraki kurbanları olacak diye ödüm bokuma karışıyor ve ben de sonunda babamdan yardım istiyorum, “bir görünsen yeter baba, bir daha gelmezler” diyorum ve babam bana ilk ve son hayat dersimi veriyor:
“Her koyun kendi bacağından asılır.”
Hani biliyorum, dünyanın en dramatik baba-oğul anı değil, alt tarafı işin ucunda kıçı boklu bir kaykay. Ama işte çocuk dünyası, çok üzülüyorum, hayal kırıklığına uğruyorum. “Bir aşağı inse yeterdi, bir görünse” diye düşünüyorum, kuruluyorum babama.
Bu babamın öylesine söylediği birkaç kelime değil ama bende bu kadar yer tutan. Söylediği dönem de önemli.
O dönem, biz büyürken yani, pek zorlanıyorduk maddi anlamda, babam sabahtan akşama kadar direksiyon sallıyordu evi geçindirmek için, döndüğünde de o sinirle illa bir kavga gürültü, huzursuzluk, her hafta yeni bir kemer sıkma programı açıklanıyor.
Bu sözlerden o dönem çıkardığım sonuç buydu işte sanırım, yani bu hayatta ne yaparsam kendim yapacağım. Ailem, ne duygusal olarak ne de maddi, beni bir yerden bir yere alıp koymayacak belli olmuş.
Bunu böyle, bu kelimelerle düşünmüyordum büyük ihtimalle bu arada, ama hissediyordum, onu çok iyi hatırlıyorum. O günlerde gelip gelip göğsüme kurulmuştu “Bundan sonra bir başınasın” huzursuzluğu.
Bu eli bıçaklılar, birkaç gün sonra kaykay pistinden sıkıldılar, yakamızı bıraktılar, ama babamın bu sözü, bu tek başınayım fikri, tedirginliği, hayatımın kalanını da biraz şekillendirdi sanırım, her şey biraz daha ciddileşmeye başladı o günden sonra.
Call Me By Your Name’in jeneriği akarken, 2018’in ilk ayları, bunları düşünüyordum, o kaykay günlerini ve neye ağladığıma dair bir fikrim oluşmuştu:
Bir ““belki”ye ağlıyordum sanırım.
Babamla böyle bir ilişkim olmadığı için değil.
Babamın böyle bir insan, böyle bir baba olmadığını biliyordum. Hem zaten Allasen kaç baba var ki böyle ha? Bunun için onu hiçbir zaman suçlamamıştım (lise hariç), kendisinde olmayan bir şeyi bana nasıl versindi ki? Kızgın falan değildim ona, en azından çok uzun süredir. Bildiğinin en iyisini yapmıştı babam, elden gelen buydu ve bu da ok’di.
Gel gör ki, yine de, içimde bir ufak hüzün vardı sanırım, bir belki de? hüznü.
Eğer babam böyle bir baba olsaydı, eşcinsel oğluna omuz uzatan babalardan yani, iki kelimesiyle, bir gülümsemesiyle oğlunu yerden kaldıracak, onu hiç olmadığı kadar güçlü hissettirecek bir baba, bak işte, bak o zaman belki büyürken bu kadar acı çekmezdim ha?
Belki de her şey daha kolay olurdu ha? Belki 20’lerimde oradan buraya savrulmaz, belki kafamın içindeki o sesleri susturucam diye rehab semalarında gezmezdim.
Belki şu anda bambaşka biri olurdum ha?
Geçen sarı yaz, “Hangi dönemini yeniden yaşamak istersin?” diye soruyor biri, “Aman” diyorum, “Allah yazdıysa bozsun, hiçbirini!”.
“Hadi ya, o kadar kötü müydü ya?” diye soruyor bu kez ve daha o bitirmeden, “..başıma gelen her şey iyi ki de geldi ama.” diyorum, bizimkinin yüzü hepten karışıyor.
Bunu laf olsun diye, onu çıplak görürüm umuduyla söylemiyorum ama, gerçekten de böyle düşünüyordum bir süredir. Şu andan, şu yaşadığım hayattan, geldiğim yerden memnunsam eğer, ehh, bunlar hayatta başıma gelen her bir olayın bir sonucu değil miydi? Özellikle de zor, boktan olanların ha?
En kötü kararlar, en boktan çakılmalar değil miydi beni şimdi en çok gülümseten? İçinden geçerken “Oohh yaşasın nasıl da dersler çıkartıcam, nasıl da büyüycem şimdi” demiyorsun, zil takıp oynamıyorsun elbet.
Ama seni öldürmemişse eğer o, bir araya gelemeyecek kadar kırmamışsa eğer seni, en iyi dönemler onlar değil mi?
Yani sevgili okuyucu, başka bir yere varmış olmak istemiyorsan eğer, geldiğin yerden memnunsan, bir bakıyorsun ki aslında içinde pek bir keşke, belki de kalmamış, onun hüznü de.
Şimdi düşünüyorum da, beni kurtarsaydı o gün babam, o gün veya ondan sonra ne zaman başım belaya girse, bir elini atsa, beni olduğum yerden, olmak istediğim yere koysaydı eğer, o çok özendiğim, pahalı arabalı, zengin babalardan olsaydı mesela, o zaman nasıl biri olurdum?
Bilemiyorum, bambaşka muhtemelen, ama bu kişi olmazdım, orası kesin.
Beni Bayrampaşa Cezaevi’ne gönderen trafik kazasından yaklaşık 5 sene sonra, tazminat davası sonuçlanmıştı ve karşıma çıkan rakam beklediğimden çok daha yüksek, beş kuruşum da yok.
Babam, yarısını tek başına üstlenmişti tazminatın, onu zorlayacak bir rakam biliyorum ama yine bir kez bile homurdanmıştı, bir kez “öff” dememişti.
Tek evlerini, zor bela satın aldıkları evi beni cezaevinden çıkartmak için satmaya karar verdiklerinde de homurdanmamış, “ehh oğlum sen de nasıl böyle bir bela açtın başımıza?” dememişti.
Bir kez bile sitem etmemişti, bir kez bile.
20’lerimde oradan oraya savrulurken, bıraktı beni savrulayım, o kiralarımı ödedi, harçlıklarımı yatırdı. Okulsuz, işsiz ve güçsüzken, 1999 yazında, 2000 yazında mesela, “Amerika’ya gidiyim bu yaz diyorum”a, gitme demedi, ek kartının limitini arttırdı, kendisi deli gibi çalışırken, ben dolarla karşılığı içip sıçabileyim diye.
Stajımı bitirir bitirmez New York’a kaçarken de “otur oturduğun yerde” demedi, kalktı biletimi aldı.
Nasıl olmak, ne olmak istiyorsam, bıraktı olayım. Bugün içimde pek bir “keşke” kalmadıysa, babam sayesindedir ve onun ek kartı.
Yani sevgili okuyucu, “Herkes kendi bacağından” dedi belki ama, arkamı da hiç bırakmadı. Ben “babam bana yol göstermedi, elimden tutmadı” diye hayıflanırken, onun ben kendi yolumu bulmam için beni bırakmış olabileceği hiç aklıma gelmedi.
Ben uçup kaçarken, arkamı kolladı illa. Duygusal olarak değil belki veya fiyakalı sözlerle, ama hep orada oldu, öflemeden, koşul öne sürmeden.
Trafik kazasıyla ilgili tazminatın kalanını da arkadaşlarım ödedi, Babyshowerers’ım yani.
Hem de bir soru bile sormadan, “Ne zaman ödeyebilirsin?” demeden. Hesap numaranı ver dediler, parayı gönderdiler. Gruptan ikisi tüm meblağı üstlenince, veremeyenler veremedikleri için, bana destek olamadıkları için üzüldüler. Böylece tazminat miktarını duyup da karalar bağlamamdan, itibaren birkaç saat içinde tüm parayı toplamıştım.
Bu örnek tek örnek değil elbet.
Ne zaman başım sıkışsa, Babyshowerers veya AMG veya Alkan, Valuş, Memo, Sinanım, Tekom, Begümüm ve adını sayamayacağım niceleri, orada oldular.
2016 Haziranında cebimde üç kuruşla istifa edip serbest çalışmaya başladığımda mesela, aşk acısıyla debelendiğimde de. “Aşkitom” diye açtılar telefonlarımı (bu hitap şekli yayılmasın diye çok uğraştım ama ne mümkün), evlerine, masalarına, seyahatlerine davet ettiler.
Aileleri çevreleri genişledikçe, benimki de genişledi.
Ve bunu, izninizle, biraz babama bağlıyorum yine:
O günden sonra çünkü, 1990 yazındaki o günden, kendimi her fırsatta sokağa attım, eğer başım sıkıştığında babam olmayacaksa ardımda, ehh ben de dayanacak birilerini bulmalıydım.
Batan güneşe doğru atını süren bir Red Kit isem, başka Red Kitler bulsam fena olmazdı. Tango’nun nasıl Cash’i varsa, Miami’nin Vice’ı, Beavis’in Butthead’i, sonra Gypsy’nin Kings’i, hem sonra biraz daha ileride, Deniz’in Yusuf’u ve Hüseyin’i, ve hatta Ocean’ın onbiri, ben de kendime çete bulmalıydım di mi?
Ananızın babanızın kanatlarının altından çıkınca bir de bakıyorsunuz ki, etrafınız çete üyeleriyle dolu:
Bostanlı kayalıklarında, B.A.L korusunda, ÖDP saflarında, karakol nezarethanelerinde, Scene bahçesinde, Nublu bodrumunda, Otto dehlizlerinde, Göcek koylarında, Likya yollarında, Gezi günlerinde…
Sonra, seneler sonra dönüp bir bakıyorsunuz ki, korktuğunuz aslında hiç başınıza gelmemiş, hiç yalnız kalmamışsınız. Babam veya anam gibi sessiz, arka plandakilerin yanında ablam gibi, dostlarım gibi, önde, cephede, benle omuz omuza olanlar hiç eksik olmamış.
Hala baba-oğul sahnelerinde duygusallaşırım, o bence değişmez, değişmesin de zaten, ama artık, o sahneleri seyrederken, babama karşı şükran duyuyorum, “belki de?” hüznünün yerini, “iyi ki” aldı çünkü artık.
Ama bırakın 2018’i, bundan 5 sene sonra, 2023’ün baharında, bu kitabı yazmak için oturduğumda, böyle başlamamıştım, dediğim gibi babamla ilgili, biraz daha “keşke”li bir başlangıç ve bitiş olacaktı, ama yolda değişti her şey.
Ama bazı şeyler baştan beri aynı.
(6.dakikadan itibaren)
Bu kitabı bir sürprizle açmaktı planım, en baştan beri, Lives of Others’in kapanış sahnesindeki gibi bir sürpriz:
Ablama.
Bu yazacaktı işte bu kitap olarak çıktığında, kitapların atıf yapılan sayfası hangisiyse onda “ablama” yazacaktı ve devamında da “olmasan, burada olmazdım”.
Ne büyük sürpriz olacaktı ahh ya, yerimde duramıyordum bitse hele ve basılsa da görse bir an önce diye. Sonra ama kainat, tam da bu son bölümü yazmak için oturduğumda, hiç beklenmedik bir revizyon verdi, ama ona sonra geliriz ona, en sonda artık.
Ablam olmasa burada olmazdım çünkü, ben büyürken bir şarkı vardı sürekli dinlediğimiz, Wild World diye, o zamanki adıyla Cat Stevens’ın şarkısı.
Diğerleri gibi bunun da bir tek nakaratını anlardım sadece ve ama o da genelde yeterdi zaten. “Dışarısı zor genç, hayat sert ve Tanrı yardımcın olsun” diyordu şarkı bana. Hayat zordu ve sert ama daha da fenası, pek de kafa karıştırıcı!
Doğru olan ne veya yanlış olan? İkisini farkını nasıl ayırıcam? Ne yapmam lazım, nasıl davranmam, hangi yolu seçmem?
Sürekli bir yol ayrımları çıkıyor karşınıza ama hangi yolu seçmeniz gerektiği konusunda en ufak bir fikriniz yok. Aile, kültür, büyükler başka şey söylüyor, zihniniz başka, bağırsaklarınız, mideniz bambaşka…
Ne yapacaksın peki, kimi dinleyeceksin, hepsi ayrı telden çalıyor?
Benim gibi şanslıysanız, ablanızı.
Akıllı kızdır eyvallah, zehir gibi denilenlerden hatta ve ben kendimi bildim bileli keyif verici maddelere ne kadar açsam, o da öğrenmeye. Zaten hani Amerikan Liseli, ana dili gibi İngilizceli, dolayısıyla otorite figürü, benim için her dediği On Emir vazifesi görüyor, o konuşunca çünkü, diğer tüm sesler susuyor.
Ve bu ne kadar değerli bir şey biliyor musunuz? Hele ki kafanızın en karışık olduğu zamanlarda, hele ki en zor virajlarda?
Hele ki büyürken…
İlk sözleri, uçan değil, kalan cinsten. 92 yazında bir daha Türkiye’ye dönmemek üzere Amerika’ya gittikten sonra, mektuplaşmaya başlamıştık, bana oradaki hayatını anlatırdı uzun uzun, gördüklerini, öğrendiklerini.
O kadar koca bir dünyası varken, benim gibi bir baltaya sap olamamış ve ehh o güne kadar da onla pek iyi geçinmemiş kardeşine vakit ayırmasına şaşırırdım. Mektupların arasına bir de “Canım kardeşim, moralini bozma, yaparsın sen” sıkıştırırdı, bilirdi nasıl debeleniyorum.
O yıllarda ne zaman Türkiye’ye gelse ki pek sık gelemezdi, illa ki bana vakit ayırır, otururdu yatağıma konuşmak için. Ben akşamdan kalma halde, fonda Portishead, onu dinlermiş gibi yapardım:
Felsefeden, kadın haklarından, çevrecilikten, okuduğu kitaplardan, gittiği konserlerden, tanıştığı insanlardan bahsederdi, bu dediğim 93 falan.
En ufak ilgi göstermezdim anlattıklarına, bana aşılamaya kalktıklarına, biliyordum dışarıda koskoca bir dünya var, öğrenecek o kadar şey var ama duymak istemezdim, benim kafam götümün içinde, kendi bokumdan başkasını göremiyorum.
“Ben şuradan İstanbul’a atamıyorum daha kapağı, sen neler anlatıyorsun?” derdim içimden.
Ama işte ben dinlemem sanırdım da, dediği her şey, bahsettiği her kitap, konu, olay, kişi illa ki hep bir yerlere düşerdi ve o düşenler sonra, kısa zamanda değil kesinlikle ama ileride illa ki bir yerlerden bitiverirdi.
Shadow of the Sun’ı da bana o tanıştırdı, Michael Pollan’ı da, San Francisco’yu da, New York’u da, Frying Pan partilerini de, Boards of Canada’yı da, The Knife’ı da Miss Kittin’i de Cesaria Evoria’yı da. Sonra Black Adder’ı da, Monty Pythons’ı da ve glutensiz beslenmeyi ve paleo diyeti de ve hele sıçarken ayağının altına bir şey koyman gerektiğini de ondan öğrendim.
Hayatım boyunca, “krizde ilk aranacak insan” listesinin başında elbet hep o vardı.
2016’da mesela, işten ayrılmaya karar vericem ama emin de olamıyorum, etrafımdaki herkes tam tersini söylerken hele ve onun bir sözü, dün gibi hatırlıyorum, tüm sesleri, motorları susturuyor ve yapmam gerekeni yapıyorum.
Bu olaydan birkaç sene sonra, bir sabah kendimi kahveme ağlarken bulduğumda, niye bu kadar kötü hissettiğime dair kafam allak bullak tabi onu aramıştım:
“You’re not uniquely fucked up” demişti bana telefonda ve bu kadar güvendiğiniz bir insanın, “sorun sende değil, sorun sistemde, sorun modern hayatta” demesi, nasıl ferahlatıcı biliyor musunuz?
aynı isimdeki podcast bölümünü ne kadar tavsiye etsem az:
Hele ki sayesinde dayı olmama, hayatıma biraz daha anlam katmasına ne demeli, dünya güzeli iki küçük adam yetiştirmesine? Bazen onlara nasıl bir yardımım olabilir acaba, nasıl onlara biraz destek olabilirim? diye düşünürken buluyorum kendimi.
Biraz daha büyüsünler de, dayılarının yanına kaçmak istesinler diye gün sayıyorum.
İşte sevgili okur, bu bölüm böyle olacaktı işte, bu şekilde bitecekti kitap.
Önce babamı anlatacaktım, geç de olsa farkına vardığım mirasını ve sonra da ablamla bitirecektim. Annem hakkında ise bir iki kelime bulurum heralde diye düşünüyordum, ona da bir iki cümleyle şükranlarımı sunarım.
Ama o bir iki kelime, cümle ne olacak, o konuda emin değildim çok. Annemle özel bir derdim olduğundan değil, babam ve ablam için duyduğum coşkuyu duymuyordum sadece, o kadar.
Velhasıl bu şekilde işte oturuyorum son bölümü yazmaya, Eve Dönüş’ü, bitiriyorum artık kitabı. Aynı gün, babamdan bir mesaj geliyor annemle ilgili, beni İzmir’e çağırıyor babam, “birkaç gün gel” diyor, “anneni doktora götürmemiz lazım.”.
İşte böylece kainattan revizyon geliyor ben tam bitirecekken, şimdi bakıyorum da, “Eve Dönüş yazıyorsun demek?” demiş bana kainat “annesiz eve dönüş mü olur?”.
Babamın mesajı büyük bir sürpriz değil, annemle ilgili zaten bir on gündür kaygılıyız o sırada, Eylül başında başlamış kaygımız ve şimdi bakıyorum da ayrılık, babamın doğum gününde tam.
Biz öyle doğum günü kutlayan bir aile olmadık hiçbir zaman, veya doğum gününü bırak herhangi bir şey kutlayan.
Neşeli, şamatalı, uzun masaların, uzun gecelerin ailesi olmadık hiç, güneşin sofrasında, dostların arasında, sandalyeler üstünde uyuyakalmadık pek ablamla. Bu burukluk içimizde baki ve bu nedenledir ki ikimiz de büyük ailelerimiz olsun istedik, o benden çok daha önce istedi bunu ve istediği büyüklükte olmasa da yaptı kendine.
Ben de, elimdekinin ve esas olarak babamın değerini anlamışım onca seneden sonra, hiç gelmediği kadar güzel gelmeye başlamış adam gözüme. Bu vesileyle, babamın bu seneki doğum günü için gaza geliyorum. 80 yaşına giriyor boru diil, “kaç tane böyle önemli doğum günü kaldı ki acaba?” diye düşünüyorum.
Yarın bir gün bir geçse öte tarafa Allah saklasın, şöyle uzun bir masada, babam kahkahalar atarken, fotomuz olmayacak, olacak iş mi?
Olmuyor zaten, yani o hayallerimdeki o masa olmuyor. Bir sürü insan eş dost akraba çağıralım diyorum ama ancak zar zor bir doğum günü mangalına ikna ediyorum bizimkileri, epi topu altı kişiyiz.
Hayal ettiğim kadar uzun değil masa ama istediğim fotoyu çekiyorum yine, babam kahkaha atarken ve sadece o da değil, bir planımı daha hayata geçirmişim, bizimkine bir oyuncak taç almışım, onu da takmışım kafasına:
Dikkatli okuyucu, fotoğrafta sadece babamda değil, annemde de taç olduğunu fark edecektir.
O tacı ben almadım ama, gökten düştü o. Doğumgünü mangalı için İzmir’e gitmeden bir gün önce, Bodrum’da bindiğim takside, yerde, ayağıma çarptı.
Tam da babama nereden taç alsam acaba diye düşünürken bu taçla göz göze geldim. “Nasıl ya?” dedim, “işe bak sen!”, fakat sonra hevesim de kursağımda kaldı, taç çünkü kraliçe tacı, kral değil.
Ve bırakıcaktım o tacı takside biliyor musunuz, almayacaktım, çünkü anneme gıcığım, o istediğim uzun masayı kuramamızın müsebbibi o bana göre çünkü, tek sebebi olmasa da en büyüğü?
Baştan beri pek hoşlanmamıştı bu doğum günü fikrimden, sonra babamın kız kardeşlerini çağıralım demiştim, onları da veto etmişti. O babamla kendisine ufacık ve pek yüksek duvarlı bir dünya yaratmıştı senelerdir ve o duvarı aşmak öyle herkesin harcı değil, uzun masaları zaten hiç sevmez, onların masasına öyle herkes oturamaz.
Anneme bu gıcıklık, hatta bu artık hor görme samimi olmak gerekirse, öyle yeni bir şey değil ve ama öyle hani çok derin veya çok dramatik de değil. Sonra hani öyle annemle aramız kötü değil, ona kötü de davrandığım itip kaktığım da söylenemez. Onu öyle kabul etmişim, artılarından çok eksileriyle ve pek de ciddiye almamaya başlamışım nicedir.
Bunu anlayacaksınız eminim, çoğumuz büyüdükçe, en yakınlarımızı tek bir yerden görmeye başlıyoruz, tek bir taraflarını, eksiklerini... Senelerin köpüğü elbet, kolay değil, o köpükler katılaşmış, kireçlenmiş, o ne dese, ne yaparsa yapsın, sizde bastığı notalar hep aynı.
Annem de benim için öyle, onun sadece olmadığı, olamadığı taraflarını görüyorum. Bu biraz da, “annem melek, babam şeytan” doktriniyle büyütülmüş olmamama bir tepki belki de ama çok önemli değil. Önemli olan, çok uzun zamandır annemin hep (onun bir türlü görmediği veya bakmaya bile cesaret edemediği) gölge tarafını görüyor olmam.
Bundandır işte o yüzden, bu eve dönüş bölümünü yazmaya oturduğumda, onunla ilgili, babam için hissettiğim coşkuyu, şükranı hissedemiyorum.
Hatta şöyle düşünüyorum laptop başına oturduğumda:
“Annem, bize, diğer taraftan örnek oldu, nasıl olmamız değil, nasıl olmamamız gerektiğini öğretti.”
Bu biraz fazla kibirli gelebilir ama gerçekten de, ben de ablam da, annemin zıttı karakterler, insanlar olduk, çünkü annemiz gibi olmak istemedik büyük ihtimalle.
Ahhh ne büyük bir miyopluk tanrım, ne büyük bir ego!
Velhasıl yine de o tacı orada bırakmıyorum takside ve onu da anneme takıyorum ve ikisinin de gülerken fotoğrafını çekmeyi başarıyorum.
Bu fotonun annemin son fotoğrafı olacağını kim bilebilirdi di mi? Çok kısa bir süre içerisinde, annemle ilgili düşüncelerimin, hislerimin tamamen değişeceğini biri söylese hayatta inanmazdım. Onu nasıl bambaşka göreceğimi, çocukluğuma geri döneceğimi..
Bu fotodan yaklaşık 10 gün sonra, babam beni İzmir’e geri çağırıyor dediğim gibi ve gidiyorum ve annemi yürüyemez, yemek yiyemez, çişini tutamaz, hafızası 45 saniyeye inmiş halde buluyorum.
Doğum günü için gittiğimde de annemde bir gariplik sezmişim bu arada, bir yavaşlık, bir ruh gibilik ve sormuşum da “İyi misin?” diye, pek bir cevap vermemiş.
O 10 gün boyunca kendisi için endişelenmişim ama kesinlikle bu şekilde bulmayı da beklemiyorum, gözlerime inanamıyorum.
Annem hem annem gibi ama öyle alışık olduğumuz annemiz gibi de değil, sanki annem çocukluğuna gitmiş gibi, saflaşmış, bir hayal dünyasında biraz, hastalığın hafızasını etkilemiş olmasının da payı var elbet.
Bir çocuk gibi şapşal, muzip, çaresiz ve Tanrım, onu bu halde gördüğüm andan itibaren ona sevgi ve şefkatten başka hiçbir şey duymuyorum. O günlerin, yılların köpüğü hepsi bir anda yok oluyor, böyle, bir anda, pıt diye.
Ne gölge tarafı kalıyor annemin, ne eksiklikleri, ne gıcıklığım, ne hor görmelerim.
Onu nasıl sevmişsem çocukken, bir kez daha onu öyle sevmeye başlıyorum, ve diğer tarafa geçeceği güne kadar, yaklaşık bir altı hafta, bu böyle devam ediyor.
Pek doyamıyorum açıkçası onu yeniden böyle sevebilmeye, onu sarıp sarmalamaya, yine de Tanrıya, Allah’a, yukarıdakine ne diyorsanız siz veya kainata veya işte neye inanıyorsanız, bana annemi bu şekilde yeniden sevme şansı tanıdığı için o gitmeden, şükran doluyum.
Çok değil birkaç ay önce, bir arkadaşım “beni hiç koşulsuz sevmedi” demişti annesinden bahsederken ve garipsemiştim epey.
“Koşulsuz sevmedi mi?” demiştim içimden, “Nasıl yani?”. Hani bu arada yani biliyorum böyle bir şey var tabi, Gabor Mate okuyoruz sonuçta ama yine de çok garip gelmişti bir annenin oğlunu koşulsuz sevmemesi.
Ben çünkü, o kadar içselleştirmişim ki bu durumu, o kadar alışmışım ki annemin beni koşulsuz sevmesine, bu kadar önemli bir hali, temeli, üstüne hayatımı kurduğum bu temeli unutmuş gitmişim.
“Annem bana ne verdi ki?”ye kadar gelmişim, düşünsenize?
İşte hasta yatağı başında ona bakarken ve ona karşı sevgi ve şefkat dışında hiçbir şey hissetmezken bir gün dank etmişti, “Aman Tanrım” demiştim, “annem beni hayatı boyunca böyle sevdi”.
Sonra başıma açtığım dertler, girdiğim yollar, düştüğüm dertler gelmişti aklıma, ve o anda onu ne kadar üzmüş olduğumu anlamıştım.
“Nasıl bu kadın bunlara dayandı ha?” demiştim, “beni sevmek zor iş”..
Hem de bir gün bile, ama bir gün bile, “oğlum bak ben çok üzülüyorum, dertleniyorum, yapma şunu” demeden. Bir gün bile, bir kez bile, “ah keşke şöyle bir oğul olaydın” demeden.
Bırakın demeyi, ima bile etmeden.
Ne cezaevi ziyaretlerinde, ne polis nezaretlerinde, ne New York’a bilinmeze giderken, ne eve “oğlunu indiricez” telefonları gelirken.
Bir kere bile, sırf kendi kafaya yastığı daha rahat koysun diye, “oğlum şu işlere bulaşma” demeden.
Tek dediği, bana hayatım boyunca tek dediği, “önemli olan senin mutluluğun”. Bana başka hiçbir şey demedi kadıncağız.
Ve ahh dostlar, ne anlamsız gelirdi o laf bana:
“Tamam da mutlu olmam için para/iş/statü/manitanın geri dönmesi (veya o sırada her ne ise derdim o) lazım, bu boş laflar değil” diye düşünürdüm.
İşte o hastane odasında fark ettim, biraz geç kalarak belki, bu sayede, bu “boş laf” sayesinde, arkamıza bile bakmadan kendimizi hayata atılabildiğimizi , nasıl olsa annemiz orada, her zaman, her şekilde, her şartta!
Bir kez bile, bir karar verirken, “annem ne der?” diye düşünmeden gittik aldık kararlarımızı (ve hakkını yemeyeyim, “babam ne der?” diye de düşünmeden).
Sonra kendi çektiği dertleri de yansıtmadı bize, kendi atalarından aldığı travmaları yani, o korkunç çocukluk, ergenlik hatıralarının gölgesinde büyütmedi bizi.
İçimizde bir gıdım insan sevgisi varsa eğer, hasetten, kinden, “keşke”den pek payımızı almadıysak eğer ablamla, bunu anneme rağmen mi, yoksa annem sayesinde mi başardık acaba?
Ablam bu kadar güzel bir anne olduysa, o yeğenlerim böyle birer küçük adam, buradan sana nasıl pay vermeyiz anneme ha?
İşte bu yüzden şükran doluyum sevgili okur.
Annem bu şekilde gitmeseydi, pat diye gitseydi mesela, ben anlayamadan gitmiş olacaktı. Anne olmanın, koşulsuz sevmenin nasıl bir şey olduğunu, bana, bize verdiği hediyeyi, mirası anlayamadan ben.
Ablamın da benim de, rahat rahat yuvadan uçmamızı, yolumuzu bulmamızı aslında onun sağlamış olduğunu anlayamadan.
Gitmeden önce “Korkuyorum, ama Atalarımla tanışacağım için de mutluyum” demişsin. Artık korkmuyorsun annecim biliyorum, huzura kavuştun ve herkese, Atalarına bizden, senin değerini biraz geç de olsa anlayan çocuklarından çok selam olur mu?
Dikkatli okur fark etmiştir, Kahramanın Yolculuğu mitine pek özenmekteyim. Hani rahmetli Joseph Campbell’ın ortaya attığı, keşfettiği diyelim, meta-hikaye, hikayelerin hikayesi:
Kahramanımız, evini, yurdunu bırakır ve bir maceraya atılır, yanlış amaçlarla, hedeflerle genelde. Neler gelir neler geçer başından, ejderhaları döver, zindanlardan kurtulur ve sonunda, evine döner, başka biri olarak ama illa ki, değişmiş halde.
En önemlisi de, baştan beri aradığının, zaten içinde, kendinde olduğunu fark etmiş olmasıdır.
Hikayelerimi ayrı ayrı değil, okumuş olduğunuz gibi, bir bütün olarak, bir nev-i coming of age hikayesi olarak yazmaya başlamam da biraz bu yüzdendir işte, böyle bir bütünlük, böyle bir yolculuk sonu hayal ediyordum çünkü. Sonunda eve döneceğim bir Kahramanın Yolculuğu hayal ediyordum.
Hayal ediyordum çünkü, eve falan döndüğüm pek yok. Hani ejderhalar tamam, zindanlar da tamam, iyi ve kötü karakterler de ve hatta belki en baştan beri aradığımın zaten orada olduğunu, bende olduğunu anlamam da, hani belki o da tamam.
Ama eve dönüş ana-babaya dönüşsüz olmaz di mi, yuvanın değerini anlamadan nasıl eve dönersin ha?
Bende de bundan pek yoktu açıkçası ve işte diyordum ki, sen kim Kahramanın Yolculuğu kim?
O sırada hala yolda, yolculukta olduğumu bilmiyorum tabi, hikaye bitti, kapattık zannediyordum.
Hikayeyi ise şimdi kapatabilirim sanırım, annemin gidişiyle birlikte, ben de eve döndüm çünkü.
Umarım başka kahramanlar da çıkar ve onların da eve dönüşlerini okuruz, ben biliyorum okurum, siz yeter ki yazın, anlatın.
Bana buraya kadar sabır gösterdiğiniz için çok teşekkürler. Burada veya gerçek hayatta, sürç-ü lisan ettiysek, affola.