Romanımla Sana Bir Ses. S03.E04. 1001 Gece Masalları
“Not two in the back, not two in the back!”
Arka koltuğa geçtiğimizi görür görmez, Bağdat’lı şoförümüz böyle yakarıyor bize. Arkaya dönmüş, bilmediğimiz bazı el kol hareketleriyle anlamadığımız bir şeyler anlatmaya çalışıyor.
Yanımdakine bakıyorum önce, müvekkil şirketin İş Geliştirme Direktörü’ne, Kerem’e ve Kerem de şoförün bu kelimelerle ne demeye çalıştığını anlayamıyor. Benim bu araca binmeden de anlamadığım şeyler çok bu arada, özellikle de biz iki Salak ve Avanak burada ne arıyoruz?
Bir gün öncesine kadar, hatta o günkü Bağdat uçuşumuza kadar, ben baya heyecanlıyım, mutlu ve gururluyum, bir ilk yaşıyorum çünkü, bir kariyer zirvesi! Yaklaşık iki yıldır, 2008 Kasımından beridir içimde yer eden bir ukdeden kurtuluyorum.
2008’de Mumbai’de bir otele İslamcılar saldırmıştı hatırlar mısınız? İslamcı militanlar üç gün boyunca ikiyüze yakın kişiyi öldürmüştü ve bunlardan o kadar çok oldu ki hangi birini hatırlayalım diyorsanız haklısınız. Bu ise akıllarda daha iyi kalmış olabilir çünkü oteldeki rehinelerden biri de Türk bir avukattı.
İş için gittiği Mumbai’de silah ve tecavüz sesleri arasında, her an kapısının kırılması ve teröristlerle yüz yüze gelme korkusuyla, titreyerek, üç koca gün geçirmişti kızcağız. Ne korkunç di mi? Ne berbat bir olay ve TV ekranının karşısında, ona gıpta ve hasetle bakan ben.
Gıptayla bakıyorum çünkü bürosu tarafından iş için tek başına yurtdışına gönderiliyor kız, düşünsenize? Kimbilir işinde ne kadar başarılı, ne nefis İngilizce konuşan, ne üst kalibre biri ve o sıralar bilmiyorum tabi kendisiyle seneler sonra tanışacağımı ve düşündüklerimin de doğru çıkacağını.
Hasetle televizyona bakıyorum televizyona, o dönem, ki bu dönem senelerce sürecek, en baskın duygu bende. Hasetle, kıskançlıkla ve siyah-beyaz bakıyorum o dönem dünyaya: saygın, yüksek kalibre işlerde çalışan mutlu azınlık ve diğerleri, bizler.
Bu gözlükleri takınca, mikrofonlara konuşurken hala sesi titreyen, beti benzi atmış, kimbilir o travmayı atlatmak için ne terapist paraları ödeyecek bir kızcağız görmüyorum. Tek düşündüğüm, acaba ben de bir gün yurtdışına iş için gidebilecek miyim? Ve olur da bir gün gidersem, kızın başına gelen şey benim başıma gelse, hani manşetlere çıksam, ne süksem olur ama di mi? Memlekette herkes yurtdışına iş için gittiğimi öğrenir.
Ne istediğine dikkat et demişler di mi?
Sonunda hayallerim gerçek olmuş işte. Bağdat mağdat ama olsun, hem iş için hem de devasa bir iş için buradayım. Acayip heyecanlıyım, kaç senedir debeleniyorum böyle uluslararası fiyakalı projelerde yer almak için, bu da gerçek olamayacak kadar iyi bir proje, toplam büyüklüğü 1,5 Milyar dolar diyorlar. Rakama bak?
Nereden nereye ha? The Wire’dan, 1,5 milyar dolarlık projelerde avukatlığa…
The Wire’ı bilir misiniz? Çok kişi için “televizyon için yapılmış en iyi şey”kategorisindedir ve ben de o gruptan. Ne dediğimi anlamanız için seyretmeniz lazım velev ki çok kolay değil, kondüsyon ve zaman gerekiyor bunun için.
Bolca zaman.
The Wire’ı badim İbrahim’le izlemiştik, hani New York’tan, Nublu’dan badim.
2010 sonbaharı. O zamanlar zamandan bol bir şeyim yok ve olmayanlar bunlarla sınırlı da değil: İşim de yok, param da yok. İrem’le tanışmamız üzerinden iki sene geçmiş, iş hayatımda hemen hiç ilerleme yok ve artık pek umudum da.
Olan şeyler de var mesela, evden tahliye edilmeme ramak var mesela.
Bu arada İbrahim benden de fena, güzel kardeşimi manitası terk etmiş. Onun kalbi kırık, benim gururum, dertlerimizi ardı ardına The Wire izleyerek unutuyoruz. Bölüm arasında o kız arkadaşının fotosuna bakıyor salya sümük, ben kariyet.net’i açıyorum, yok yeni iş, o halde yeni bölüm.
Arada yeni iş çıkıyor, başvuruyorum, görüşmeye gidiyorum. Döndüğümde daha da depreşim. “Senin yaşın partner yaşı ama bizdeki stajyerlerde senden fazla tecrübe var” demişti birleşme devralmanın işlerinin efsanevi ismi bir görüşmede, tutmuştum kendimi, binadan çıkana, Levent Caddesi’ne atana kadar ağlamamayı becermiş.
Velhasıl ikimiz de depreş, ikimiz de arada ağlak, günde 4-5 bölüm seyrede seyrede, birkaç haftada The Wire’ı bitirmiştik. Bittiğinde isbe, karanlık tünel de bitmiş, İbrahim’in kalbi onarılmış ve heyhat, ben de yeni bir iş bulmuşum, hem de biraz da The Wire sayesinde.
Bu yeni iş öncekilere beş basar, bir plaza bürosu çünkü, hayallerimden biri bu. Hem de daha da nefisi, sonunda birleşme ve devralma yapan bir büroda, hem de birleşme ve devralma avukatı olarak! Olacak iş değil di mi, olamayacak kadar iyi geliyor kulağa di mi?
Hani zaten normalde inanması güç, üstüne bir de bu büyük büroyla ilk iki iş görüşmem, öyle pek iyi geçmiş denemez. İlk görüşmenin daha ilk dakikalarında yeni birisine ihtiyaçları olmadığını söyleyivermiş görüşmecim, yirmi dakika sonra, takım elbiseden eşofmana, İbrahim’in yanına, yeniden The Wire’a dönmüşüm.
Sanki bu görüşme hiç olmamış gibi, yeniden çağırıyorlar, iki gün sonra, aynı, yıkanmamış eşofmandan aynı takıma girip, aynı büronun bu kez yönetici ortağıyla görüşüyorum, en önemli adamla yani.
Hani onlar beni almadıkça ben bacadan giriyorum ve beni bacadan sokan da, benim Noel Baba yani, İbrahim’in babasının bir arkadaşı. İbrahim’in babası, pek tanınan, pek sevilen, saygıdeğer bir avukat, eski bir baro başkanı ve nur içinde yatsın, bende emeği çok.
İbrahim o ara genelde bende ama arada da babasına uğruyor, böyle olunca benden de muhabbet açılıyor, durumu anlatıyor. Babasının güzel gönlü de bir meslektaşının tüm gününü zenci uyuşturucu satıcılarını seyretmekle geçirmesine el vermiyor. Eski bir dostunu arıyor (bundan sonra “Noel Baba”) ve Noel Baba da işte bu plaza bürosunun kurucu ortaklarından. Noel Baba, bu ricayı kıracak biri değil kesinlikle, tabi görüşmesiz de olmaz. Bana görüşme ayarlıyor ve ben zannediyorum görüşme sırf göstermelik, değilmiş, öyle olmuyor, işe alınamıyorum.
Bunu duyunca Noel Baba, beni işe almadıklarını yani, bu kez yönetici ortağı arıyor, "Birisini gönderiyorum görüş” diye. İkinci toplantı da ilkinin aynı, belki daha da kısa:
“Geldiğin için teşekkürler ama yeni birisine ihtiyacımız yok”.
Benim bu sırada bunlardan, perde arkasından haberim yok, ortaklar arasındaki olayları çok sonra öğrenicem, meğersem hiç geçinemiyorlarmış. Bana Noel Baba’nın tek dediği, şu saatte görüşmen var, işe alınacaksın.
Benim kafa gittikçe karışıyor tabi bir hafta içinde aynı büroda iki kez işe alınmıyorum ve bir kişisel rekorumu daha kırıyorum. Pes ediyorum tabi de Noel Baba etmiyor. Deliriyor işe alınmadığımı öğrenince, ve sonunda bir gün onunla binanın önünde buluşuyoruz, beni baya elimden tutup yönetici ortağın odasına sokuyor:
“Yeni birleşme ve devralma avukatımızla tanış, gerçi zaten tanışmışsınız”
Bu şekilde giriyorum işte bacadan...
Sonraki Pazartesi en fiyakalı takımıma giriyor ve yeni ofisimin yolunu tutuyorum.
Senelerdir bugünü beklemişim ve bir şekilde sonunda olmuş, “birleşme ve devralma” avukatlığımın ilk günü gelmiş! Hem de bu kez, öncekiler gibi, o güne kadar girip çıktığım “tek kişilik” “butik bürolar” değil, bildiğin kelli felli büro, hem de plazada, apartman dairelerinden de kurtuluyorum.
Ofis biraz fazla havalı bu arada, hatta grotesk desek yeri. Resepsiyondaki asistanlardan birine gururla “emeney” departmanında başlayacağımı söylüyorum, adımı soruyor, cevabımla beraber suratı bir tık daha asılıyor.
Takip et işareti yapıyor ve diğer 70 küsur avukatın vızır vızır dolanıp durduğu katı bırakıp, bir alt kata iniyoruz. Burada yukarısının aksine, pek bir insanoğlu yok, bazı odalarda sadece koliler ve kırtasiye malzemeleri. Bir odanın kapısını açıp “Buyrun bakalım” diyor.
Odada 4-5 kişi daha var ve buraya da sessizlik hakim, bir de duman. En yaşlı olanı, “Hoş geldin” diyip, uzun kırmızı Marlboro pakedini uzatıyor. Karantina Koğuşu’ndan tek farkı, sigaranın kalitesi ve tabi hemen sorular üşüşüyor kafama:
Bu binada sigara içilebiliyor mu ya ve hala uzun kırmızı Marlboro içen kalmış demek?
Teşekkür ediyorum, “sadece alkolle içiyorum” diyorum, bunu diyince yüzüme cüzzamlı görmüş gibi bakıyor Marlborocu. Zaten buranın cüzzamlılar koğuşu olduğunu öğrenicem birkaç güne.
Sadece odanın dumanı değil, başka şeyler garip. Oda arkadaşlarımın hiçbiri benim departmandan değil. Hani diyorum karışık oturtuyorlar heralde, sonra öğreniyorum ki birleşme ve devralmanın ne onu da bilmiyorlar. Hani ben de bilmiyorum tamam da, onların konsept veya bir departman olarak dahi haberi yok.
Ertesi gün başka şeyler de öğrenicem, aslında kimsenin tam olarak herhangi bir departmanda olmadığını mesela. Biraz sonra, aslında oda arkadaşlarımın hiçbir iş yapmadığını da. Cuma olduğunda, benim de aslında onlardan biri, bir gizli işsiz olduğumu.
Koca bir hafta geçmiş, hala bir Allah’ın kulu benden ufacık bir iş bile istememiş, ofisle tanıştırılmamış ve hatta e-mail bile açılmamış! Ne oluyor yav?
Gizemi çözmem için oda arkadaşlarımla olan farklılıklara değil, tek ortak noktamıza bakmam gerekiyor; yani hepimizin de bacadan girmiş olması. Onlar da bir şekilde Noel Baba sayesinde işe girmişler.
Diyorum o nerede, belki yanına gitsem biraz daha bilgi alırım, diyorlar ki o burada değil, o daha sessiz ortak, onun ayrı bir ofisi var kişisel, o orada takılır, kendi işleriyle ilgilenir, buraya kırk yılda bir gelir. Allah allah, yine bindik bir alamete gidiyoruz...
Sonrasında öğreniyorum, bizim Noel Baba, yönetici ortak istememesine rağmen, beni aldığı gibi zorla ricaları kıramaz, işe insan sokarmış. Yönetici ortak da bu şekilde bacadan girenleri, ofisin bu ücra noktasındaki odaya tıkar ve buzdolabına kaldırırmış.
Hepimiz ofisin Richmond’ıymışız yani anlayacağınız ve bu bir ofiste buzdolabına ilk kaldırılışım, ne yazık ki son değil!

Herhangi bir birleşmenin veya herhangi bir devralmanın yakınından veya uzağından geçmeden haftalar geçiyor. Arada mesela aşağıdaki Starbucks’ta ofisten bir kızla karşılaşıyorum, merhaba diyorum, aa deliye bak diyor, tanımıyor, nereden tanısın?
Bir ay kadar sonra, yönetici ortak bakıyor paşa paşa ayrılmıyorum, taktik değiştirip iş vermeye başlıyor.
Önce Malatya’ya gidip bir tüketici davasına mazeret dilekçesi sunuyorum, sonra Rize’de bir icra dosyasından bir fotokopi alıyorum mesela. Uçak keşfedilmiş ama internet veya telefon henüz keşfedilmemiş gibi düşünün.
Ben de ne deseler yapıyorum. Bir Doğu görevi daha geliyor sonra, ucu açık bir iş için Van’a gidiyorum bu kez. Müvekkil bir şirketin satın aldığı bir şirketin icra dosyaları arasında geçiriyorum o dönemimi. Dosyalarda ve dolayısıyla Van’da ne aradığımı tam bilmiyorum, çünkü söylenmemiş. Ben de bir süre sonra takmamaya başlıyorum, her gün şirkete gidiyor, bana ayrılan TMO masamın üzerine laptopumu koyup, Sopranos izliyip, otele dönüp yatıyorum.
Bir süre sonra, beni merkeze çağırıyorlar, direnişim sonuç vermiş demek, demek dirayetim işe yaramış, kendimi ispatlamışım. Demek artık alacaklar beni aralarına, üst kata çıkabilicem.
Bu hülyalarla ofise dönyürum da bizim cüzzam kolonisi yok yerinde , oda tamamen boşalmış. Üst kata çıkıp asistanlardan birine neler olduğunu soruyorum. Beni tanımayınca vazgeçiyorum ve bizim Richmond’lardan birini arıyorum.
Aa, duymamış mıyım? Bizim Noel Baba büroyla ilişkisini bitirmiş, ortaklıktan ayrılmı, odadakileri arayıp, hem ev hem ofis olarak kullandığı apartman dairesine çağırmış. Artık onun için çalışacaklarmış.
“Peki ben diyorum?”, “Bilmem” diyor, “bi ara istersen?”.
Noel Baba’yı arıyorum, “Aaa Aşkın naber?” diyor. O benim onu aramama şaşırmış, ben onun beni aramamasına, ama ne diyim, “İyi” diyorum sonra da “Beni unuttunuz galiba?”. Hayatımdaki en garip iş görüşmesi heralde, sonunda, “Ee iyi sen de gel bari” diyor, atlayıp taksiye gidiyorum yeni ofisime.
Kimsenin çalıştığımdan haberi olmadığı plaza bürosu işimden böylece ayrılıyorum.
Bu arada yolda, ulan diyorum kır taksiyi Cihangir’e, gir tekrar eşofmana, aç Sopranos’u, ısmarla Miss Pizza’yı, ara Dilek Abla Tekel’i, bitsin gitsin bu çile. Bu nedir arkadaş ya kovaladıkça kaçan? Sonra tabi Sopranos için de kafamın üstünde bir çatı olması gerektiğini hatırlıyorum ve bu fikrimden vazgeçiyorum, iyi ki de geçiyorum.
Bu kısa plaza bürosu arasından sonra, yeniden eşeğe biniyorum, apartman dairelerine dönüş. Bu kez ofisin görünmezi değil, santraforuyum. Hem öncekilerden farklı, Noel Baba’nın etrafı pek mutasıp ve mutasıp olduğu kadar da (veya bu sayede) zengin tanıdıklarla dolu, bir sürü koca şirket, holding.
Etrafında olmayan şeyse İngilizce bilen bir avukat ve o da ben oluyorum, olduğu kadarıyla en azından. Böylece kısa sürede, bir sürü Anadolu Yakası Kaplanı’na avukatlık yapmaya başlıyorum, mescitli ofislerinin, henüz bir birleşme ve devralma görmemişse de aranan birleşme ve devralmacısı.
İşte bu kaplanlardan biri de, petrol, enerji, doğalgaz ticareti ile uğraşan pek nüfuzlu bir abimiz veya ofiste herkesin çağırdı şekliyle “The Boss”. Onun tüm avukatlık işleri güçlerine de ben bakıyorum ve Bağdat’a da gelişim de kendileri için.
The Boss, sürekli yabancı birileriyle bir işler yapıyor, daha doğrusu yapacak gibi oluyor, ortak girişimler, yatırımlar, finansmanlar konuşuluyor sürekli. Benim derdim de CV’me birkaç tane “Bilnemle ile bilnemle arasında yapılan bilnemle projesi” eklemek. Bunları bir eklesem, plazalara dönebilicem, kahve makinalı, kalem eteklilerin gezdiği bir ofiste iş bulabilicem. Ama arkadaş, olmadı mı olmuyor. Bir sürü potansiyel proje, hiçbiri iki toplantıdan öteye geçmiyor.
Bu Bağdat seyahatimizin konusu da işte devasa bir proje. Irak’ta yapılması planlanan bir rafineri için oluşturulacak konsorsiyuma ortak olmayı düşünüyor The Boss, hem de milyar dolarlık iş. Bu işte aydınlık yarınların kapısını açacak anahtar, bu meblağda bir projenin ucundan kıyısında bile yer alsam, Allaaaaah!
Allaaaah olmasına Allaaah da bir yandan da, alla alla?
The Boss bizimle gelmemiş Bağdat’a, ve bunu son anda öğreniyoruz. Böylece benim heyecan tamamen korkuya dönüşmüş, çünkü toplantıda böyle bakan yardımcıları bile olacak, pazarlık olacak. Ben şimdiye kadar evimin kira artışı haricinde hiçbir pazarlıkta yer almamışım, sayın İş Geliştirme Direktörü’müz Kerem de ben ortaklıklardan veya finansmandan veya rafineriden veya petrolden ne kadar anlıyorsam, o kadar anlıyor.
Yani biz iki Salak ve Avanak, havaalanından çıkıp da ilk sıradaki beyaz Toyota Cruiser’a bindiğimizde, kafamızdaki soru bu işte:
The Boss olmadan, biz bu koca koca adamlarla ne konuşucaz?
Arabaya bindiğimizdeki dalgınlığımız biraz da bundan ve şoförümüz bizi ayıltmak için tekrarlıyor:
“Not two in the back, not two in the back, one in the front.”
“Pardon, sir” diyor Kerem, “What two in the back?”
Şoför, alnından damlayan terleri koluyla silip, hızlı hızlı anlatıyor:
“When two sit in the back, they think it VIP, when VIP, they rocket…”.
Bu son bölümü şoförümüz, iki eliyle karadan-karaya roketatar ateşleyerek süslüyor ve o roket de gelip aracımızı havaya uçuruyor: “….aaaand boooom!”.
“They” kim diye soramıyoruz tabi o sırada, bizi pek önemli birileri zannedip füzeyle yok etmek isteyecek kişiler hangi gruptan, Al Kaide mi, Al Nusra mı, KKK mı öğrenemiyoruz? Kerem aradan kendini ön koltuğa atıyor, can havli malum, şoförümüzün eller hala roketatar tutmakta o sırada. Bu şekilde, Sübhaneke repeatte, havaalanından Bağdat Sheraton’a doğru yola çıkıyoruz.
Bağdat’a ilk gelişimiz olduğunu tahmin eden şoförümüz, bize yol boyunca önemli bilgiler veriyor şehirle ilgili. Şehre giden bu yolun takma adı mesela the Death Road’muş ve hayır, ironiye başvurulmamış.
Bu yol, havaalanını şehre bağlayan tek yol olduğundan Bağdat’a gelen tüm yabancı diplomatlar, Amerikalı askeri yetkililer, gavur işadamları, ecnebi gazeteciler ve bazı alık avukatlar tarafından kullanılırmış.
Her yolcunun işgal güçleriyle ilişkili olduğunu düşünen bir kısım hassas ruhlu vatandaş da bu seçkin misafirleri füzelerle, bombalı araçlarla, yol kenarına döşenen patlayıcılarla karşılamayı bir gelenek haline getirmiş. Hele ki yolcular arkada oturuyorsa, bu bu kişiler önemli kişiler, VIP demekmiş, böyle olunca da roket yeme ihtimali artıyormuş. Sadece bu yolda da diil, şehir içinde de her yerde her an saldırı olabilirmiş. O yüzden buraya gelen yabancıların hepsi, istisnasız, önceden bir güvenlik şirketi ile anlaşıp, zırhlı araçlarla havaalanında karşılanıyor ve korumasız bir adım bile atmıyorlarmış.
“Böyle iş için gelen yabancı bir sizi biliyorum” diyor şoförümüz ve sonra da yolun sağındaki solundaki göçükleri göstermeye başlıyor “bakın burada altı kişi öldü, şu karşı da üç”.
Kerem arkasına dönüyor, birkaç saniye birbirimize bakıyoruz. Hala iç savaşın sürdüğü bir şehre geldiğimizi o sırada anca anlıyoruz ve The Boss’un niye gelmediğini de. Adam haklı, istese de bitiremeyeceği parası, daha gidecek çok Hac’cı varken, bu büyüklükte bir proje için için bile olsa, böyle risk alınır mı?
Otele dörter kol ve bacak ulaşınca, bir rahatlama geliyor ister istemez, hemen akabindeyse havaalanında bıraktığımız kaygı kaldığı yerden devam. Biz bu toplantıda ne konuşucaz arkadaş?
Mark Twain demiş başıma çok şey geldi ama gelmesinden korktuklarım gelmedi diye. Bir kez daha aynı oluyor, bu pek üst düzey kişilerle toplantımız, neredeyse başlamadan bitiyor. Bakan yardımcısının suratı patron yerine bizi görünce feci asılmış, kısa bir hoşbeş, sonra, bu zamana kadar sadece date’lerde yaşadığım bir durum, tuvalete diye kalkmış, kalkış o kalkış.
Biz rahatlıyoruz tabi, hatta belki ben biraz fazla, resepsiyona gidiyorum, hani belki araçsız sorun olmaz diye düşünüyorum. Günün kalanı boşa çıktı ya, bize gidebileceğimiz gezebileceğimiz, hani böyle Main Street tarzı bir yer var mı diye soruyorum. Resepsiyonistin suratı tarif etmem zor. “Sadece bugün pazar yerinde patlama oldu, 50 kişi öldü” diyor. Teşekkür ediyorum, Kerem’le odalarımıza çıkıyoruz, Sopranoslarımızı izleyip, club sandviçlerimizi yiyip, sarı bir taksiyle havaalanına dönüyoruz, tek parça.
Dönüşte ama bu kaplanlarla çalışmaktan ne kadar bunaldığımı fark ediyorum. Bırakın adam yerine konmayı, dublör olarak, yem olarak kullanılıyorum.
Yok olmayacak, bu the Boss’un yanında takıldıkça, ne uzıycam ne kısalıcam. Bir kez daha başlıyorum arayışa, o hafta bir kez daha kolları sıvıyorum. İşte artık ucundan kıyısından ne kadar başlamadan bitmiş projede yer aldıysam, hepsini CV’me ekliyorum. Bir güzel cila, bir boya, güzel bir rapala yapıyorum kendime ve yine çıkıyorum ava, yine başlıyorum görüşmelere. Karanlık mağarada devam ilerlemeye.