Romanımla Sana Bir Ses. SO3. E07. Ana bende bir haller var
Daha önce de bahsetmiştim Gelidonya Feneri’nden. Karaöz ile Adrasan arasında, Akdeniz ile Ege’nin tam köşesinde.
Babyshowerers (WhatsApp) grubuyla Likya Yolu yürüyüşümüzde buradan geçmiştik, aklımızı başımızdan almıştı fener, etrafına, o güzelim ormana o kadar yakışmış ki, o arkasındaki adalara. Hala arada gözlerimi kapatır ve oraya giderim.
Gelidonya Feneri öncesi ise bir Demre – Finike etabı var ki, bir günde deniz yüksekliğinden 1800 metrelere çıkartıyor sizi, Likya Yolu’nun en zorlu parkuru burası, bu zirve noktasına da Erenler Mevkii deniyor, biz erememiştik mesela, kaybolmuştuk bir de üstüne.
Erenler Mevkii – Gelidonya Feneri hafta sonu, Gezi günleri gelmişti aklıma. Hayatımın belki de en boktan yılının ardından gelmiş olan Gezi Direnişi. Aylarca işten atılma azabından sonra, hem de tam atıldığım gün, direniş başlamış.
Şimdi düşünüyorum da bir iki ay daha atılmasam, Gezi’yi bu kadar dolu yaşayamayacaktım, Gezi bende böyle bir yer bırakmayacaktı belki. Buradan bakınca, o önceki yılı, Erenler Mevkii’ni yani, hiç de kötü anmıyorum.
O zaman deseler ama bir hayrı olacak bu günlerin, bi s*ktir git afedersin derdim. İnsan içinde geçerken göremiyor tabi hayrı, tek gördüğü şer.
İşin daha da komiği, meydanı boşaltmamızdan kısa süre sonra, yeni bir iş bulmuştum bile. Komik çünkü, bir daha böyle bürolarda iş bulamam derken, atıldığım kadar iyi bir büroda hem de, iş bulmuşum.
Yeni ofise çok çabuk uyum sağlamıştım ve henüz ilk sene sonu görüşmesinde, 2013 Aralık’ta yani, iki kurucu partner da öve öve bitirememiş beni. Çok değil, iki seneye beni aralarında partner görmek istiyorlar!
Düşünebiliyor musunuz? Daha birkaç sene öncesine kadar anamın emekli maaşını emerken, daha birkaç sene öncesine kadar böyle yerlerde çalışmayı hayal dahi edemezken, partner olucam bir tanesine!
İnsan zor bir etabı bitirince biraz daha rahatlıyor, gelecekle ilgili olarak yani.
Hani biliyorsun hayatın zorlukları bitmeyecek belki ama gittikçe de, oyunda daha iyi oluyorsun, canavarların çoğunu görmüş oluyorsun, ayağın yere daha sağlam basıyor, daha dirençlisin artık, hem alet kutunda yepyeni aletlerin oluyor.
Her zorlukla bir eşik aşıyorsun yani, yine zor bir dönem gelecek sonra belki ama, eski dipleri görmeyeceksin artık. Kim Milyoner Olmak İster? gibi yani. Sonrakini bilemesem de, sonraki turda sıçsam da, 20 bin cepte diye düşünüyorsun, daha aşağı düşmek yok.
İşte böyle, 2013 yazıyla birlikte harika bir Gelidonya Etabı başlamış, hayatımın en huzurlu günleri, sonunda kafamın içindeki ses, G*t Aşkın’ın sesi çıkmıyor. Sonunda en zorlu günleri atlatmışım, bundan sonra hayat bildiği gibi gelsin.
Yeni takım elbisenle kendini pek havalı buluyorum, mağaza vitrinindeki yansımama bakıp, takım elbiseli haline bir göz kırpıyorum o sırada.
Partners Meetingler’e yeterli mi bu takım ama emin değilsin, ama derdin bu olsun diyorum, çekersin birkaç Beymen en kötü.
Bak ama burada haklıyım, derdim takım elbise olsun gerçekten, çünkü ben bunları düşünürken, yukarıdakinin bana Erenler Mevkii’ne rahmet okutturacak bir etap hazırlamakla uğraştığından habersizim elbette ki.
İlk fark ettiğim anı hatırlıyorum, bir şeylerin boktan gittiğini, hem de uzun süredir bir şeylerin yolunda olmadığını ilk fark ettiğim anı.
2014 Nisan başları, takside Levent’e doğru gidiyorum, Hillside Etiler’de tenis oynıycam.
Arka koltukta oturmuş, tenis raketimi çevirip duruyorum elimin içinde. Tenis taksisinde hep böyleyim, elimde çeviririm raketi. Hani belki trafikte yan arabada bir kız görür de “Vay, yan takside usta tenisçi var” der diye. Nereden ne çıkacağı belli olmaz di mi?
İşte yine elimde raketi döndürüp duruyorum bir yandan da Zorlu Center inşaatının çirkinliğini seyrediyorum ve o sırada fark ediyorum:
Bir dakika ya, ben bayadır baya kötüyüm!..
Onu o anda, yani tenise giderken fark etmek iyice garip benim için veya daha doğrusu, tenise gittiğim için fark etmişim. Çünkü, gece hayatından sonra tenis hayatımda tutkuyla bağlı olduğum ve iyi becerebildiğim ikinci şey.
Eski oyuncuyum, eski performans oyuncusuyum diye satarım etrafa ama büyük ihtimalle Türk tenisinin yetiştirdiği en kötülerden biri, senelerce oynadım, sıfır çektim. Yine de virüsü erkenden kapmışım ve çok seviyorum oynamayı, ama taş çatlasa haftada bir oynayabiliyorum malum sıkışık takvimler ve o bir saat, haftanın en beklenen anı hep benim için.
Korta çıkmadan önce başlardı antrenman, zihnimde vuruşlarımı düşünürüm ve o mükemmel vuruşlar baseline’a iner tabi ve kortun etrafına da birkaç tane fıstık kondurmayı ihmal etmem. Yogadan çıkmış, uzun güzel bacaklar. Telefona bakar gibi yapıp arada gönderdikleri kaçak bakışlar, kort çıkışı, “Ne güzel oynuyorsunuz, benle de oynar mısınız?”.
Tenis taksisi, böyle hülyalar arasında geçer ve de o yol bitmez bir türlü. Ödüm kopar trafikten geç kalıcam, tam 60 dakika kalamıycam kortta diye.
Ama o 2014 Nisanındaki tenis taksisinde zihnimi ince bacaklı beyaz yakalar süslemiyor, hatta trafik de pek umurumda değil, partnerim mesaj atıp iptal etse, umursamam bile.
Bir dakika, bir dakika, nasıl yani, ben tenis oynamak istemiyor muyum?
Tenis oynamak istememek hayatımda hiç ama hiç başıma gelmemiş ve beni uyandıran da bu gariplik oluyor. Bu isteksizlik de neydi böyle ha?
Sadece tenis oynamak değil, hiçbir şey yapmak istemediğimi fark ediyorum, tek istediğim, yorganın altına girmek ve hiç çıkmamak ve aslında, bir süredir bunun devam ettiğini de.
Son zamanları düşünüyorum ve hep aynı his baskın olan.
Hani yüksek bir yerin kenarına gelip de aşağı baktığınız zaman içiniz ürperir ya. Bir süredir, her nefes alışımda, ama her nefes alışımda göğsümün bu hisle doluyor olduğunu fark ediyorum. Sanki her an ayağım kayıp da aşağı uçacakmışım gibi. Sanki korkunç bir haber almışım gibi bir his, dokunsalar ağlayacakmışım gibi, ki o sırada bilmiyorum ama eli de kulağında bunun.
Sonra sabahları düşünmüştüm, ne kadar zor kalkıyordum artık yataktan, en kötüsü sabahlarıdır zaten ya. Göğsümde koca bir katır.
İlk birkaç saniye, henüz rüyanın etkisindeyken, sorun yok. Günün tek iyi anı buydu zaten işte, o birkaç saniye. Sonra bizim katır tüm ağırlığıyla oturuyordu göğsümün ortasına ve yataktan kalkarken kafamın içinde tek bir düşünce:
Allahım bugün nasıl geçecek!!
Daha uzak diil, birkaç hafta öncesine kadar, laylaylay diye giyinirken sabahları, bu da ne? Bu da nereden çıktı şimdi?
Bu arada “Allahım bugün nasıl geçecek”in yabancı değilim, böyle çok uyanmışım; cezaevinde her gün böyle uyanmışım mesela veya okuldaki çatışma günlerinde de.
Ama 2014 ilkbaharında o günlerden fersah fersah uzakta değil miyim? Karanlık Mağara’ya girmişim, her türlü canavarı yenmişim, hazineyi bulmuşum, bir iki seneye partnerlık tacını takıcam!
Şaşkınlığım, sadece zamanlamayla alakalı da değil, bu hal bir garip hal. Tamam biliyorum, kafa sağlığı konusunda örnek kişi olmamışım ama bu kadar boktan bir mutsuzluk hali, bu hal, bu çok garip, çok farklı, çok koyu.
Seneler önce bir gün bir gün takside Kral FM’in jingleına denk gelmiştim: “Damarda Doktora Yaptık”
Bu jingleı duyduğumda, ben de kafayı üşütmede doktora yaptım diye düşünmüştüm, geçirmediğim bok kalmamıştı (biraz erken konuşmuşum):
OCD, anksiyete, panik atak ve insomniyada akademik kariyer yapmıştım mesela. Ahh, hele ki insomniya…
Çok şaşıracak bir şey yok aslında di mi, bu kadar felekten geçip de bunun bir yerinizden çıkmamasını beklemek, kapalı kaplar teorisine aykırı sanırım?
Akıl sağlığında akademik kariyerim, çok önce başlamış, vücudum sinyalleri aslında hemen vermiş, ben dinlememişim ve ilk dumanların çıkması, 2000 senesi.
Hatta ilk uykusuz gecemi de hatırlarım, televizyonda çalışıyorum o zamanlar ve sabaha kadar dönüp durmuşum, sonra da şaşırmışım dönüp durmama. 18 ay askerlik ufuktayken, neye şaşırıyorsam.
Ama o zamanlar bağlantıları kuramıyordum işte ve ben de yapmam gerekeni yapmıştım, iyi bir asker gibi, uykum mu gelmiyor, sızana kadar iç, ertesi gün işe devam.
Sonra ama tabi siz gözlerinizi kapattınız veya başka yere baktınız diye kaybolmuyor o yatak altındaki canavar, şınav çekmeye devam ve biraz daha ciddileşiyor iş zamanla, siz de yetişkinliğe adım atıyorsunuz ilk yatıştırıcınızla, bu da cezaevine denk gelir.
Cezaevi sonrasında da farmalara devam, malum okul bitiricem ya. Ertesi gün Medeni Usul, İcra İflas ve Ceza Genel’e girecekseniz hele benim gibi, aynı gün üçüne birden, yarım şişe Tolvon yutmazsanız, rüyalar alemine gitmek mümkün değil.
Gerçi rüya falan da gördüğüm yoktu, hatta onun uyku olduğundan bile emin değilim, kalktığımda bileklerimi kesme isteğiyle kalkıyorum, feci sersem ama işte bu bile tavanda saat saymaya yeğ.
Bir noktadan sonra artık Tolvon da bana mısın demeyince, Atarax, sonra da Lexinol’a transfer olmuştum.
Tabi bunların hepsiyle birlikte, litrelerce melisa, papatya, yasemin çayı ve bir fili öldürebilecek kadar passiflora, bazen gece yatağımdan çıkıp, haplar daha çabuk etki etsin diye, Jameson’ı alıp dönmüşüm yanıma.
Okul çok şükür bitiyor ve kısa bir huzur döneminden sonra New York. Orada da pek uyku uyuduğum söylenemez ama pek uyku uyumaya da çalışmamıştım. O yüzdendir muhtemelen, New York’taki bir senemde neredeyse hiç düzgün bir uyku almamış olduğumu fark etmemiştim. Aslında fark etmeyecek kadar salak diilim de işte, başka yere bakıyorum.
Zurna tam zırt demeye Türkiye’ye döndükten sonra başlamıştı, nur topu gibi bir panik atak ve ataklarla birlikte bolca Alman Hastanesi Acil ziyareti. Her seferinde kalp krizi geçirdiğimden emin acilden girmiş, her seferinde serumumu yiyip, EKG’mi olup, maaşı bırakıp, eve, uykusuz gecelere dönmüştüm.
O ara, başucumdaki uyku hapı kutularının yanında, çiğ sarımsak da tutmaya başlamıştım, bir yerlerden okumuşum kalp krizine iyi geliyormuş. Anam, emekli doktor ya, bir gün ben yine panik atak gelecek paniğindeyim, “Oğlum kalp krizi öyle bir şey değil” demişti telefonda ve onun bu sözleri yetmişti panik ataklarımın sona ermesine. Bu telefonla birlikte sarımsaklar yerlerine dönmüşlerdi ama uyku haplarından kurtulmama daha var, baya var.
200’9 geldiğinde, hayatımda zirve yapanlar:
(1) Kredi kartı borcum
(2) Kira borcum
(3) Otto’ya borcum
(4) Uyku borcum.
En ağırı da bu sonuncusu ve artık ilaçlar da pek fayda etmiyor, dozajı arttırdıkça arttırıyorum, su yerine Jameson’la içiyorum.
Marilyn Monroe’yla aynı kaderi paylaşmaktan ödüm bokuma karışıyor ama sadece bu şekilde, o da her seferinde değil, nereden geldiğini bir türlü anlamadığım bir ter havuzu içinde bir sağa bir sola dönmüyorum.
Sadece bu şekilde, o da her seferinde değil, sabaha kadar toplama çıkartma yapmıyorum:
Kalkış saatime daha şu kadar var, yani yarım saat içinde yeniden uyusam, şu kadar saat uyumuş kalkarım...
Uykumun 2009’da hepten boka sarmasının ama bariz de bir nedeni vardı: Genelkurmay.
Kısa dönem kalkacak, herkes 12 ay yapacak söylentisi çıkınca, sabaha kadar askerlikten başka şey düşünemez hale gelmişim. Askerlikle yatıyor, sabaha kadar 12 ay askerliğin nasıl da sonum olacağını düşünüyor, sonra da askerlikle kalkıp, işe gidiyorum.
Sonunda bakıyorum başka yolu yok, kendimi asker ocağının sıcak kollarına bırakıveriyorum ben de.
Askere ama hazırlıklı gidiyorum, Mahmutpaşa’daki asker dükkanlarından yün donlarımı, yün çoraplarımı, yün içliklerimi alıyorum mesela ve sonra Paris’e gidip, Monica Belluci’den bir adet imzalı foto.
Şimdi çeşitli tesadüfler eseri, ablam yeni taşındığı Paris’te Monica Belluci ve kadınlar-çirkin-erkeklerden-hoşlanırın ayaklı örneği Vincent Cassel’in asistanı olmuş. Ben de askerlik öncesi ablamı ziyarete gitmişim, son bir medeniyet göreyim ve gitmişken de Monica’dan (o artık Monica bizim için), imzalı foto almışım, “Komutanıma sevgilerle” diye türkçe de imzalatmışım o bıngıl memelerinin üstünü.
İşte bunu gidicem komutana vericem o da bana kıyak geçecek, işte nöbet yazmayacak bana mesela, derdim o. Bu çantayla, atlayıp Bingöl’e gidiyorum Aralık 2009’da.
Tabi giderken bilmiyorum komutanım, komutanlarım kimler olacak ama Monica sevmeyen erkek mi olur? Sonra tabi yine bilmiyorum, yaklaşık 6 ay boyunca, “Doğu’da görev yapan en disiplinli subay” (bundan sonra “DGYEDS”) seçilmiş bir zat-ı muhteremin 15 kişilik havan takımında askerliğimi yapacağımı da. Hem de, bir değil, iki değil, üç sene üst üste en disiplinli subay seçilmiş.
Tekmilde hafif yavşak dur, sağına soluna bak mesela boş bulun, BAAAAM DGYEDS’nin botunu göğsünün ortasına yersin dostum!
O 5 ay boyunca, götüme başıma postal yemek, disiplin koğuşunda kendimi bulmak korkusuyla askerlik yapıyorum ve tabi Monica’yı adama sunmaya da götüm yemiyor.
Bir yandan ama, asker ocağının o ter ve ayak kokan koğuşlarında, nöbete kalkıp gelen askerlerin gürültüsü arasında, hatta bazen koğuş basan ve herkesi tekmile çıkartan bizim DGYEDS’ye rağmen, ilk gecemden, terhis olmama birkaç gün kalana kadar, mışıl mışıl uyuyorum.
Olacak iş değil di mi?
Neredeyse, son on yıldır, hukuk fakültesinden şutlanmamdan beri, doğru düzgün iki gece üst üste uyuyamamış biri olarak, 6 ay boyunca mışıl mışıl uyuyorum. Hem de pıt diye uyuyorum, ilaçsız, içkisiz, melisasız, deliksiz uyuyorum, bebek gibi kalkıyorum ve her sabah aynı teşekkürü ediyorum:
Allah’ım şükürler olsun, insomniam yokmuş, kafamda özel bir sorun yokmuş, derdi askerlikmiş.
Sonra, terhis oluyorum, hem de tam doğum günümde, tam 33 yaşımda. Çalsın davullar, kurulsun masalar, düğünümüz var ulaaan!
Cihangir’de, bir arkadaşların evindeyiz ve terhis & doğum günü partimin üzerine henüz güneş batmamış ama ben zilzurna sarhoşum bile. Oradan Otto’ya gidişimizi hayal meyal hatırlıyorum, afterdan da sadece birkaç kare. 6 ayın acısı çıkartmak gerekiyor ne de olsa di mi?
Ertesi gün, Babyshowerers ekibi ile Dalaman’a iniyoruz, tam 11 sene sürecek geleneksel yelken tatilimiz için.
Tüm ekibi, herkesi, deli gibi özlemişim tabi. Askerlik sonrası beni pek parlak bir gelecek beklemiyor olmasına rağmen, dert değil hiçbir şey, dünyayı içesim var ama kederden değil, umuttan. Harika bir bahar havası, bizi bekleyen harika bir yaz, Bedri Rahmi’nin kollarında, çocuklar gibi şeniz hepimiz, şen, sarhoş ve umutlu.
İşim de yok, gücüm de veya param da ama en önemli iki sorunum bitmiş, daha ne olsun! Yeniden doğmuş gibi hissediyordum kendimi, dünya ayaklarımın altında ve hayatımın kontrolü de çok uzun süre sonra yeniden bende.
Gökova’daki ilk gecemizde, yıldız dolu gökyüzünü seyretmiştim tan yeri ağarana kadar. Heyecandan gözüme uyku girmemiş. Sonraki gece de öyle.
Teknedeki ancak 3. gecede fark etmiştim, üst üste uyuyamadığım 6. gecemde yani…
Terhisten önceki iki gece de uyuyamamışım ama, onlar heyecandandı. Terhis gecemde de uyuyamamıştım doğru düzgün ama o da sivile alışamadığımdan. Teknedeki ilk iki gece de çünkü, heyecan işte.
Üçüncü gecemizde ise herkes sızmış, ve ben sonunda itiraf etmişim olanı. İnsomniya kaldığı yerden devam..
Dördüncü gün, ekibi Boncuk Koyu’nda bırakıp, İstanbul’a dönmüştüm, karman çorman.
Bitti zannetmiştim, askerlikle ilgili zannetmiştim, ama değilmiş. Eğer derdim askerlik diilse, 6 ay nasıl uyumuştum? Eğer derdim askerlik idiyse, şimdi niye uyuyamıyordum? Eğer 6 ay uyuyabiliyorsam, demek ki, beyinde, ne biliyim sistemde kalıcı bir sorun yoktu heralde? Neydi peki güzel tanrım sorun, ha neydi?
Nasıl bulucam sorunu, nasıl çözücem, en ufak bir fikrim yok. Tek bildiğim artık bir avuç ilaçla uyuyup, ertesi gün önüme gelenin kafasını kaldırımda patlatma isteğiyle dolaşmak istemediğim. O kadar ağır ilaçlar almak istemiyorum artık ve bu konuda arayabileceğim tek kişiyi arıyorum İstanbul’a döner dönmez.
“Evet Aşkın, hatırladım tabi”.
13 sene önce ve epi topu 4 seans gördüğünüz bir psikiyatrist sizi telefonda şak diye hatırlayınca bu sizde ilginç duygular uyandırıyor.
Ama şimdi derdim başka, duygularımı bir kenara bırakıp, yukarıdakileri ona da anlatıyorum. Askerlikte uyudum, geldim uyuyamıyorum, bana bir çare.
Bizimki, askerlik mevzuuna takılmıyor, çok ilginç di mi? Yani aslında tüm yapbozun kilit parçası bu değil mi? Diyorum ya bağlantıları kuramıyorum o zaman diye, ama sırf ben değilmişim sanırım. Eğer askerde uyuyabildiysem, oradaki şartları bir konuşmamız, deşmemiz gerekmez mi?
Hayır, bizimki için gerekmiyor, çünkü sorun belli, “anksiyetik kişilik”.
Şimdi bunu duyunca bir afallıyorum, ki anksiyete, stres, bu kelimelere aşina biriyim, göbek adım hatta bunlar ama, böyle “kişilikler” olduğunu da bilmiyorum. Çok şaşırıyorum “Bende mi anksiyetik kişilik var” diye soruyorum birkaç kez. “Benim gibi bir sosyal kelebek, masaların hikaye anlatıcısı, buz kırıcısı?”
Bunlarla, onun bir ilişkisi yokmuş, dışarıya karşı nasıl göründüğümle, altında yatan kişiliğimin yani. Hatta tüm o özellikler, aslında anksiyetimi göstermemek, bastırmak için taktığım maskelermiş.
Kötü haber şuymuş ki, bu kişiliği değiştirmeye olanak yokmuş, mizaç meselesiymiş, “göz rengi” gibi, ama hemen öyle dudakları büzüştürmemeliymişim de.
İyi haberler de varmış çünkü, anti-anksiyete ilaçları!
Hem yan etkisi de yokmuş, bırakmak da çok kolaymış, hatta bazı hastaları, tatile giderken ilacı almayı unutup hapı öylece bırakıvermişler.
Bunu duyduğum andaki rahatlamayı hatırlıyorum,
Ahh, bir hap ha, hem de tam benim derdim için!
13 sene önce o kapının önüne cebimde “herkes gibi bunalımdasın”la çıkmıştım, şimdiyse, “herkes gibi ilaç kullanmalısın”la.
Sürekli bir mental, ruhsal derdimin olması, öyle pek övünebileceğim bir şey değil ama “herkes” gibi kafayı yiyor olmam, bakın o bir ferahlık veriyor.
Milletle aynı dertlerden mustarip olmak, Tıp tarihine (muhtemelen senin psikiyatristin adıyla) geçecek bir sendroma sahip olmamak, insanı baya rahatlatıyor inanın. Hele ki derdinin bir eczane kadar ve bir yutumluk bir dermanı olması da.
Bir seans, bir teşhis, bir derman. Kısa günün karı.
Şimdi yalan yok, 10 mg Cipralex’le güzel, sorunsuz bir ilişkimiz oluyorve o kapıdan da bir daha girmiyorum, psikiyatristi de bir daha görmüyorum. Pek bir yan etki yaşadım da diyemem, ama yaşasam da çok umurumda olmazdı herhâlde çünkü uyku sorunum neredeyse tamamen ortadan kaybolmuş.
Neredeyse 10 sene sonra, adam gibi uyku uyumaya başlamışım, neredeyse 10 sene sonra yatak odasına yürürken Allahım bu gece nasıl geçecek diye ecel terleri dökmeyi bırakmışım, 10 sene sonra, başucum Tolvon, Lexiton, Atarax ve sarımsaktan temizlenmiş.
Cipralex kardeş beni kurtarmış, kendisine minnettarım. Sonra ama ayrılık vakti gelmiş, yaklaşık 4 sene sonunda kendisiyle vedalaşmışım, çünkü artık bu değneklere ihtiyacım yok, artık iyiyim, biliyorum.
Biliyorum çünkü bu sürede, bu arada, hayatımı baya değişmiş. Hayatım baya değişmiş, çünkü, bir kitap okumamışım hayır, kitapları okuyan, belgeselleri seyreden, podcastleri hüpleten kişi ablam.
Ablam çünkü, hamile kalmış, ilk yeğenime ve daha hamile kalmadan, “insanoğlu nasıl sağlıklı yaşar”a kafayı takmış, bu konuda fahri doktora yapmış. Ablam öyledir, bir konuyla bozdu mu, o tavşan deliğine bir atlar, okunması gereken her şeyi okumadan, bilinmesi gereken her şeyi bilmeden de çıkmaz.
Çıktığında yaptığı ilk iş de öğrendiklerini bana download etmek olur, hızlandırılmış kurs verir bana.
İşte ablam o delikteyken, ben de yavaş yavaş haftanın 5 günü Miss Pizza yemeyi bırakmışım, sonra adam gibi kahvaltı yapmaya da başlamışım. O pizzayla birlikte, 1 şişe şarap içmeyi ve bu içtiğimi de içki saymamayı da bırakmışım, veya azaltmışım diyim hadi.
Sonra sırf bu da değil, götümü de arada sırada bir parka, bir ağacın altına koyar olmuşum. Gittikçe yalnız vakit geçirebilir olmuşum ve heyhat, sonra mesela Cihangir Yoga önünde güzel saçlı ablaların olduğu bir yerden farklı anlamlar ifade etmeye de başlamış artık.
Çok daha iyi yaşar olmuşum her anlamda, en azından eskisine oranla.
Sonra, ne yediğim içtiğim de değil, ben de değişmişim. Hiç ama hiç değişmeyecek sandığım yönlerim bile değişmeye başlamış ve inanmayacaksınız ama, gittikçe daha az partiler olmuşum!
Beni en çok da bu şaşırtmıştı o zaman zaten. Esas göz rengim benim particilik sonuçta di mi?
2010 baharında mesela, askerdeyken bir gün çok iyi hatırlıyorum karlı dağlara bakıyorum ve içim de kap kara:
“Bu nasıl geçecek?” diye düşünüyorum “hiç bitecek mi bu?”.
Şimdi askere giden herkes için bu düşünceler zaten her gün tabldotta var, çok normal. Ama işte ben askerlik ne zaman bitecek diye düşünmüyorum, derdim bambaşka, bu particilik ne zaman bitecek diye düşünüyorum.
Kafanız karıştıysa şöyle anlatayım:
Ben askerdeyken, İstanbul’da yeni bir klüp açılmış, hem de tam arka sokağıma; Minimusichall.
Sivilden kimle konuşsam, bana Mini’yi anlatıyor:
Mini’de bilmem kim çaldı, çok iyiydi, ay keşke sen de olsaydın, herkes oradaydı.
Beni FOMO’lar, afakanlar basıyor bunları duydukça, deliriyorum ve sadece orada olmak istemek değil, esas derdim, ben terhis olduğumda, yaz nedeniyle kapatma ihtimalleri Mini’yi.
Bunu dert ediyorum günlerce, düşünebiliyor musunuz?
İstanbul’da beni bekleyen bir iş, kiramı ödeyebileceğim bir banka hesabım veya iş bulabileceğime dair gerçekçi bir ümidim yok ama ben günlerce, Mini’ye yetişemiycem diye deliriyorum.
Mahalle de değil ev yanıyor ve ben saçlarımı tarıyorum.
Sonra da işte, o gün dank etdiyor, dertlendiğim derde dertleniyorum.
Düşünebiliyor musunuz, 33 yaşındasınız ve sizi yeni açılmış bir klupten daha çok heyecanlandıran bir şey yok bu hayatta?
“Bu içme sıçma açlığı, ne zaman geçecek?” diye dertlenmiştim, “ne zaman bitecek bu?”
O yaşta torun sevmesi gerekirken, pembe yakası kalkık Lacoste’u ve koca purolarıyla 20’lik tavlamaya Lucca’ya gelen amcalardan mı olacaktım acaba ben de? Yoksa Dikili’deki yazlığında kahvaltıyı müteakip, ağzına kadar Maltepe dolu kül tablasının yanına bir duble ev yapımı rakısını koyanlardan mı?
Ama öyle olmadım, sonrasında değişti her şey. Ve hayır, o gün Bingöl’de bir karar aldım ve hayatım da değişmedi, hiçbir şey pat diye olmadı.
O gün, uçurumdan aşağı doğru baktığım gündü, böyle gidersem beni neyin beklediğini gördüğüm gün. Değişim, o günün de etkisiyle ama yavaş yavaş geldi. Bir paket olarak geldi, her şey birlikte değişmeye başladı. Her şey birlikte değişmeli zaten sanırım.
O akşam tenisten dönerken bunları düşünüyordum işte. Bu kadar değişmiş, belki de hayatımda ilk kez, her şeyi yola koymuşken, bu koca katır bana niye musallat olmuştu?
Sonunda, huzuru bulmuştum sanırım veya ona çok yakın bir şeyi. Rahatlamıştım sonunda, belki liseden beri ilk kez çenesini kapatmıştı kafamın içindeki G*t Aşkın.
Her şeyin başı da sonu da iş hayatımdaki başarıydı benim için ve o kısım rahatlayınca, ben de rahata ermiştim. Arkadaşlarımın yavaş yavaş emekliliklerine ne kadar kaldığını hesaplamaya başladığı bir dönemde ermiştim, ama olsundu. Kaç yaşında geldiği de sorun değildi, sonunda gelmişti, sonunda, kafamın içindeki tamtamlar, seslerini kesmişlerdi.
Çok iyi anlaştığım kurucu ortakla, bolca birleşme devralma yapmaya başlamıştık. Kovulma stresi olmadan çalışmak ne güzel şeymiş anne? Fark etmemişim ama, işi baya kapmışım ve doğru pozisyonda oynatıldığımda, hiç de fena iş çıkartmıyormuşum meğer.
O yüzden, anlamıyorum bir türlü “nasıl olur da şimdi böyle bir depresyona düşerim?” diye soruyorum kendime, “Tam her şeyi yoluna koymuşken?”.
Başka bir şey olmalıydı, bir şey olmuş olmalıydı, ama ne?