Romanımla Sana Bir Ses. S01E07. Sweet Selin O'Mine.
Sarı Selin’le buluşmaya Alsancak’a gidiyorum takside, arka koltukta da Ferhat ve kız arkadaşı. Yan aynadan kikirdeleşmelerini ve didişmelerini izliyorum ve hala inanamıyorum, efsanevi Ferhat ile ilk date’ime ve aynı zamanda ilk double date’ime gittiğime. Hem de o date’in Sarı Selinle olduğuna. Her şey çok acayip, çok abzürt gelişmeler.
Ferhat bizim okulun en bilinen, en meşhur ve en korkulan karakterlerinden. Üst dönemden kalmış, Lise 1’i bizimle tekrarlıyordu. Tüm okulda sınıfta kalan tanıdığım bildiğim bir o vardı, hem de okula Hazırlık’tan girmesine rağmen. Bu bile onu yeterince istisna kılan bir özellikti ama onda daha çok vardı bunlardan:
Okulun Koruluğu’nda, Bornova Küçük Park sokaklarında, Karşıyaka sahillerinde, Kordon’da hep aynı şekilde, hep ağzından sallanan uzun Marlboro Lightsıyla dolanırdı, külhanbeyi gibi. Modern bir kabadayıydı zaten, tiki kabadayı ama:
Yaz kış orijinal Burlington çoraplar üzerine, orijinal Timberland’lerle gezerdi. Sonra kadife kravat takardı, ki bu o zamanlar duyulmamış bir şey, onu da yalandan bağlardı. Sisley kot ceketi hep omzunda.
Zengin olmadığını, babasının bir tornacı olduğunu öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Bu paralar, üstler başlar nereden geliyordu o halde? Bu para konusu o zamanlar çok takık olduğum bir konu ama oraya sonra gelicez.
Koca bir kafası vardı ve daracık omuzlarının üzerinde bu kafa hepten heybetli görünürdü. Ben de zaten önce bu kafayla tanışmıştım, daha doğrusu koca alnıyla.
93 baharında bir gün, Sarı Selin’den öncesi ama hala, Bornova’da Ege Üniversitesi kavşağındaki tren rayları üzerinde, vagondan bozma bir kafede (ki adı da Vagon Cafe’ydi zaten), durup durduk oturduğum masaya gelip, koca kafasını suratıma gömüvermişti. Öyle, bir anda, soru yok, sual yok. Hatta gülümsüyordu bile bana kafa atarken, zaten paso gülen, ama böyle yüksek sesle, sanki insanı sinir etmek için gülen bir tipti ve bu yüzden Snatch’i seyrettiğimde seneler sonra hep Ferhat gelecekti aklıma.
Bu arada kafa atmasının bir sebebi de varmış yani o kadar da psikopat diilmiş arkadaş, açıklamayı da yaptı sağ olsun burnumun acısı taaa kuyruk sokumumda sızlarken, hem de geçerli bir sebep: Sevgilisine bakıp duruyormuşum.
Saçmalık, külliyen yalan, ben aslında Ferhat’a bakıp duruyordum! Ona bakıyordum çünkü beni afallatıyordu. Hiç böyle bir şey yaşadınız mı bilmiyorum? Bir insana bakıyorsunuz, nasıl olabilir de olur diyorsunuz? Hani sanki bir şeyin tamirini izler gibi, ezberlemeye çalışır gibi. Onu iyice incelesem, hareketlerini ezberlesem, insanlarla konuşurken mimiklerini, oturmasını, kalkmasını, çakmağı çevirmesini, sigarasını içişini ve izmariti gömüşünü, belki ben de onun gibi olabilirim diye düşünüyorum, bir nevi ters sosyal mühendislik.
Beni çok etkiliyor çünkü akıl almaz derecede gamsız.
Onun da biliyorum, iyi bir üniversiteye girme, iyi bir iş bulma, araba alma ihtimali, yani hayatını kurtarma, yırtma ihtimali, benim potaya smaç basma ihtimalimle aynı. Hatta daha da kötü durumda, sınıfta bile kalmış düşünsenize? Ama öyle kendine güvenli, öyle kaygısız dolanıyor ki etrafta, anlamayamıyorum. Roş* atıp kapkaç yapan, ev soyan çocuklar gibi, gözler korkusuz hep. Gözlerine bakıyorum ben de, bir an için bir korku arıyorum ama yok. Bir bulsam tamam diycem, ohh diycem. Ama yok ve göremedikçe gittikçe daha da hayran kalıyorum, onun kendine güveninin onda birini verseler hiç düşünmeden sol kolumu verebilirim.
Ferhat’ın burnumu birkaç bölüme ayırdığı günden sonra, ki bu Selin’e çıkma teklifimden birkaç hafta öncesine denk gelir, beni yanından ayırmaz olmuştu. Sancho Pancho derdi bana, her deyişinde de anırarak gülerdi, kendi dediklerine gülenlerdendi. Bazen biri bu anırarak gülüşlerine ayar olsun da bir temiz ağzını burnunu kırsın isterdim. Benim yapamayacağım belliydi. Çelimsizin tekiydim ve Hazırlık bebelerini dövmek hariç, kavga etmekten de feci korkardım.
Kafam karışık ki ergenlik demek kafa karışıklığı demek zaten, ama Ferhatla ilgili bambaşka karışıktı. Bazen ondan nefret ederdim, bazen hayranlık, ama sanırım çoğu kez ikisi birden. Her şeye rağmen benimle takılmayı seçmesinden gurur duyuyordum. Ferhat’la takılmak, okulda benim için bir sınıf atlamaydı. Bu birliktelik olmasa, bunun bana verdiği özgüven veya görünürlük, Selin’in gölgesinden bile geçemez, göz rengini hala bilemezdim.
Biliyordum bunları ve işte kendi kendime söz vermiştim ne kadar sarhoş olursam olayım bunu kimseye hele Ferhat’a hiçbir şekilde açık etmiycem diye.
Taksi Altınyol’dan geçerken kafamı pencereden dışarı çıkartmıştım, midemde hiç olmayan bir şeyler oluyor. Körfez’in o ılık bok kokusu yüzünüze vurduğunda, midenizin bulanması pek normal de, bugün dert İzmirli boku değil.
Ablam Amerika’daki okulunun ilk yılı biter bitmez memlekete gelmiş, annemler de onu alıp hafta sonu kampinge götürmüşler, kızcağız güneşe hasret kalmış Allahın Kanada sınırında tabi.
Ben nasıl bir bahaneyle evde kalabildim o hafta sonu açıkçası hatırlamıyorum ama o hafta sonunu, tüm aile çok iyi hatırlayacağız daha sonra.
Sabah bizimkiler arabaya biner binmez, Ferhat girmiş ve elinde bir ufak rakı. Hani içmek iyi güzel, sürekli peşinde olduğumuz bir şey de, sabah sabah, hele rakı içmek (çok geçmeden sabah kahvaltısı rakıya ekmek doğruyanlarla yatıp kalkmaya başlıycam), o bir ergen için bile fazla.
Sadece rakı da değil, Ferhat annemin ecza dolabını keşfedip, rakının yanına bir kutu İnsimon da açmış. Hayatımda hap ile alkolü ilk karıştırmam ve sanırım güzel bir dostluğun başlangıcı di mi Sam? Önüme konanları görünce “Abi bu ne, nasıl içicez bunu” demiştim, o da rahatlatır demiş ve her zamanki gibi onun dediği olmuştu. O sırada rahatlamaya ne kadar ihtiyacım var biliyor musunuz?
Gerçekten de dediği olmuş, Sarı Selin’le Sevinç Pastanesi önünde buluştuğumuzda, hiçbir yerim titremiyor. Titremeyi bırak, ayaklarımın altına bir uçan kaykay vermişler sanki, sanki her Cumartesi bir başka Sarı Selinle buluşur gibi rahatım, gevşeğim, yürümüyorum uçuyorum.
Ferhat, sevgilisi ben ve Selin, Kıbrıs Şehitleri Caddesi’ne girip, Gazi Kadınlar Sokağı’na dönüyoruz, Cuppa’ya. Burası, İzmir gündüz diskolarının girmesi en zoru, en ulaşılmazı. Bu benim Cuppa’ya sadece ilk girişim değil, aynı zamanda ilk tenezzül edişim...
Ferhat’ı gören badigardların ardına kadar açıyorlar kapıyı, kendimize bir loca buluyoruz, oturuyoruz ve Ferhat’ın işaretiyle gidip bir tur Cin Fiz alıyorum, ikinci işaretinde Cin Menta, üçüncüsünde Sex on the Beach, öyle devam, sadece ergenken içilen içkiler alıp duruyorum masaya.
Ne kadar zaman geçmiş bilmiyorum ama Culture Beat/Mr. Vain çalarken ne düşündüğümü hatırlıyorum: Sex on the Beach düşünüyordum. Acaba nasıl olurdu plajda? Kum kaçar mıydı? Kaçsa da kaçsındı ha, çok güzel olurdu sanki ha? Olurdu tabi, bunun kötü olacağı yer mi vardı ki?
Pump Up the Jam’de kendime gelmiştim. Neler düşünüyordum ben, plajmış falan, sanki normal yataktaki nasıldı biliyordum da kumsalı kalmıştı. Hani tüm kuşları tuttuk bir leylek kaldı. Sevişmeyi bırak, şimdi al öp şu kızı deseler ne yapacağımı biliyor muydum ki?
Teorik olarak biraz ve çok azcık da pratik.
Son aylarda biraz ilerleme kaydetmiştim, çıkma ve öpüşme konularında yani. Kızlara nasıl çıkma teklif edilir ve o büyük an geldiğinde, o altdudaklar birbirlerine doğru harekete geçtiğinde, o anda ne yapılır?
Tenis takımındaki abilere ve özellikle Amerikan Liseliler’e danışmıştım çünkü Atatürk Liseliler nereden bilecek di mi? Mesela “benimle çıkar mısın?” mı denirdi, yoksa bir yere mi davet edilirdi. Sonra, nasıl öpüşülürdü ve ilk öpüşmeye hazırlanmak mümkün müydü gibi her ergenin kendisine sorması gereken sorular?
Bir yere davet edilirdi evet, “Benimle çıkar mısın?” denmiyordu artık (kim karar veriyordu hangi yıl ne deneceğine? Blue Jean?) ve evet, çeşitli öpüşme antrenmanları mevcuttu. İşaret parmağımla başparmağımı birleştirerek yaptığım parmak-dudakla ilişkimiz de böyle başlamıştı. Ama gerçek öpüşme, o hala pek uzakta...
Gündüz diskoları, biz öpücük bakirlerine bir fırsat yaratmak, kast atlatmak için romantik parça çalarlardı arada. Bu şarkılar başlayınca, sanki gece 12 çanı çalmış gibi, fareye dönüşürdük, evli evine, köylü köyüne. Pistte bir tek çiftler kalırdı, elleri çift koldan kızlarının beline dolanmış, daha nakarat gelmeden, altdudaklara doğru uzanırlar. Biz farelerse, geri geri, karanlığa doğru, dans pistinin görünmeyen köşelerine doğru çekiliriz. Burası pusu içindir ama, dansa kaldırmak için doğru kişiyi bulmak için bekleriz burada ve tabi bulduktan sonra cesaret toplamak için. Sevgilisiz kızlar da, umarım doğru kişi dansa kaldırır umuduyla beklerler, beklerken de yerde oynayan disko ışıklarını bir kedi gibi takip ederler.
Bu kez fareye dönüşmek zorunda değilim hayatımda ilk kez ve planım da şu ve kesinlikle tutmayacak planım:
Eğer yeterince sarhoş olur ve oldurursam, I Will Always Love You’yla birlikte piste gidicez. Dans ederken pistin kenarında, kenarında çünkü tam ortada olursa belki çekinir, bir ara kafasını kaldıracak ve dudaklarımı dudaklarına, çok ama çok hafif değdiricem, sonrası Allah kerim. Olur da kafayı kaldırmazsa, ehh o zaman yapacak bir şey yok, bir sonraki Cumartesi.
Bunları düşünürken diyorum daha var plana, Ace of Base/All That She Wants çalıyor, en popüler şarkı. Kafamı Selin’in dizlerinde, ilk buluşma için biraz riskli bir hareket, tecrübeden konuşuyorum, ama yapacak bir şey yok, feci dönmeye başlamış.
Öyle ne kadar durduk tam hatırlamıyorum ama UB40/Can’t Help Falling In Love’ı çok iyi hatırlıyorum. Ne de olsa ilk kez öpüştüğüm şarkı bu! Dizlerinden melul melul Selin’i izlerken, bana doğru eğiliyor ve diş telleriyle tanışıyorum ve alt dudağıyla ve diliyle. Hayatımın en muhteşem, en inanılmaz, en ıslak anı…
Birkaç saat sonra, Ferhat’la, kollarımızın altında manitalarımız Cuppa’dan çıkıyoruz ve Allaaaaah tutmayın beni ulaaaan, dünyaları içesim var, dünyaları içmiş olmamıza rağmen. Kordon’a doğru yürürken sonra ılık bir rüzgar çıkıyor, Körfez’in bok kokusunu yüzümüze çarpan. Selin’in saçları, batan Mayıs güneşinde, Alicia Silverstone’unkinden bile güzel parlıyor. Allahım, bu kız hayatımda gördüğüm en güzel şey. Allahım bugün hayatımın en güzel günü.
Ellerimizde küçük, tombik Efesler, ağzımızda uzun Marlboro Lightslar, kızların yanında marka sigara içmek lazım derdi Ferhat , o yüzden Tekel2000’i saklıyorum. Her denilene, her geçene gülüyoruz. Ayaklarımı hissetmiyorum, midemi de, göğsümü de. Tek hissettiğim Selin’in diş tellerinin yol açtığı ufak kanamalar.
Denizatı’na vardığımızda, o zamanların küçük ama meşhur Kordon rock barı, Sweet Child O’Mine çalıyor. Bazı zamanlar, bazı şeyler, öyle rahat oluyor ki, öyle güzel birbirini izliyor ki, kafanın içindeki tüm sorular susuyor, tüm kuşkular buharlaşıyor.
Sadece Sweet Child O’Mine çalıyor, sadece…
Düşünebiliyor musunuz, öpücük bekaretimi kaybediyorum hem de Sarı Selinle? Hem de altdudak alışverişlerimizden pek memnun görünüyor, antremanlar işe yaramış heralde anlamadım ki. Kim düşünebilirdi daha birkaç gün öncesine kadar…
O gün ama burada bitmiyor, daha neler oluyor, sanki bunların yetmezmiş gibi.
Hatırlarsanız ev boş, annemler ertesi gün, Pazar dönecekler. Bugün cumartesi, hayatımın en güzel günü ve bitmesini istemiyorum. Denizatı’ndan kalkıp, bir vapur gibi Rainbow, Siena, Kalyon masalarından insan topluyoruz, Ferhat topluyor tabi esas: “Hadi kalkın, Aşkın’da parti var.” Beni hiçbiri tanımasa da ben hepsini biliyorum. Ferhat’ın ekürisi bunlar, bizim dönemin, üst dönemin en hırlıları, en bıçkınları, en dibim düşenleri…
18 kişi bana geliyoruz, bana demek bile garip, annemlere yani, 9 erkek ve hepimizin kız arkadaşları. Herkes bir odaya dalıp öpüşmeye başlıyor önce bize Selinle mutfak kalıyor ki hiç umrumda değil. Kızlar için balkabağı çanı çakıp evlerine dağılınca, biz erkekler Tansaş’a gidip, makarna, su ve rakı çalıyoruz, 5 litrelik Şaşallardan. Şaşal çalınır mı arkadaş? O sırada artık olmayacak şeylere o kadar alışmışım ki, dokunulmaz da hissediyorum artık bir noktada.
Şaşal’dan sonrasını pek hatırlamıyorum, mutfaktaki hararetli peynirli makarna yapma tartışmalarını da, iyice sarhoşum çünkü artık, her şey hepten flu, her şey hepten kontrolden çıkıyor: başına ablamın külotlarından geçirmiş geziyorlar allı yeşilli, “Allah var mı yok mu?” diye tartışırken kanepeyi yakıyorlar sigarayla, komşular geliyor sırayla, gürültüden bunalmış, balkondan aşağı evladiyelik kül tablaları atılıyor sırf ertesi gün atanlardan hiçbiri bu evde olmayacağı için…Bir noktada görmeyeyim diye bunları ve belki de ayılırım diye, annemlerin yatağına yatıyorum, sızıyorum, beni soğuk suyla doldurdukları küvete attıklarında kendime geliyorum ancak, bundan sonra film yeniden başlıyor bende. Banyodaki bu bölüm herkesin çok komiğine gitmiş, bir su savaşı başlamış ve hadi demişiz bunu sokağa taşıyalım, anamların bornozları havluları kuşanıp, yarı çıplak, şıpıdık şıpıdık, yalın ayak sokaklarda koşturmuşuz. En son hatırladığım, evin karşısındaki parkın salıncak zincirlerine terk edilmiş babamın kafa havlusu…
Ertesi gün, babamın sesiyle uyanıyorum: şununla sen konuş, yoksa benim elimde kalacak. Annemler, tahminimden erken dönmüş karavandan. Gerçi bir hafta daha kalsalar ne olacak? Neyi ne kadar saklayabilicem? Yanan yanmış, kırılan kırılmış.
Yediğim onca zılgıta ve cezaya rağmen, sonraki hafta da susmuyor bende Sweet Child O’Mine, onu takip eden haftalar da da. Tüm sene yeni bir kaykay için biriktirdiğim parayı “Selin💘Aşkın” yazan gümüş nişan yüzüklerine gömerken de kafamın içinde hep bu. Bu yüzüklerle, Bornova Küçük Park’taki İkarus Cafe’de seçkin bir arkadaş topluluğu önünde, ellerimizde ılık Efes Güneşleri, nişanlandığımızda da. İlk ve son nişanım olacak bu.
Bundan birkaç hafta sonra, taze nişanlılar olarak ayrılmak zorunda kaldık. Okullar kapandı, hasret başladı ve hani bu nişan da biraz onun içindi zaten, hemen çoluk çocuğa karışcaz diye değil. O bitmek bilmez yaz aylarında, beni unutmasın, parmağına bakınca hatırlasın diye.
Selinlerin yazlığı, her güzel İzmirli kızın olduğu gibi, Çeşme’de. Ayrılmadan önce, yazı konuşuyoruz, birbirimize sözler. Sık sık telefonlaşacak, ha bu arada babası artık telefonu o açınca suratına kapatmamı istemiyordu ve sonra mektuplaşacaktık. Yaz dediğin neydi ki, bir çırpıda geçerdi. Sonra Eylül gelecekti ve biz yeniden günde 6 saat öpüşmeye başlayacaktık.
Kurak İzmir yazı başladı sonra. Ferhat’la ve yeni ekürimle, bilardocudan bilardocuya, sabahçı kahvesinden sabahçı kahvesine gidiyordum, aklımda hep Selin. Çok sürmedi, dayanamadım hasrete, nereye baksam onu görmeye, onla öpüştüğümüz park banklarını ziyaret etmeye. Sonunda okuldan 3 arkadaş, benim evdeki meşhur partide tanıştığım tipler ikisi, bir yerlerden ufak bir çadır bulup, Çeşme’nin yolunu tuttuk, hedef Boyalık Plajı, amaç nişanlıya sürpriz. Selinlerin sitesine yakın bir yerde kamp kuracak, kumsalda şarkılar söyleyecek, bol bol sarhoş olup ve bol bol öpüşecektik.
Çeşme otobüsünden inmiş, sitelerin arasından Boyalık sahiline doğru yürürken, karşılaşmamızı hayal ediyordum hala. Beni görür görmez o ela gözleri şaşkınlıktan etrafı kamaştıracaktı emindim. Sonra ne olsundu? Mesela Baywatch’daki gibi, birbirimize doğru koşarak sarılırdık belki? Belki de o denizde olacaktı, ben ona doğru yavaş yavaş yürüyecek ve suyun içinde kavuşacaktım sevdiğime, günbatımına karşı öpüşecektik…
Gerçi pek bu alternatifler için giyinmiş olduğumu söyleyemem. Nişanlımın karşısına, şort mayoyla çıkmayı göze alamadığımdan, en favori kıyafetlerimi giymişim elbet: Quicksilver pantaloum, siyah asker postallarım, Alcoholica t-shirtüm, babamdan yürüttüğüm Levi’s kot ceket ve kafamda da yarım kilo Ondüla Jöle.
Bu haldeyken koca sahilde nişanlı aramak kolay iş değil, o bir Sarı Selin de olsa. Postallar kuma battıkça daha çok kum alıyor, kum aldıkça daha çok batıyor. Bata çıka o kadar terliyorum ki, tshirtüm sırtıma yapışmış ve fakat Allah korusun kot ceketimi çıkartamam, tek havalı şeyim o.
Bir süre sonra, bırakın nişanlımı, hiçbir şey göremez olmuşum, kafamdaki jöle eriyip kirpiklerimi yapıştırmış. Sonunda dayanamayıp önce kot ceketi, sonra sırılsıklam olmuş tshirtümü ve sonunda da kafamı denize sokup jölelerimi çıkartıyorum ve işte Selin’i de o sırada görüyorum. Bir şemsiyenin altında, bizim dönemden Gürhan’la öpüşürken, Türkçe-Mat’lardan Sarı Gürhan….
Selin beni görünce, yaz aşkını da alıp, sahilin daha uzak bir noktasında öpüşmesine devam etmeye gidiyor. Biz de sahilin diğer ucuna, çadırı kurmaya.
Sonraki üç gün bu çadırda Efes Güneşi içip sık sık ağlıyorum, sonraki günler, yine Efes Güneşi içip biraz daha az ağlıyorum, sonra biraz daha. Bol bol Aşk Yeniden ve Akdeniz Akşamları söylüyoruz, arada da osuruğumuzu yaktığımız anlar tek güldüğüm anlar. Yazın kalanını da benzer şarkılar ve benzer içkilerle, Bostanlı sahilinde geçiriyorum ve tabi Ferhat’la.
Sarı Selin’le bir daha hiç konuşmadık, yüzüğü de alamadım ve bu hala teknik olarak da olsa nişanlı olduğumuz anlamına geliyor olabilir. Bırakın konuşmayı, sonraki senelerde, nasıl oldu bilmiyorum, okulda karşılaşmadık bile. Çok garip. İlk aşkım ve ilk nişanım böyle koca bir bozgunla bitiyor ama Sarı Selin ve o Cuppa günü, bana bambaşka kapılar açıyor, beni yepyeni bozgunlarla tanıştıracak yepyeni yollar...