Romanımla Sana Bir Ses. S01E11. Yok ben anlayamıyorum bu kadınları.
95 Temmuz’unda bir gün, eski model, bitmek bilmeyen yaz günlerinden biri. Son uzun yazım.
Soner ve Selim’le, Soner’lerin Alsancak’taki evin salonunda yatıyoruz, kimin evde anne-baba yoksa ondayız o zamanlar.
Selim bir komik oğlan, Selim bir deli oğlan, feci nev-i şahsına münhasır ve ben Selim’e pek gıcığım, kıskanıyorum. Kıskanıyorum çünkü, Hazırlık’tan beri en yakın arkadaşım Soner, son bir iki senedir, artık benden çok Selim’le vakit geçiriyor, okulu beraber asıp beraber içmeye gidiyorlar. Eninde sonunda ben de aynı dersleri asıp ben de aynı yerlere gidiyorum ve sonuçta beraber içmiş oluyoruz ama, içerliyorum, niye beni de çağırmıyorsunuz ulan?
Yoksa Selim benden daha mı eğlenceli? Büyük ihtimalle. Ben hep dertliyim anasını satayım. Bir kez Sonerle dersi kırmış yine Takıl’da içerken, hani Küçük Park’taki işsiz güçsüz birahanelerinden, “Keşke benim de senin gibi böyle aile falan dertlerim olsa” demişti ben yanık yanık İbo söylerken (bkz ‘dertler derya olmuş bense bir sandal’), “o zaman içmek bir ayrı güzel oluyor.”. Döver misin öldürür müsün?
Selim de Soner gibi ve Ferhat gibi de. Görece gamsız, en azından bana göre baya gamsız görünüyor. Yani tabi onun da dertleri var ergeniz sonuçta, o da âşık oluyor haftada bir ama benim gibi dünyalar başlarına yıkılmıyor pek. Hem sonra tüm grubun ortak dertleri de var, sürekli konuştuğumuz dertler bunlar, hep arıyoruz, deli gonca arıyoruz mesela, sonra içmek için para arıyoruz, bunlar için mekan arıyoruz.
O gün de işte, dert yine aynı. Salonda hepimiz bir kanepeye uzanmışız, üstümüzde bir tek The Don’larımız var, terden buharlaşmak üzereyiz ve acaba nasıl deli gonca buluruz?
Tenekeli Mahalle’ye mi gidilse? Yok, oraya Gundi’siz gitmek çok tehlikeli ve gerçi Gundi’yle gitmek de çok tehlikeli. Sırf yanımızda Kürt bir arkadaşımızla gittik diye, çingenelerin bizi soyup soğana çevirmeyeceğine nasıl ikna olmuşuz daha önce, hiçbir fikrim yok. Ama olmuşuz ve de başımıza da bir şey gelmemiş. Yine de bir kez daha, o daracık sokaklardan, o daracık avlulardan geçip o daracık odalara girmek istemiyor kimse. Alternatiflere geçiyoruz; Hint Cevizi, Boru Otu, Tantum? İlk ikisi aktarlarda üçüncüsü ise hap halinde eczanelerden temin edilebiliyordu, üçü de 90’lar gençliği saolsun, yasak artık.
Lise 3 biteli bir ay olmuş, Bülent Ortaçgil’in konser verdiği son Ayran Günümüz’ün üzerinden de bir o kadar geçmiş neredeyse. Lise mezuniyetine, kep atmaya karışık duygular içerisinde gitmişim, bir yandan 7 yıllık bir okul bitiyor, birçok kişiyi bir daha hayatım boyunca görmiycem, andaca tam tersini yazsak da, yemin billah etsek de.
Öte yandan, tam araftayız, çünkü, bir yandan da ehh, aslında okul bitmiyor. Kredileri toplayamadığım için mezun falan olamamışım. Hatta bizim Edebiyat sınıfının çoğu için de aynı şey geçerli: Soner, ben, Selim, Ferhat, Hakan, Gundi. Bizim çeteden mezun olabilen yok. Olabilecek miyiz, o da bize değil, Ankara’daki büyüklere bağlı, yaz okulu açılırsa, o zaman bir şansımız var.
O zamanlar Amerikan gençlik filmleri seyrederdim bolca ve bu filmlerin bir yerinde gençler gelecek planlarından bahsederdi. Liseden mezun olmak üzere olan gençlerimizin çeşitli dertleri vardır bizler gibi: yok işte Prom’a kimi götürücek, yok işte alkolik babasını affedebilecek mi acaba falan?
Yani gençlik demek, dert demek, Amerikan gençliği de istisna değil ama dertlerimiz birbirinden baya farklı.
Amerikan genci 1: Sen nerede üniversiteye gidicen?
Amerikan genci 2: Vest kostta, sen?
Amerikan genci 1: Tüh, görüşemiycez, ben ist kostta.
Arada bir bir tane zıpçıktı çıkar ve “ben gitmiycem” der, böyle gamsız gamsız.
O gamsız çıkınca ekrana yapışırdım, çünkü çok şaşırırdım. Ama arkadaşları hiç şaşırmazdı ve kimsenin üniversiteye gitmiyem diyen birine şaşırmamasına da şaşırırdım.
Bizim Amerikalı gamsızın arkadaşları sakince sorarlardı: “E, ne yapacaksın peki?” “Bilmem, karar vermedim” derdi bizim gamsız, “belki biraz çalışır ve gezerim.”
“Ben çalışıp gezmeyi denedim koçum, o pabuç kolay pabuç diil” derdim içimden. Mezun olamadığım mezuniyetten sonra son Bodrum macerama da çıkmışım, hatta Beyaz Ev’de iş bulmuşum ama, bir gece çalışıp, yine kuyruğumu sıkıştırarak dönmüşüm İzmir’e.
Yapamıycam ben öyle işlerde çalışarak, belli olmuş. Keşke Amerika’da olsaydım, girerdim bir 7/11’e, ne biliyim benzinciye falan veya bir restorana, görüyorum yani millet öyle de yaşıyor, çalışıyor. Burada ama, üniversite tek seçenek.
Ama işte, Selim de Soner de, hiç oralı diiller, apartmandan depozitolu şişe bulup, onlarla bira almayı konuşuyorlar gamsız gamsız. Ah nasıl da kıskanıyordum onları.
Sonra bakanlar çekilsin, başbakan geliyor, gamsızların kralı Hüseyin geliyor eve.
Hüseyin, Soner’in kapı komşusu, Namık Kemal Liseli. Hüseyin ve ekürisi günlerini adam bıçaklayarak, kumar oynayarak, bilimum kafa yapan madde içerek ve küçük hırsızlıklar yaparak geçirir, bizi “okumuş çocuklar” sayarlar, sever ve korurlardı. Onlarla dolaşırken yürüyüşüm değişirdi, sırtım dikleşirdi, kendimi biri sanırdım.
“Ne yatıyonuz oğlum malak gibi” dedi bir yandan ayağıyla yerdeki karoların serinliğinden yararlanmaya çalışan Selim’i dürterken. “Hadi gelin bizle de bari gözünüz gönlünüz açılsın” diye de devam etti: “gelin de karı görün bir kere”.
Yaklaşık yarım saat sonra, Tepecik’teydik, İzmir Genelevi’nin kapısında. Bizim için Denizatı, Dar Sokak veya Fun City ne ise, İzmir Genelevi de Hüseyin ve ekürisi ler için oydu. Sık sık ziyaret edilen, kafa dağıtılan, arada da halvet olunan bir yer. Biz ama nasıl ikna olmuştuk da gelmiştik, pek hatırlamıyorum. Yapacak daha iyi bir şeyimiz olmadığından ve dönüşte Hüseyin’in bize deli gonca bulma ümidinden büyük ihtimalle. Sırf hikayesine yani, hani geneleve de girmedik dememek için, sonrasında aramızda makarasını yapmak için. İşte tutmayan bir plan daha.
Genelevi ben nedense tek bir bina sanıyorum, bir ev sanıyorum burayı, ama değilmiş. Onlarca tek katlı evden oluşan, küçük bir mahalleymiş ve biraz da sert bir mahalle, etraf Otobüs filminden fırlamış karakterlerle dolu.
Evlerin sokağa bakan pencereleri, vitrin işlevi görüyor ve bu koca pencerelerden ev ahalisini rahatça seçebiliyor, hatta içeridekilerle kaş-gözle iletişim kurup, anlaşabiliyorsunuz. Gerçi, bu mahallede kadınlarla tanışmak veya iletişim kurmak çok da zor değil. Özellikle yaşı ilerlemiş olanları camlardan sarkmış, sokaktan geçenlere sesleniyor:
“Şıııışt, komandoooooo, bak ayoool.”
Tatar Ramazanlar denizinde dolanıp duruyor, çıktıktan sonra hatırlayıp güleceğimiz konular, tipler bulmaya çalışıyoruz. İşte Emel’i de bu sırada görüyorum. Evlerden birinde, ama dışarı sarkanlardan diil, tam tersine, odanın uzak köşesinde oturmuş, bacak bacak üstüne atmış gazete okuyor. Dışarıda olanlar umrunda değil gibi. Diğerlerine benzemiyor ama tanıdık da: Gülşen Bubikoğlu bacakları, Perihan Savaş saçları ve Müjde Ar memeleri var.
Emel’i gören ve vurulan bir ben değilim, Selim de vuruluyor, gidip konuşmak, fiyat sormak istiyor ama cesareti yok, ki zaten biz buraya konuşmaya da gelmedik ki ama di mi? İçimden diyorum acaba Selim de mi yoksa bakir, bakın bu benim için yeni ve sevindirici bir gelişme. Hüseyin çekiyor kolumdan, gel diyor selim için konuşalım ne kadarmış.
Öyle adım atıyorum bir geneleve ilk kez ve birkaç dakika sonra, fiyatta anlaşmış (500 TL), üst kattaki odalara çıkıyorum.
O sırada ne oldu tam bilmiyorum, Selim için konuşurken, ne oldu da tamam dedim, bilmiyorum. Aklımı kaçırmış olduğumu düşünebilirsiniz ve ben de nasıl niye bu işe kalkıştım, anlamakta zorlanıyorum hala, kısa süreli bir akıl kaybı belki.
Merdivenlerden çıkarkan ama bir anda aklım başıma geliyor. Ne yapıyordum ben Allah aşkına böyle, deli miydim? Böyle iş, böyle bir vurdumduymazlık, böyle bir sorumsuzluk olabilir miydi?ve Olduğum yerde durup, salona dönüyorum ve cesaretimi toplayıp, “Kaput var mı?” diyorum. Baktım içerdeki keşmekeşte, kimse beni duymuyor biraz daha sesimi yükseltiyorum, daha doğrusu avazım çıktığı kadar bağırıveriyorum. Memeleri pencere pervazında dinlenen kadınlar, ağzında sigarasıyla kasanın başında oturan pezevengimiz ve magazin sayfalarını dikkatle inceleyen Emel, hepsi birden bana dönmüş, öylece bakıyorlar şimdi.
Kimseden bir ses çıkmayınca, “Torba var mı torba?” diye bir kez daha şansımı deniyorum. Yani bu kadar da sorumsuz değilim canım, bu işi korunmasız yapacak. Sonra eminim bu insanlar buna prezervatif demiyordur ona da eminim.
Sonunda biri “Bu salak galiba prezervatif soruyor” diyor ve bunu izleyen kahkahalar. “Sen çık yukarı çocuum, merak etme” komutuyla birlikte yukarı, kırmızı odama çıkıyorum.
2 kişilik bir karyola, yanında üzerinde bir blok peçete, kül tablası ve vazelin olan bir başucu sehpası. Yatağın diğer tarafında, duvara dayalı bir makyaj masası ve üstünde ayna. Tepede kırmızı ampul.
Üstümde terden götüme yapışmış The Don’umla, aynanın önünde durmuş, nefesim içimde karnımı seyrederken ve umarım beğenir beni diye düşünürken, mumlar geliyor aklıma, ahh mum yok!
18 yaşında azgın bir kaplumbağayım ve biliyorsunuz üstüne bir de bakirim. O zamana kadar, günde en az bir kez, bekaretimi kaybetme anımı düşlemişim, artık mükemmel noktaya getirmişim:
Yerdeyiz sevdiceğimle, saçlarını okşuyorum, o hafifçe kulak arkamdan öpüyor, ahh o kulak arkası öpücükler, ne oldu onlara ha? Biz Hayalet’in dönemiyiz, Patrick’in Demi’nin kulaklarına yamulduğu jenerasyondanız diye mi popülerdi?
Neyse, hazır birbirimizin kulağındayken işte romantik bir şeyler fısıldaşıyoruz, fonda da müzik tabi. Teybin (benimki SONY FH-B900 Mini) hoparlörlerini aşağı indirmişim, halının üstündeyiz. Sertap Erener-Lal çalıyor veya Fahir Atakoğlu/Deniz, bilmiyorum niye. Kızı ya ağlatacam ya kaçıracam yani.
Bu arada her seferinde bu şarkı değişebiliyor, Fikret Kızılok/B Ortaçgil – Değirmenler oluyor sonra Girl, You’ll be a Woman Soon da olabiliyor, Pulp Fiction o sırada hala gösterimde, ama diyorum bu çok mu eşeğin gözüne sokmak olur?
Sonraki hülyalarımda bu kısmı planlamayı bırakıyorum, çok zaman alıyor, artık sevgilimle ortak şarkımız neyse artık, onu çalarım diyorum. Ama hiç değişmeyen iki şey var, ilki mumlar. İlla ki mum olacak arkadaş, mum yoksa, romans da yok. Bir de çok sevdiğim, aşık olduğum biri olacak, sevdiceğim olacak bu ilk kişi tabi, ilk insan pek önemli.
Şu anda başucumuzda mum yerine Vazelin var, sonra müzik yerine yeri göğü çınlatan “komandoooooo”lar. Sevdiceğim de yok biliyorsunuz, onun yerine de Emel var. Nasıl oldu da kendimi bu odada buldum, ben de pek bilmiyorum açıkçası. Yani geneleve bunun için gelinir tabi genelde, bizim gibi travma yaşamaya değil, ama ben buraya gelirken katiyen, aklımın ucundan bile geçmemiş bu işe soyunmak, her iki anlamda da.
Ama işte Emel’i görünce, hani güzel ve pek ulaşılmaz duruyor ya, bir şeyler gıdıklanıyor. Gıdıklanma da değil sadece, sanırım zaten dertler derya olmuş, bense bir Aşkın, en azından bitiriyim şu işi diyorum, bir cesaret, halledeyim, listeden bir şey silinsin yeter artık.
Sonunda hanfendi geliyor, muhtemelen gazetenin ölüm ilanlarını da okuduktan sonra. 18.3 sene beklemişiz, 20 dakika çok mu gerçi di mi?
Son derece zarif kendisi, üzerinde tek parça, apışarasına yapıştırmış olduğu bir Selpak. Bana bakmadan, ağzından tek kelime çıkmadan, yatağın kenarına oturuyor, bir elinde gazetesi, diğerini açmış beklemeye başlıyor.
Allahtan güzel bir yüzü var şimdi. Kalınca kaşlarının altında eşek gözleri, iki taraftan sıkıştırılmış gibi ortada bir anda yükselen dudakları ve kestane rengi, uzun ve dalgalı saçlar. Hafif çilli ve hatta şeftali tüylü bir de, en sevdiğim. Üstüne başına biraz daha dikkat etse ve mesela peçete dışında herhangi bir şey giyse, gayet de bir Pretty Woman olabilir.
Ben Julia Roberts’la olan diğer benzerliklerini araştırırken, ilk kez sesini duyuyorum:
“Parayı versene s**k*falı!”.
Kalbim taşikardisine geri dönüyor aynı saniye içinde ve kekelemeye başlıyorum “Ya param yok ama…” diyorum, der demez de bin pişman oluyorum.
Julia gidiyor, yerine bir KSK amigosu. Ağır küfür ateşi altında, yanımda tüm paranın olmadığını, kalanını işte iş bitince, aşağıda bekleyen arkadaşlarımdan alacağımı anlatmaya çalışıyorum bir yandan. “Yarısı şimdi yarısı iş bitince mi yani?” diyor bir anda sakinleşmiş, hatta yüzüne ufak bir gülümseme bile konmuş. “Hah evet” diyorum, “bitince getiricem vericem kalanını.”
Ben merdivenlerden gerisin geriye, Hüseyin’den borç almaya çıplak ayak koşarken, Emel’in sesi aşağı kadar geliyor: “ulan sen taksitle git ****** s*k ulaaan!!!”.
“Gümüşhane Baro başkanını öldüren katil, ruh hastalıkları hastanesinde de tedavi görmüş, asabi mizaçlı bir kişiymiş. Sabıkalıymış. Bir sendikacıyı yaralayıp 6 yıl hapiste yatmış”.
Emel’in gazetesinden gözüme çarpan ilk haber bu.
Tamamdı, biliyordum, kırmızı odaya girerek, senelerdir kurduğum hayallerimin çoğundan vazgeçmiştim: saç okşamalar olsun, Sertap’lar, mumlar, kulağa fısıldamalar, melül melül göz göze gelmeler falan. Ama partnerimin bu sırada gazete okumaya devam etmesini de pek beklemiyordum açıkçası, alnımdan düşen terlerin, Türkiye 3. Lig C Grubu fikstürünün üzerine damlamasını.
Menemen Belediye’nin forvet adaylarını incelerken, Emel’le göz göze geliyoruz, gazeteyi çekmiş ilk kez suratından: “Ne zaman bitecek bu?”.
Bilmiyorum ki ben yeniyim daha. Ne zaman bitecek bilmiyorum ama nasıl da istiyorum bu kâbusun bitmesini Emelim diyemiyorum, gözlerimi kapıyorum, 9 ½ Hafta’ya, Okul Kızları Raporu’na odaklanıyorum ama yok, orada da Gümüşhane Baro Başkanı’nın yetim çocukları çıkıyor karşıma.
Sonunda olayımız nihayete erşyor ve The Don’u orada bırakıp, gömleğimin önü açık merdivenlerden aşağı koşarken, bizim KSK amigosu hala yukarıdan bir küfürler savuruyor, tam anlamıyorum niye, yine ne yaptım, ama ana avrat gidiyor bana? Bu kadınları anlamak pek zor iş arkadaş!
Tepecik’ten Alsancak’a, tren rayları boyunca yürüyerek dönüyoruz. Selim bana surat asıyor, Hüseyinse pek mutlu bu günden, A Milli olmuşum, bırak Milli’yi. Arada bir sırtıma bir şaplak yiyorum Hüseyin’den, adettenmiş. Adeti madeti bilmiyorum ama ben bir daha hayatım boyunca seks meks yapmıycam onu biliyorum, yemin ediyorum kendi kendime.
Al sana tutmayacak bir plan daha.
Mini Minnet Notları III
Selim’e.
Selim’le, hep inişli çıkışlı devam etti ilişkimiz.
Geçenlerde eksi mektuplarımıza baktım, bazı günler, kardeşten de öte olmuşuz. Öyle bir anlıyor ki kafamdan geçen buhranları, aman tanrım, nasıl bir yoldaşlık! Bazense, hiç anlayamıyorum onu ve çokça da kıskanıyorum. Kıskanıyorum ve gizliden gizliye, başına arada kötü şeyler gelsin bile istiyorum sanırım ve gelecek de zaten.
23. yaş doğum günümde bir sürelik küslükten sonra barışıyoruz. Niye küsüz, şimdi kesinlikle hatırlamıyorum ama o gün de, 2000 Mayıs’ında barıştığımız o gün de, tam hatırlamıyorum niye küsmüşüz. Onu gördüğüm an, içimde ona bir haset kalmamış olduğunu hatırlıyorum ama sadece, kucaklaşıyoruz, sürprizi için teşekkür ediyorum, yani umarım etmişimdir.
Doğum günü yemeği, Asmalı Cavit’te yanlış hatırlamıyorsam, masa uzun, bağıra çağıra içiyoruz, Selim de yanımda oturuyor. Selim o kadar komik bir adam, o kadar hikâye dolu bir tip ki (belki bu yüzden kıskançlığım, çekememem) eğer bir masanın eğlenceli olmasını istiyorsanız, ilk yapmanız gereken Selim’i davet etmek.
O akşam onu davet eden ben değilim, yanımda olduğu için çok mutluyum ama. O ise her zamankinden farklı, durgun biraz ve bir ara eğilip, “ya kafam bozuk Aşkınım ya” diyor, “tamam kardeşim konuşuruz sonra” diyorum, doğum günüm, dünyayı içmem lazım, Selim bekleyebilir di mi?
Beklemiyor ama. Sıraselviler’deki Andon Bar’a girerken, fark ediyorum, yanımızda olmadığını. Bir ara kopmuş gruptan, kopmuş ve gidip kendini köprüden atmış, Boğaziçi Köprüsü’nden, muhtemelen biz Andon Bar’da ilk votkalarımızı içerken...
Ertesi gün cenazeyle birlikte, memleketine gidiyorum. Afyon’da mola verdiğimizde, memlekette bayram havası, Galatasaray UEFA Şampiyonu oluyor, biz çay içiyoruz, tüm dinlenme tesisi halaya duruyor.
O birkaç gün ne uyuyabiliyorum ne ağlayabiliyorum. İkisini de çok istiyorum hele ağlamayaı ama bir türlü olmuyor. Ahh bir ağlasam veya uyusam, belki kafamdaki sesler, sorular, kendimi yiyip bitirmelerden kurtulucam biraz da olsa.
Saolsun babam gelip beni alıyor cenazeden, beraber İzmir’e dönüyoruz. Babama “niye ağlayamıyorum baba?” diye soruyorum, bir şeyler söylüyor, güzel bir şeyler, keşke hatırlasam.
Sonra Candan Erçetin, Elbette çalmaya başlıyor radyoda, o işte barajın duvarlarını yıkıyor. Hala ne zaman dinlesem, ağlarım ve bazen de Selimim için ağlarım.
Güzel kardeşim, seni çok seviyorum ve bunu yeterince söylemediğimi de biliyorum ve ayrıca, bu hayatın bir son olmadığını da. Her neredeysen, umarım huzuru bulmuşsundur.
Sonrakinde görüşmek üzere.
Kardeşin Aşkın.