Can Atalay'dan, cezaevinden mektubumuz var.
Bu mektup, Gezi Direnişi tutuklusu ve şu anda TİP Milletvekili Ş. Can Atalay'la mektuplaşmalarımızın ikincisi. Eğer okumak isterseniz, ilk mektup da blog'da ve linki de yine bu mektubun sonunda.
Sevgili kardeşim Aşkın,
Sana yanıt yazmak için cesaretimi toplayıp masaya kağıt kaleme ilişmek 10 Ocak’a nasipmiş. Bu vesile ile evleviyetle Çalışan Gazeteciler Günü’nü can-ı yürekten tebrik ederim.
Aşkın, Ağustos 2022 tarihli mektubuna “aşk mektubu” diyebilir miyiz? Ne dersin?
“Adımızı çıkarma” demezsin bilirim ama varsın adımız da çıksın, velev ki…Bu bir aşk mektubudur.
Bu “aşk” bana değil, “biz”e dair. Senin de dahil olduğun “biz”e.
Sen “kabile” demişsin, zinhar katılmıyorum böyle nitelendirilmesine, ben “biz” derim, “bizimkiler” derim…Sen gönül gözünle (çok güzel laf değil mi?) bu yana bakmışsın, hayatında ara ara yaptığın gibi ve aşık olmuşsun. “Aşkın tazelenmiş” de diyebiliriz….
Mektubunu ilk okuduğumda o sözünü ettiğin yumru geldi boğazıma oturdu benim de. Ama Hakan’a da dedim ki “şahane bir mektup okudum, çok mutluyum” diye. Gerçekten mektubunu okuduğumda hissettiklerimi “acısı ile tatlısı ile” mutluluk olarak tanımlayabilirim.
Öyle ya, mutluluk da öyle “seçmece” bişey değil. Yani eğer mutluluk diye bişey varsa o “acısı ile tatlısı” ile bişey, tezgahın başında durup “an”ları seçmiyorsak, yani sadece mümkün olmadığı, yapamadığımız için değil, hayat böyle bişey olmadığı, belki de “biz”im hayatımız böyle olmadığı için böyle be…
Ağustos’ta okudum mutlu oldum, dedim ya, sonrasında da arada çıkartıp çıkartıp okudum ve her seferinde - ihtimal ki suratımda bir tebessüm - mutlu oldum! Mahpus adama iyi gelen bişey bu!
Haklısın “travma” lafının olur olmaz kullanılmasından, hele bu mahpusluk ve sonrasını bu kavram ve çevresine kurulan dünya ile izahından hiç memnun olmam. Memnun olmamayı bırak, şiddetle itiraz ederim.
Öte yandan kimilerinin çok sevdiği “bedel” lafına da - en azından bu örnekte diyeceğim - fena halde itirazım var. İtirazım var çünkü “bedel” diye konuşmaya başlayınca bu hem bir mertebe beklentisi hatta talebine dönüşüyor hem de o kulağında çınladığına emin olduğum “…ödedik, …. ödeteceğiz.” kalıbına doğru sürükleniyor.
Bütün gücümle bağırmak, bildiğin bas bas bağırmak istiyorum bu sözden ve ardından çağırdıklarından uzak durmalıyız. En azından bu döngü artık bizim kuşağımız tarafından kırılmalıdır.
Buradan “çok güzel bir adam olarak çıkma” bahsine gelince “hadi inşallah ve tez vakitte inşallah” diyelim. Sen öyle yazınca durdum düşündüm, “Ulan burası, burada olmak, bana bişey katıyor mu? Katıyorsa ne katıyor?”.
Burası insana bir şey katar mı sorusuna benim yanıtım “hiç emin değilim” olur kolayından. Pepe demişsin, Mandela demişsin, bunlar mahpusluğun o insanlara kattığı ile ilgili bahisler mi ben emin değilim. Sözünü ettiğin şey her ne olursa olsun vicdansız bir hayata karşı hissettiğimiz “hürmet” olabilir mi? Bence öyle. Mahpusluğun insana kattığı olur mu emin değilim ama eksilttiği olduğuna eminim.
Bu arada Mandela ile ilgili çok önemli bir hikayem var, ilk görüşmemizde anımsatırsan anlatmak isterim:)
Pepe imgesi, uzun, çok uzun mahpusluğun verdiği olgunluk mudur yoksa o zaten demokratik ve müreffeh bir ülkede sakin, mütevazi bir hayat yaşamak isterken, bunun için uğraşırken mi mahpus düştü? Yani mahpuslukla gelen değil uğrunda mahpus da olunan bir hayat mıdır Pepe’nin hayatı?
Burada şahane bir örneğe sırtını dayayıp, bana yanıt verebilirsin: Nazım…
Ben onun da iyi bir örnek olduğundan emin değilim: Nazım çok büyük toplumsal/tarihsel dönüşümler çağında edebiyatla ve özel olarak da şiirle meşgul olmuş, Yahya Kemal’le itişir/yarışır halde kendisini ve sesini hızlıca tüm zincirlerden kurtarmış - hadi çekinmeden adını koyalım- bir deha…
Ama Nazım 13 yıl mahpus kalmasa da Nazım olurdu. “Hasret” veya “Memleket” şiirleri gelir miydi diyeceksin, bence öyle ya da böyle Nazım’ı Nazım yapan her şey yine yazılırdı.
Uzun mahpusluk yılları üretkenliğini arttırmış mıdır? Belki evet ama belki de hayır. En verimli çağında, bugünün tabiri ile kumpas ile tutuklanan Nazım hiç bunu yaşamasaydı da Nazım olurdu kanımca.
Diyeceğim, başımıza gelen hiçbir kötülük, hiç bir melanet “iyi” sonuçlar doğurmuyor, “hayra vesile” olan bizim, bizimkilerin **** etmeyen iradesidir.
[Not: son cümledeki bir kelimeyi okuyamadım.]
Diyeceğim o ki, tabi ki dayanıyoruz ama diri kalmamızı sağlayan muhatap olduğumuz devasa haksızlıktır! E unutmayalım “zulümdür!”.
“Hak” demişken bence “ben” ile ve “biz” ile ilgili söylediğin “iyi” kabul ettiğin her şey “hak” ve “haksızlık” ile ilgili tutumumuz, varlığımızla ilgilidir.
Biz hakkın yanında, haksızlığın tam karşısında olduk, olacağız. Varsa bir kıymet buradan “neş’et” etmektedir.
Dolayısıyla senin Bayrampaşa’da tanıştığın abi de bize, sana göre, tutumunu buna göre belirlemiş, hakkı teslim etmiş.
Akla hemen “hakkı” ve “haksızlığı” tanımlarken yaptığımız “tercihler” gelebilir. Valla Aşkın, ağzımda kekremsi bir tat kaldığı anlar oldu ama ben tarihsel ve ahlaki olarak doğru tarafta durduğumuza tekrar tekrar ikna oldum. İçim o açıdan ferahtır.
Eğer “hak”, “haksızlık” karşısında tanımladığımız, tanımlamakla da kalmayıp, gereğini yaptıysak eğer, gerçekten Hakk’a inanan bir insanın bize uzak olması, durması mümkün değildir.
Soma’yı da, Aladağı’ı da, Hendek’i de, Amasra’yı da tam da buraya yerleştirelim mi? Ben senden azıcık daha inatçı çıktım, eğrimizi düzelttim ve “hakkın” peşinden gittim. Budur. Bu kadardır yani.
“Mahalle” demişsin. Sen ailemi tanıdın, anneannemi de anımsarsın diye umuyorum. Ben başka bir “mahalle” gördüğümü düşünmüyorum, kimi politik (dar anlamda politik) bahisleri çek aradan, anneannemin yamacında büyüdüm, Fikirtepe’ye komşu mahalle idi o..Aladağ istisnadır. Çıktığımda seni oraya götürmek istedim. Şu an tanımlamayacağım. Kendin gör, sözcüklerini kendin seç.
İçinde bulunduğum koşullarda senin selametin için “Gezi” sözüne çok girmeyeceğim:)
Ancak, sözünü ettiğin “iyilik” halinin “dayanışma iklimi”nin salt içinde bulunulan koşullar nedeniyle değil üzerindeki baskıyı çektiğinde insanın özünde olduğunu düşünüyorum, düşünmek istiyorum. Aksini düşünürsen, hayat çok zor.
Bence Hobbes halt etmiş, sen andığın için oradan devam edeyim, Kropotkin isimli aksakallı pir iyi konuşmuş.
Yanacıklarından öperim kardeşim, şimdilik burada durayım.
Baki ile selam.
Silivri Cezaevi A-47
Ş. Can Atalay