Romanımla Sana Bir Ses. S03. E08. Akvaryum Koyu
Geçtiğimiz sarı yazlardan birinde, Bitez sahilinde oturmuş denizi seyrediyorum yanımda bir arkadaşım. Çok olmamış kendisiyle tanışalı ama hikayelere meraklı biri, ehh ben de – artık anlamışsınızdır – anlatmaya ve anlattırmaya, dolayısıyla birbirimizin hikayesini biliyoruz az çok ve bu yüzden heralde, merak edip soruyor, başına gelen en zor şey neydi, hangi dönemdi diye?
Duraksamadan bu 2014-2015 dönemi diyorum, pek zor zamanlardı.
“Ne olmuştu o zaman?” diyor, medikal adını söylüyorum olmuş olanın, anlamıyor, normal.
Anlatıyorum sonra biraz, ama şaşırıyor çünkü o kadar da hani korkunç gelmiyor kulağa, ilginç buluyor bu dönemi seçmiş olmamı ve anlıyorum da.
Çocukken olanları, devrimcilik dönemimi, okuldan uzaklaştırılmamı ve ucu ucuna mezun olmamı, cezaevini, panik atakları, insomniyayı da biliyor mesela ve daha dramatik bir dönem seçmiş olmamı bekliyor muhtemelen.
Sonra bunun, bana hayatın çektiği en sert şutlardan biri olduğunu söylüyorum ve aynı zamanda, başıma gelen en güzel şey. “Olmasa, burada olmazdım” diyorum, “her gün göğe bakıp güneşin batışını ve yıldızların doğuşunu seyredebiliyorsam, buna, o döneme borçluyum”.
Ehh tabi iyice şaşırıyor, istediğim de biraz bu zaten, o sırada Bitez sahilini bitirmiş, marinanın sonunda başlayan işaretli yola girmişiz, Akvaryum Koyu’na doğru gidiyoruz. Biraz yolumuz var ve benim de anlatacaklarım zaten.
O dönemi anlatmaya koyuluyorum ve önce o tenis taksisini anlatıyorum, o ilk haftalardaki, aylardaki kafa karışıklığının ne kadar zorlamış olduğunu anlatıyorum. Bana çarpan şeyin bırak plakasını almayı, ne olduğunu görememişsin bile.
Sürekli bir neden aradığımı anlatıyorum o dönem, ve mesela o tenis taksisinin ertesi günü, kedim (RIP Bimbo) kucağımda, sokağa dalıp gitmiş, bunları düşünürken, sokaktaki lambalardan sarkan seçim bayraklarında bulduğum ilk cevabı, ilk Evreka anını:
Tamam ya, tabi yahu, derdim seçimlerdi di mi, 31 Mart yerel seçimleri?
Siz de benim gibi iktidar partisi veya onun koalisyon ortağına oy verenlerden değilseniz, ne demek istediğimi anlamışsınızdır. Koca bir üzüntü ve muz kabuğu daha.
İşte buydu diyorum o yüzden, seçimlere moralim bozulmuştu, tamamdı.
Bu arada ama ilk kallavi seçim hayal kırıklığım üzerinden tam 15 sene geçmiş Nisan 1999 seçimleri üzerinden, ÖDP’li zamanlarımdan. O günden sonra bir daha da (en azından 2019 İstanbul yerel seçimlerine kadar), hiç kazanan bir partiye veya adaya oy vermemişim, ama bir daha 1999’daki kadar da üzülmemişim, seçimlere çok takılmamayı Serenity Prayer’ı içselleştirmeyi öğrenmişim, derim kalınlaşmış.
Dolayısıyla bu cevap beni pek tatmin etmiyor ama belki başka etkenler de vardır, “aa bir de tabi ya kış vakti, fazla güneşsiz kaldım tabi, D vitaminsiz”. Ehh ikisi bir araya gelince de tabi böyle oldu di mi?
Yok öyle diil dostum, ı ıh.
Çünkü zurna öyle bir zırt demeye başlıyor ki sonrasında, öyle bir bok fırtınası başlıyor ki, ne D vitamini ne iktidar eksikliğiyle açıklanabilir, ne de Merkür retrosu.
Çok acayip şeyler başlıyor hemen sonrasında, mesela, elektrik çarpmaya, kafama yıldırımlar yağmaya başlıyor. Hani biri arkadan gelip de ödünüzü kopartır ya, yerinizden sıçrarsınız, onun gibi ama sıçrayan ruhunuz bu arada. O anlarda sanki biri beni apartmanın çatısından aşağı sarkıtıyormuş gibi, bir dehşet doluyor içime, nasıl açıklayacağımı bilemiyorum…
Sonra fark ediyorum ama yıldırımlar öyle tesadüfen çarpmıyor, bir düzeni var, oklar bir yeri gösteriyor, birini daha doğrusu: Eski kız arkadaşım.
Şimdi şöyle, o dönem, ofisten birisiyle kısa dönemli bir beraberliğim olmuş. Kısa sürmüş ama sevmişiz de birbirimizi, gel gör ki, ikimizin de elinde olmayan nedenlerle bitmesi gerekmiş, ama temiz bir bitiş. Hani benim öküzlüğümle alakalı bir bitiş değil, benim elimden olmadığı için de, üzülmüşüm ama, karalar da bağlamamışım, kendimi cezalandırmamışım. Arkadaşız da hala, konuşuyoruz, hem zaten ofiste de görüyorum arada tabi, “naber güzellik?” diyorum gülümsüyor.
Bir süre en azından böyle gidiyor, sonra işte ayrılığın üzerinden heralde bir ay kadar geçmiş, beni yıldırımlar çarpmaya başlıyor bu arada. Onun ismini ne zaman duysam, ama ondan bahsedilmiyor bu arada bizzat, aynı isimde başka birisinden bahsediliyor fark etmez, bana ismi duyduğum anda bir haller oluyor, neye uğradığımı şaşırıyorum. Sanki dibimde bomba patlamış gibi, yerimden zıplıyorum.
Bu arada biz de yürüyoruz ya bir yandan ve bu sırada ilk koya varıyoruz, “Oturalım mı?”, yok diyor, yürüyerek konuşması daha güzel, bence de diyorum ve anlatmaya devam ediyorum, bu çarpmaları.
Mesela birileriyle oturuyoruz ya diye anlatıyorum, birisi, bir diziden bahsediyor işte bilmemkimin oynadığı dizi ve o oyuncunun adı tahmin edersiniz ki benim kızın adıyla aynı, masanın ucunda ben zangır zangır. Bazen fark ediliyor tabi, millet bakıyor noluyor bana diye, sonra zaman ilerledikçe, saklamayı öğreniyorum daha iyi.
Bu arada evet zaman ilerliyor ve pek öyle lehime değil, sadece ismini değil cismini görünce de yıldırım düşmeye başlıyor kafama.
O yüzden de, ofise güneş gözlükleriyle gitmeye başlıyorum, hani etrafımı fazla seçemiyim diye, kızı görürsem taş kesilmeyeyim diye. O sırada bilmiyorum, hatta bırakın o sırayı, bundan ancak bir 10 sene sonra fark edicem yaşadıklarımın bir PTSD (travma sonrası stres bozukluğu) olduğunu. Hani savaştan dönen askerlerde görünür ya, araba egzosu patlar bomba zannederler, işte aynısı. Şimdi savaşla benim kızın alakası ne, o bağlantı daha sonra, muhtemelen sonraki kitaba.
Bu arada bir taşla iki kuş vurduğumu anlatıyorum bizimkine, ofiste gözlük takarak yani, çünkü sadece etrafı daha az görmemi değil, etrafın da beni daha az görmesini sağlıyor gözlükler. O aralar gözlerim sürekli yaşlı, sürekli bir ağlama, zırlama hissi, sabahtan akşama, koca bir yumruyla geziyordum ve dokunsalar, ağlayacak halde.
İnsan içine çıkmak iyice zul olmuş bu aralar. Daha birkaç hafta öncesine kadar, hafta sonu bile koşa koşa geldiğim ofis, tam bir eziyet haline dönüşmüş bana. Toplantı olacak, müvekkil önünde zırlayacam diye ödüm bokuma karışıyor. Kızı görücem taş kesilicem diye korkuyorum ama sadece ofis de değil, sivilde de rahat yüzü yok.
23 Nisan 2014 gününü çok iyi hatırlıyorum bu arada, o gün tatil ya, bizim Babyshowerers grubunun İnek’i de evlenecek ve damatlık seçmek için kankitolarını o gün Nişantaşı’na çağırmış.
Teşvikiye Caddesi’nde buluşuyoruz terzinin ve İnek merhaba naber dediği anda, bendeki duvar yıkılıyor, çocuğun omzuna salya ve sümüklerimi bırakıyorum, hüngür hüngür ağlıyorum. İnek neye uğradığını şaşırıyor tabi, bundan sonra da omzunda ağlayacağım diğer erkeklerim gibi. “Ne oldu?” diyor ama sormaya da korkuyor ve bilmiyorum diyorum biraz kendimi toparlayınca.
Biraz anlatıyorum Allahın belası kafamın içinden geçenleri ve kızı hatırlayınca işte böyle oluyor falan, mesela oraya gelirken de Harbiye’deki Kozmos’un, vize merkezinin önünden geçmişim, en son bizimkiyle bir yurt dışına gidecektik Schengen almıştık ve oradan geçmek tetiklemişti beni.
Böyle anlatınca ortak cevap “aşk acısı” tabi, “Senin kalbin kırılmış oğlum” diyorlar, ne desinler?
Ama ben biliyorum, bu aşk acısı değil, çektim bundan önce aşk acısı, bu bambaşka bir şey, bu bir obzesyon hali, bir dehşet hali, özlem yok, burukluk yok, melankoli yok, “ahh keşke şimdi kollarımda olaydı” yok.
Cevap ama değişmiyor, “yok yok sen aşık olmuşun” diyorlar, nasıl değişsin cevap, ne bilsinler bana olanı, ben bile bilmiyorum bana olanı. Ama artık soranlara da söylemekten vazgeçiyorum, anlatmaktan, sessizleşiyorum iyice ve inime çekiliyorum.
Bu arada ikinci koya gelmişiz, masmavi deniz ve çöplerden başka hiçbir şey yok, oturalım mı işaretime yine “yok” diyor, “anlatmaya ve yürümeye devam” lütfen.
Ben de nasıl inime çekildiğimi anlatıyorum, kelime anlamıyla.
Ofisin arşivini keşfimi anlatıyorum, bu keşif sayesinde mesai saatlerinde en azından biraz huzura erebildiğimi.
Allahtan telsiz telefonlarımız var ve onunla birlikte, kimsenin girmediği bu bodrum katında, klasörler ve kitaplıklar arasında geçirmeye başlamışım mesaimin çoğunu.
Burası biraz fazla nemli ve sandalyeler de pek rahat değil ama sorun da, burada rahat rahat, gözlüğümü çıkartıp ağlayabiliyorum, hem kimseyle karşılaşma ihtimalim de yok. Sonra öğle yemeklerini de burada yemeye başlıyorum ve heyhay, bir kez daha Richmond’ı oluyorum ofisin…Bu Richmond’lık, bu cüzzamlılık yakamı bırakmayacak galiba ha?
Ödümü en çok bokuma karıştıransa çocukluk OCD’imin, obzezif kompülsif bozukluğumun muhteşem dönüşü:
Neredeyse 30 sene ortalıklarda görülmeyen OCD’im, yavaş yavaş, sinsi sinsi kafasını çıkartmaya başlamış, 30 sene sonra, takıntılar başlamış yine, yine plaka ezberlemeye başlamışım, çizgilere basmamaya, bardak altlıklarını milimetrik oturtmaya, adımlarımı saymaya…
Günlerim böyle geçmeye başlamış işte, “Allahım bugün nasıl geçecek”le kalkış, ve Radyo Eksen’i kökleme, sırf evde müzik olsun, kafamın içinde kalmayayım diye sonra evden çıkış, adım sayma, plaka ezberleme, Rayban Wayfarer’lerimle arşivde günümü geçirme, adım sayma, plaka ezberleme, yatış…
Tam full terelliye ulaştık, tam kafayı yedim bundan beteri olamaz heralde derken işte kainattan sana bir şut daha.
Sıraselviler’de tam Kiki’nin önündeyim, dün gibi hatırlıyorum o şutu, orada gelen ağlama krizini, yolun ortasındayım ve Allahım dayanamayacağım artık diyorum başka hiçbir şey geçmiyor aklımdan ve o sırada zihnimde bir görüntü beliriyor:
“Kafama dayamış olduğum silahın tetiğini çekiyorum ve kafatasımdan kanlar fışkırırken yere düşüyorum.”
En korkutucu tarafı da, yere düşen cesedimin yüzünde koca bir gülümseme...
Bu mutlu, pembe bir görüntü yani, hatta görüntünün etrafında yavru ağzı bir çerçeve, yukarıdaki sanki gel bana diyor, sanki birisi, sanki bir şey: “Bak böyle güzel bir çıkış var” diyor.
Bu arada yürüyüşümüzde de üçüncü koya varıyoruz ve ben ona hayatımda hiçbir zaman intiharı düşünmediğimi anlatıyorum, bu dönem dahil. Bu oturup düşündüğüm bir şey değil, bu bir anda, kafamın içinde beliren bir görüntü, kendi kendine. Ve bunun nasıl ödümü kopardığını ve yaklaşık yarım saat sonra, ödüm, bokum ve yavru ağzı fotom hep birlikte bir psikiyatristin karşısında oturmamızı anlatıyorum.
Freud sakallı ve takıntılı psikiyatristimizi tanıyorum, bir abimiz, beni de sever ve telefonda sesimi duyunca işin ehemmiyetini ve aciliyetini anlamış ve “Hemen gel” demiş.
Ağlama krizlerim izin verdiği kadarıyla olan biteni anlatıyorum sonra da konuşmasını bekliyorum ve “şizofren olmuşun” bile dese kalkıp Freud sakallarını öpücem, en azından ad koyacaz olana bitene. Daha iyi ihtimal, “Hmm, bu tipik bir bilnemle bilnemle bilnemlesi” diyecek, reçeteyi yazacak, evlere dağılacağız, o sırada başıma gelenlerin zaten bu tek seans, tek teşhis, tek reçete yüzünden başıma geldiğinden haberim yok.
“Çocukluğunu anlat”.
Bu çıkıyor çıka çıka bizimkinin ağzından ben olan biteni anlattıktan sonra.
Derin bir nefes alıyorum ve ne zamandır derin bir nefes almamış olduğumu fark ediyorum. Bu bölümü geçelim, reçeteye gelelim istiyorum ama yok, yemiyor, illa anlat ve anlatıyorum ben de kısaca çocukluğu, Kur’an Kursu’nu, imamı, sonraki obzesif kompülsif bozukluğumu, ama hızlı hızlı, gay intervention’ı anlatmıyorum mesela şimdi takmasın ona diye.
Ece Acendası’nı eline alıyor ve bir yandan 5 yıl sürecek psikanaliz seanslarımıza başlamak için takvimine bakarken, “Bunları uzun uzadıya konuşmalıyız” diyor “çocukluğunu yani”. Arka kitaplıktan bana dik dik bakan Freud’a kallavi bir küfür sallıyorum içimden ve sonra son bir umut, bir karşı hamle:
“Yani oraya gitmeden, acaba mesela ben bir süre önce antidepresanı bıraktım, onla bir alakası olabilir mi? Yani çocukluk travmalarım 30 sene bekledikten sonra durup durup birkaç hafta içinde niye beni bu hale getirsin, anlamsız değil mi?”.
“Yok canım” diyor, “anti-depresenla bir alakası olamaz.”
İkinci soruyu ise tamamen es geçiyor bu arada.
Şimdi tüm bu bok fırtınası başlamadan birkaç hafta önce, anti-depresanı bırakmıştım. Ama bir yandan ben de biliyorum olamaz bunların sebebi ilacı bırakmam evet, benim psikiyatrist de 4 sene önce aynını dememiş miydi?
Bırakması kolay ilaçlar dememiş miydi, sen dert etme dememiş miydi? Tatile gidip de yanına almayı unutup bırakanlar var dememiş miydi? Kelime kelime hatırlıyorum, dün gibi hatırlıyorum.
O yüzden aslında ben de bunun ilaçları bırakmaktan olabileceğini düşünmüyorum, işte bağlantıları kuramıyorum tabi, otoriteye güvenim sonsuz. Bu anti-depresanları da öyle inanmadan demişim sırf bizim sakallı çocukluğumu rahat bıraksın, başka sebepler düşünsün diye.
Ama işte eline çekiç verilen her şeyi çivi görürmüş, bizimkine bıraksan ayak nasırım anama aşkımdan, basurum babamla rekabetten mütevellit. O sıralar kafam feci karışık, derdim her ne bok hiçbir fikrim yok ama ne olmadığını biliyorum derdimin: seçimler de değil, aşk acısı da veya bizim Kur’an Kursu’ndaki imam da değil derdim, ama ne?
Ertesi sabah, kafam her zamankinden daha karışık, ofiste oturmuş psikiyatristle olan konuşmamızı düşünüyordum:
Yok canımmış, onunla alakası olamazmış, ulan adam dinlemedi bile. Nereden biliyor haplarla alakası olmadığını mesela?
Sırf adama gıcıklığımdan belki de, sırf adama bak haplar böyle şeyler yapabiliyormuş demek için Google’a başvuruyorum: “post antidepressant effects” gibi bişeyler yazıyorum.
Karşıma bir forum çıkıyor ve ahh dün gibi hatırlıyorum o anı:
“SSRI Withdrawal Syndrome” forumun adı.
Forumda insanlar deneyimlerini paylaşıyor, anti-depresanı bıraktıktan sonra yaşadıklarını anlatıyorlar, literatürdeki adıyla Anti-depresan Yoksunluk Sendromu’ndan bahsediyorlar veya, daha iyi Türkçeyle:
Bu ilaçları bıraktığınızda yaşanan cehennem azabı.
İnsanlar, ne hallere düştüklerini anlatıyor forumda, geliştirdikleri obzesyonları (check), intihar düşüncelerini (check), yeme bozukluklarını (check), asosyal davranışları (check), insomniyayı...
Sanki kendi günlüğümü okuyor gibiyim.
Forumda yazılanları okurken, çok iyi hatırlıyorum, laptopumun altına bir iki kitap daha koyup, iyice yükseltiyorum, kendimi de iyice ofis koltuğuma gömüyorum, gömüyorum ki oda arkadaşlarım ağladığımı görmesin, rahat rahat ağlayayım. Zaten son zamanlarda benden iyice kıllanmışlar benden, garip garip hareketler.
Ağlıyorum çünkü sonunda bana neyin çarptığını anlamışım. Ağlıyorum çünkü, tek başıma olmadığımı anlamışım, rahatlamışım.
Kendinize özel bir şekilde kafayı yemediğinizi anladığınızda, garip bir rahatlama geliyor insana, ve bu bana üçüncü kez oluyor. Başkalarıyla birlikte ayvayı yemiş olduğunu bilmek, ilahların sana özel bir planı olmadığını anlamak. Ah Tanrım sana sonsuz teşekkürler!
Ferahlama ama birkaç dakika sonra moral bozukluğuna dönüşüyor. Bazı Withdrawalzadelerin kendine gelmesi seneleri bulmuş, bazısı hiç eski haline gelememiş.
Tanrım diyorum, senelerce böyle nasıl yaşanır? İnsan böyle bir işkenceye dayanabilir mi? Ben dayanabilir miyim? Yine klozetlerde saç mı sayacam, 5 vakit namaza mı dönecem?
Akvaryum Koyu öncesi son koya geldiğimizde, bu forumu bulduğumun ertesi günü, yeni – ve Freudian olmayan - bir başka psikiyatrist ile görüşmemi anlatmaya başlıyorum:
Psikiyatrist, teşhisimi teyit ediyor, resmi olarak nur topu gibi bir Anti-depresan Yoksunluk Sendromum var artık, listeye bir tane daha ekleyebilirim.
Sonra diyor ki,
“Aslında sen hızlı bırakmamışsın da, hatta benim tavsiyemden daha bile yavaş bırakmışsın, ama uzun zamandır kullandığından, bu olmuş. Vücudun şu anda serotonin salgılamıyor, bu da derin depresyona ve takıntılara yol açmış. Senelerdir depoladığın anksiyeteyi, gayzer gibi patlamış ve anskiyete takıntı yapacak yer arar”.
Ağlama arası.
“Şimdi gel, ilaca beraber başlayıp, sonra beraber bırakalım, olur mu? Böyle gidersen, OCD’in tamamiyle geri dönebilir.”
“Yok” diyorum “ben bir daha ağzıma o ilaçlardan koyarsam bana da Aşkın demesinler” ve elini sıkıp çıkıyorum ve iki gün sonra geri dönüyorum. O arada yine bir sokak ortasında öyle boktan bir kriz yaşamışım ki, tamam diyorum, başlayalım ilaca tekrar, naapalım…
Böylece Cipralex’in uyuşuk ama bildik kollarına geri dönüyorum.
İlaca dönüyorum ama, iyileşmem de öyle pek kolay olmuyor. O yavru ağzı foto, hani kafamı havaya uçurduğum, o daha bana ara ara musallat olmaya devam ediyor mesela. Elektrik çarpmaları, plaka saymalar veya arşiv mesaisi de, azalarak devam ediyor ve kendime gelmem, eski halime dönmem, neredeyse bir senemi alıyor.
O senenin sonunda, 2015 ortalarında ilacı ikinci ve son kez bırakıyorum.
Artık Akvaryum Koyu’ndayız, daha bir ay önce tekne dolu olan koyda, iki tembel balıkçı var sadece, deniz her zaman olduğu gibi, birkaç tane de akşamdan kalma ağustos böceği.
“Vaov” diyor, “geçmiş olsun ama bir şeyi anlamadım, bu nasıl başına gelmiş en iyi şey olabilir?”.
“Bu yoksunluk sendromunu benim için dibe vuruştu” diye devam ediyorum “ve aynı zamanda alarm zili. Şu anda, bu iş gününde, bu denize bakabiliyorsam, bir plazanın bilmemkaçıncı katından dışarıya bakıp da “bu haya nereye gidiyor” diye düşünmüyorsam, bunu o sendroma, o döneme borçluyum.”
Bugünkü kaçıncı “Nasıl yani?” bakışı ve biliyor anlatıcam, buraya kadar gelmişiz, en güzel yerinde bırakamam. Saatime bakıyorum, güneşin Aktur’un ardında kaybolmasına daha var.
Sonrasını anlatmaya başlıyorum, güzel kısmını, içini sıkıştırmayacak kısmını:
O dönemin bana düşündürdüklerini, bana sordurduğu soruları, girdiğim köstebek deliğini anlatmaya başlıyorum.
Yangın biraz söndükten, biraz sakinledikten, biraz ayağa kalkabildikten sonra, ilk sorum şuydu kendime:
Ben, benim gibi biri, nasıl olur da bu hale gelir? Nasıl intiharı düşleme noktasına gelir?
“Benim gibi biri” derken, “benim gibi şanslı biri” demek istiyorum ve bununla da sosyal bir kelebek olmamdan bahsediyorum mesela. Geniş bir arkadaş çevrem olmasından, sevilmemden, partilere çağrılmamdan. Sonra elimin ayağımın tutuyor olmasından, gen havuzunun fena olmayan bir köşesinden çıkmış olmamdan bahsediyorum.
İlk sorunun cevabı, en azından yakın cevabı, belliydi, anti-depresanı bırakmıştım, çok basit di mi?
Peki anti-depresana niye ihtiyaç duydum?
Onun cevap da basit - insomniya.
Peki, niye insomniya vardı bende?
Onun cevap da basit, en azından psikiyatriste göre:
Anksiyetik kişilik.
Şimdi normalde olsa, soruları burada bırakırdım ve kaldığım yerden devam ederdim hayatıma. Ama bu kez değil. Şut öyle sertti ki, öyle bir attan düşmüşe dönmüştüm ki, onun şaşkınlığı, ve biraz da öfkesi vardı içimde. Öyle kolay kolay bırakmayacaktım bu kez soruların peşini.
Dikkatli okuyucu hatırlayacaktır bana “anksiyetik kişilik” tanısı koyan ve sonra da anti-depresan öneren psikiyatristle ilk olarak 98’de nasıl tanıştığımı. Onun Şizofrengi’ye yazdığı Belki adlı yazıdan nasıl etkilendiğimi (bkz: Romanımla Sana Bir Ses. S02.E04. Bütünüyle Kuşkudayız. ).
O Şizofrengi yazısında da cevaplar yoktu, sadece iyi sorular vardı. Ben de benim psikiyatrist/yazarın ta 1993 yılında yazdığı yazıdaki gibi, aşağıdaki gibi sorularla devam ettim köstebek deliğime, aşağıdaki soruları sordum kendime:
Peki anksiyetik kişilik ne demek? Bu göz rengi gibi bir şey mi, değişmez mi, doğuştan mı gelir?
Eğer doğuştan geliyorsa, “anksiyetik kişiliklerin” ve dolayısıyla insomniyakların çoktan gen havuzundan çıkmış olması gerekmez mi? Evrim bunu gerektirmez mi?
Sonra, insomniya, anksiyetikler için kaçınılmaz mı? Eğer böyleyse, ben askerde nasıl oldum da uyudum? Neydi beni askerde uyutan?
Depresyon ve anksiyetenin sebebi (prospektüslerinin dediği gibi) “beyin kimyasındaki” dengesizlikler mi?
Beyin kimyamdaki dengesizliğin, nasıl bir hayat yaşadığımnla da alakası yok mu? Her anksiyetik aynı şekilde mi anksiyetik?
“Beyin kimyam” dengesiz ise, bu sorun mu yoksa semptom mu? İnsan “beyin kimyası”nın bir sonucu mu, yoksa “beyin kimyası” insanın yaşadığı hayatın, şartların bir yansıması mı?
İnsan izole bir varlık mıdır? Çevremizdeki insanların, yaşadığımız hayatın ve bu hayatın şartlarının, hiçbir etkisi yok mu bizlere, zihnimize, bedenimize, ruhumuza? Eğer var ise, bunun “beyin kimyamız”a da bir etkisi olması beklenmez mi?
Yoksa, zihnimiz ve çevremiz arasında hiç ilişki yok mu? Veya zihnimiz ve bedenimiz arasında? Öyleyse, plasebo nedir? Anlıyor muyuz ne olduğunu gerçekten?
Bedenimiz boktan durumdaysa, zihnimiz ne kadar iyi durumda olabilir? Vücudumuza iyi bakıyor muyuz? Ve eğer bakmıyorsak, bunun beyin ve zihnimizde sorunlara yol açmasını beklemek, mantıklı değil mi?
Sadece vücudumuz da değil, kendimizi, ruhumuzu ne kadar besliyoruz? İhtiyaçlarımızı karşılayabiliyor muyuz? Ve bu ihtiyaçlar nelerdir, insanoğlu neyle beslemeli, bedenini, zihnini ve ruhunu? Bunu anlamak için, reklamlar ve prospektüsler yerine, evrim daha iyi bir kaynak değil mi?
Eskiye bakarken, geriye, niye sanayi devrimine kadar bakıyoruz veya bilemedin, birkaç bin yıl öncesine kadar? Kötü örnek, örnek olur mu? Şu andaki insan, milyonlarca yıllık bir evrimin sonucu değil mi? Bu evrimin yüzde 99.95’lik bölümü, “karanlık çağ”da, “tarih öncesi”nde gerçekleşti ama o dönemi biliyor muyuz? Niye “karanlık” o dönem veya tarih niye başlamamış sayılıyor? Yazmayı keşfetmemiş olmaları mı tek suçları?
Yüzbinlerce sene, küçük kabilelerde, doğanın parçası olarak, güneşle kalkıp güneşle yatmış, birbirine hikayeler anlatmış, yıldızları, güneşi, dağı, kayaları, balıkları, nehirleri anlamaya, dinlemeye alışmış değil mi atalarımız? Yüzbinlerce sene, koca bir ailenin parçası olarak, her tarafımız ruhlar ve ilahlar ve büyüyle kaplı yaşamamış mıyız?
Şimdi, kendimizi kapattığımız kentler, bu ihtiyaçların hangisine cevap veriyor?
Hayvanat bahçesindeki hayvanın, yabandaki kuzeninden daha depresif, güçsüz, sağlıksız ve hatta kafayı çizmiş olmasına şaşırıyor muyuz? Eğer şaşırmıyorsak, biz kendimizi kapattığımız şehirlerde, beton odacıklarda, anlamsız işlerde nasıl sağlıklı kalmayı planlıyoruz?
Acaba, yaşadığımız zihinsel, bedensel ve ruhani sorunlar, beynimizdeki dengesizliklerin değil de en temel ihtiyaçlarımızın dahi karşılanmıyor olmasının sonucu olabilir mi?
Tabi ki bu soruları bir anda sormadım veya hepsine hemen cevap bulduğum da söylenemez. Bulduklarımın mutlak cevaplar olmadığını da biliyorum, bu kitabı yazarken bile bu cevapların bazıları değişti bile.
Sonra herkesin cevabı farklı da olabilir, ama iyi bildiğim tek şey, artık daha iyi sorular sorduğumdu kendime. Daha iyi sorular sormak önemli gerçekten. Cevabı için zihni değil, bedeni, hele ki bağırsakları ve kalbi dinlemek gerekenler özellikle.
“Velhasıl” diye devam ediyorum anlatmaya bizimkine, “hemen değil ama, bir süre sonra, şu modern hayat denen tek dişi kalmış canavarın, aslında bizlerin ihtiyaçlarını karşılamanın ne kadar uzak olduğunu fark ettim”.
Biraz morali bozulmuş görünüyor bu noktada ama bence iyiye işaret bu.
“Yine de, esas dersi, bu dönemden aldığım esas dersi çıkartmam için, bir sene geçmesi gerekecekti” diye bitiriyorum, artık dönüş yolundayız. “Bir sene sonra, ben hala tam derslerimi almamışım, ve işte kainat bana ikinci bir yıldırım çakıyor, ama bunu da yarın anlatırım ha?”
Başını sallıyor, Aktur’un arkasında güneş batıyor, o kadar konuştum ki, boğazım kurumuş.
Marinada ayrılırken, “Darısı başıma” diyor, “umarım bana da yıldırımlar çakar.”
Güzel bir gün bugün.